Etimolojik olarak "vaka" kökünden gelen takiyye, 'takva' kelimesi ile kökteştir. Sözlükte "korkma, çekinme, korunma, eziyetten-işkenceden kendini koruma; kendini zarara, ziyana sokmamak için çaba sarf etme, bela ve musibetlerden kaçınma"1 anlamlarına gelmektedir. Kavram olarak ise "belirli bir gaye için can, mal ve ırzı korumak ve gerekli tedbirleri almak üzere inandığından başkasını göstererek sıkıntı ve zarardan korunma" anlamına gelir.2 Kur'an'da Vaka' fiili ve türevleri çokça kullanılmasına rağmen 'takiyye' formu hiç kullanılmamıştır.
Takiyye Anlayışının Oluşumu
İslam tarihinde İsnaaşeriyye ya da Caferiye olarak bilinen mezhebin temel ilkelerinden biri sayılan takiyye, ilk dönemden bugüne kadar sürekli İslami tebliğ ya da İslami mücadele yöntemiyle irtibatlandırılmıştır.
İsnaaşeriyye mezhebinin 12 imamı arasında imamet iddiasıyla silahlı kalkışma esnasında ölen tek imam Hz. Hüseyin'dir. Hz. Hüseyin'in trajik bir şekilde şehit edilmesi, siyasi anlamda zulme rıza göstermeme, adaleti ikame etme ibadetini yaşamlaştırma sorumluluğunu gündemleştirirken, bu olay, değişik mitolojilerle birleştirilerek zulüm görmüş ruhlara evrensel bir intikam duygusu ilham etmekteydi. Bu da, Şii gruplar içinde her zaman mazlumiyeti dillendiren, üstü örtük bir militan anlayışın yaşatılmasına neden oluyordu. Geri kalan 11 imam, ya 1. ve 8. imamlarda olduğu gibi normal prosedürlerle siyasi mevkilere gelmişler ya da 3. imam örneğinde olduğu gibi bazı anlaşmazlıklardan sonra idarecilerle resmi bir anlaşma yapmışlar ya da ilmin hakim olduğu sakin bir hayatı tercih etmişlerdir. Özellikle İmam Cafer Sadık'tan sonra Şii ulema, yaşadıkları dönemlerin önemli kısmında evrensel İslam toplumu içinde azınlık durumunda bulunmuş ve genellikle kendi akidelerine hasmane bir yaklaşım içinde bulunan yönetimler altında yaşamış olmaları nedeniyle Şiiler açısından takip edilecek en akıllıca yolun inançlarını açıkça ifade etme ve yayma faaliyetleri sonucu karşılaşabilecekleri yok olma tehlikesinden sakınacakları formüllere yönelmek olmuştu.3 Bunun için uzun dönemi kapsayan başkaldırı ya da fiili muhalefetin zayıflamaya veya terk edilmeye başladığı dönemlerde, içinde bulunulan durumu meşrulaştırıcı olarak takiyye kavramı ön plana çıkarılmıştı.4
'Gerçekte sahip olunan düşünceyi, inancı gizleme' olarak tanımlanabilecek takiyye, sadece Şia ile sınırlı olmayıp günümüzdeki İslami gruplar dahil, birçok siyasi-dini mezhebin de kabul ettiği yaygın bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve bu anlayışlarda takiyye, zorunlu hallerde başvurulabilecek istisnai bir tarz değil, bir mücadele yöntemidir. Nitekim Caferiye mezhebi bu durumu neredeyse dinin temel prensiplerinden biri haline getirmiştir. Mesela Caferi alimlerinden Şeyh Saduk'a göre 'takiyye vaciptir ve onu terk eden namazı terk edenle aynı durumdadır'. Ayrıca 'takiyyeyi Kaaim'in (12. İmam'ın) ortaya çıkışından önce terkeden kimse, Yüce Allah'ın dininden ve İmamiyye mezhebinden çıkmış ve Allah'a O'nun Rasulüne ve imamlara muhalefete etmiş olur.'5
Kur'an zulmü, fesadı giderip yeryüzünü ıslah etmeyi (2/10) öngörmesine rağmen zalim ve fasık imama itaat edilmesi gerektiğini savunan ve bu ilkeyi akaid kitaplarına yerleştiren Ehl-i Sünnetin bu anlayışının arkasında da takiyye mantığı vardır. İrca anlayışının hakim olduğu Ehl-i Sünnet ekollerine göre zalim yöneticiler, kelime-i şehadet getirdikleri sürece müslüman olarak tanınarak işleri Allah'a havale edilir, çünkü insanların gizli hallerini bilen ve hesaba çeken O'dur.6 Ehl-i Sünnet alimleri "masiyette itaatsizlik gösterme"yi vurgulasalar bile direnme hakkını hükümetlerin takva derecelerini ölçme gibi sübjektif değerlere endeksleyerek fiili direnme hakkını imkansızlaştırmışlardır.7 "Bir yönetici işbaşına geldiğinde, onun Allah'a isyan olan bir şeyini gören, yaptığı kötü şeyden hoşlanmasın, itaatten elini çekmesin"8 gibi uydurma hadislere dayanılarak mevcut zulüm iktidarını koruyan ahlaki özellikler yüceltilmiştir. Sabır gibi zulme karşı sebatkar bir direnişi ifade eden kavramlar saptırılarak, gayri İslami uygulamalara göz yumma, haksızlıklara tahammül etme şeklinde tanımlanmışlardır.
Günümüzde çok partili sistemin uygulandığı, belli düşünce ve programlara imkan vererek, hatta dayatarak diğer düşüncelerin iktidar talebine izin verilmediği ülkelerde yasaklar arasında İslami dünya görüşü de vardır. İslam dışı sistemleri ilkeli ve inkılapçı bir tutumla değiştirip Rasulullah'ın sünnetini takip etmek yerine, İslami bir yönetim oluşturmak iddiasıyla düzen içinde İslami kimliğini gizleyerek legal parti ve benzeri kurumlarla, fırsat elverdikçe İslamlaşmayı seçenler de takiyyeyi bir yöntem olarak benimsemektedirler.9
Takiyye Anlayışının Dayandığı Deliller
Takiyye anlayışını yöntem olarak savunanlar iddialarını şu ayetlere dayandırıyorlar; 'Müminler, inananları bırakıp, kafirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan korunmanız başka. Allah sizi kendisinden sakındırır. Dönüş Allah'adır.." (Al-i İmran, 28), "inandıktan sonra Allah'a nankörlük eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkara) zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl, 106).
Ayrıca "O anda inancını (o güne kadar) gizlemiş olan Firavun ailesinden bir mümin şöyle haykırdı: 'Rabbim Allah'tır dediği için adam mı öldüreceksiniz? Oysa o, size Rabbinizden kanıtlar getirmiştir. Eğer o, bir yalancı ise yalanı kendi aleyhine dönecektir, ama gerçeği söylüyorsa, sizi uyardığı (azabın) bir kısmı başınıza gelecek... " (Mümin, 28) ayetinde bahsedilen Firavun ailesinden olup, onun baskılarından çekinen, mümin kimse de takiyye uygulamasının örneği olarak kullanılır.10 Siyer kitaplarındaki Hz. Peygamberin vahiy almaya başladıktan sonra dini üç yıl gizli tebliğ ettiği şeklindeki aktarımlar11 da takiyye anlayışına delil olarak gösterilir.
Takiyye anlayışının dayandırıldığı Al-i İmran 28. ayeti ile Nahl 106. ayetlerinin kapsamlarının farklılığına rağmen sanki aynı şartlarda aynı konu işleniyormuş gibi sunulmakta ve müslümanların kafir/zalim bir toplum içinde imanlarını gizleyerek yaşayabilecekleri, gizlice tebliğlerine devam edebilecekleri iddia edilmektedir. Oysa her iki ayetin bağlamı farklıdır. Nahl süresindeki ayet, kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde, zora koşulan, işkence ve ölüm tehdidi altında canlarını kurtarmak için görünüşte inançlarından caydıklarını söyleyen müminleri ifade ederken, Al-i İmran süresindeki ayet ise kafirlerle her türlü dostluk kurmayı yasaklıyor, istisnai bir durum olarak Müslümanların kendilerini korumak için onlarla uygun ilişkiler kurabileceklerini işlemektedir. Zemahşeri ayetteki ibareyi "sakınılması gereken bazı şeyleri yapabileceklerinden korkmanız için yeterli sebep bulunmadıkça" şeklinde açıklamakta ve kafirlerle olan velayeti de, "kalbi kin ve düşmanlıkla dolu olduğu halde görünüşte onlarla iyi geçinmek" olarak algılamaktadır.12 Muhammed Esed burada, kafirlerin müslümanlardan daha güçlü olduğu, bu nedenle politik yahut ahlaki anlamda kendilerine dost olmadıkça müslümanlara zarar verebilecek konumda bulundukları durumlara işaret ettiğini söylemektedir. "Müminleri bırakıp hakikati inkar edenleri dost edinenlere gelince, onlarla şeref kazanacaklarını mı umuyorlar? Unutmayın ki asıl şeref Allah'a aittir" (Nisa. 139) ayetine göndermede bulunarak velayetin, sadece politik ittifakları değil aynı zamanda inkar edenlerle ahlaki dayanışmayı da içerdiğini belirtmektedir13.
Nisa 139. Ayette velayetin ahlaki dayanışmayı içerdiği kesindir. Çünkü bununla şeref kazanma mevzu bahistir. Al-i İmran 28'de ise zorunlu bir durumda, zımnen kafirlerle iyi geçinme söz konusudur. Bu da içsel bir kabul (ahlaki) değil, şartlarla sınırlı, geçici, politik bir tavırdır. "Ey inananlar eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli tanırsa işte zalimler onlardır." (Tevbe 23), "Ey iman edenler, Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin..." (Mümtehine, 1; Ayrıca bkz. Mücadele 22, Nisa 144, Maide, 52, 57 vs. ) ayetleri kafirleri; sırdaş, dost, yardımcı anlamında veli edinmeyi yasaklamaktadır. Kafirleri dost ve yardımcı kabul etmekle, müslümanlara karşı iyi niyetli, barışçı oldukları zaman, onlarla iyi niyet ve barış esası üzerine ilişki kurmak farklı şeydir. "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Allah sizi, ancak din hakkında sizinle savaşan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimseleri veli edinmekten men eder. Kim onları veli edinirse işte zalimler onlardır." (Mümtehine, 8-9) ayetlerinde görüldüğü gibi, kafirlerle olan velayet, onlara iyilik etmek, adaletli davranmak olarak tanımlanmıştır.
Musa kıssasında vakıa olarak aktarılan müminin durumu İse Firavun'un inananlara işkencesi (40/25) ile birlikte düşünüldüğünde Nahl 106. ayetin kapsamına girdiği görülmektedir. Kaldı ki, can korkusuyla imanını gizleyen bu mümin şahıs, Firavun'un Musa'yı öldürmek istediği en riskli ortamda -takiyyenin dayandığı illet olan tehlikeyi hiçe sayarak- Musa'ya destek olmakta, Firavun ve avanesini azap ile korkutmaktadır.
Takiyye Davranış Bozuklukları Üretir
Başlangıçta tehlike ve zaruret hallerinde başvurulacak bir tedbir olarak ortaya konulan takiyye, halk arasında inançla çıkarlar arasında herhangi bir çelişki olduğunda ortaya çıkan ve çıkarı gözeten bir davranış normu haline gelmiştir. Bu anlayış, adaletsizliği, zulme karşı susmayı, siyasi pasifizmi beraberinde getirmiş, yüzyıllarca zulme rızanın gerekçesi olmuştur. Takiyye: kişinin işinin ve hayatının selametini korumak, baş ağrısından, sıkıntıdan, tehlikeden, zarardan, hak ve batıl çatışmasından, inanç, görev ve sorumluluklarından kaçınmak için hakim gücün bütün pislikleri, sapkınlıkları ve tecavüzleri karşısında susma gerekçesi olmuştur. Nitekim İran devrimi, hareket önde gelenlerinin halk arasında yaygın, uyuşturucu takiyye anlayışına devrimci anlamlar yüklemeleri14 ya da tamamen haram saymaları15 neticesinde gerçekleştirilmiştir.
Gizli kimlikle sistem için araçları kullanarak mücadeleyi yürütmeye çalışanlarda takiyye yaptıkça zamanla inanmadıkları fakat dillendirdikleri ya da yaşadıkları değerlere inanmaya başlamakta, mücadele ettikleri sistem içinde eriyerek sistemle bütünleşmektedirler. Zaten var olan ilkelerden herhangi biri, konjonktür ya da maslahat gereği yıkılınca diğerlerinin korunması için gerekçe kalmamakta, ufak bir rahatsızlıkta en kutsal değerler bile çiğnenebilmektedir.
Mesajın Açıklığı ve İki Örnek
Kur'an'da mücadeleleri aktarılan ve bizim için kendilerinde ibretler olan rasullerin hayatlarında mesajı gizleme anlamında bir takiyyeye yer verilmiyor. Tersine, kendilerine mesajın açık ve net olarak insanlara ulaştırılması emrediliyor. Bütün peygamberler, zulüm ve haksızlık karşısında uyarı ve ikaz görevlerini yerine getirirlerken, mazlumlar için tevhid ve adaletin şahitliğini yerine getirmektedirler. (11/25,50,84, ) Aynı durum Hz. Peygamber için de geçerli olup ilk inzal olan surelerde mesajın insanlara açıklanması, İslami kimliğin net olarak ortaya konulması ve egemenlere net tavır alması emredilmektedir.16
Mesajın, topluluk içinde açıkça değil de bire bir ilişkilerle gizlice insanlara ulaştırmak takiyye olarak değerlendirilemez. Çünkü burada muhataba karşı inancı gizleme diye bir durum söz konusu değildir. İslami kimlik açık ve nettir. Bu, açıkça yapılan davetle birlikte zaman zaman uygulanabilecek taktik bir tutumdur. Nitekim Allah'ın elçisi Nuh da "Sonra ben onları açıkça davet ettim, Sonra onlara açıktan söyledim, gizli gizli söyledim" (71/8-9) demektedir.
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerinde şahitler olasınız ve Rasul de sizin üzerinize şahit olsun..." (Bakara, 143) ayeti bizi şahitlikle yükümlü tutmaktadır. Şahitlik ise kendi ana-babamızın ve yakınlarımızın aleyhinde de olsa adaleti dimdik ayakta tutmaktır. (4/135) Kesin ilim ve adalet üzerine olması gereken şahitliği (3/18), bir gerçeği ispat hususunda kendilerine müracaat edilen, ortaya koydukları davranışlarla doğruluğun mihenk taşı kabul edilen insanlar üstlenebilir.17 Bu da, takiyyeyi mücadele yöntemi olarak benimseyen anlayışın aksine net bir söylem, arı bir kimlik, görülebilir ameller gerektirir.
"Emri bi'l-maruf, nehyi ani'l-münker" ilkesi, ifsadın ıslahını, bağyin giderilip hakkı egemen kılma mücadelesiyle inananları sorumlu tutar, ilk dönemlerde cebriyeci ve takiyyeci metodu bu anlayışın karşıtı olarak gören Tevhid ve Adalet ehli gruplarla, emri bi'l-maruf, nehyi ani'l-münkeri kalple sınırlayan ve fıska rıza gösterip zalim yönetime karşı koymayı reddeden Ehl-i hadis arasında ciddi tartışmalar yaşanmıştır.19
Gizliliğe örnek olarak gösterilen Ashab-ı Kehf olayı ise gizlenmeye değil, ancak mücadelenin geri çekilme safhasına zorlandığına ya da hicrete örnek olabilir. Rabblerine inanmış bir grup genç, (18/13) "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçmalamış oluruz. Şu kavmimiz O'ndan başka tanrılar edindiler... Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?" diyerek kavimlerinin içinde bulunduğu cahili durumu reddediyorlardı. Taşlanarak öldürülme ya da kavmin dinine döndürülme (18/20) seçeneklerinin ikisini de kabul etmeyerek, Allah'ın melekleri aracılığıyla nefislerine zulmeden insanlara yaptığı "Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya" (4/97) uyarısını amelleştiriyorlardı.
Ayrıca takiyye yapmayarak aziz, övgüye layık Allah'a inandıklarını (85/4-9) açıkça ortaya koyan ve bunun sonucunda Ashab-ı Uhdud tarafından ateş çukurlarına atılan müminler de Kur'an'da Allah tarafından övülmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, her iki örneğin de grup/cemaat olmasıdır. Burada övülen ve örnek alınması istenen, kendiliğinden gelişen tavırlar değil, cemaati oluşturan insanların bilinçli ve kararlı tavırlardır.
Müslümanlara Karşı Takiyye
Kur'an'ın değişik yerlerinde hakkı savunmak, zulme karşı koymak ve hakikatin şahitliği için ölümü göğüsleyenlerin yüceliğine dikkat çekilmekte ve inançları uğruna işkenceye uğrayan veya öldürülen peygamberler ve müminler örnekler olarak sunulmaktadır. Buna rağmen yukarıda zikredilen ayetlerde de görüldüğü gibi illete bağlı olarak muvakkaten kafirleri dost edinme veya şeklen imanı gizleme veya küfrü kabul noktasında müminlere cevaz verilmiştir. Bu bağlamda müslümanların ikrah altında zalim sisteme karşı takiyye yapmaları bu ruhsat çerçevesinde kabul edilebilir.
Bir kısım ulemanın "ancak onlardan korunmaz başka" ifadesine dayanarak gayri müslimlerde olduğu gibi müslümanlara kendi aralarında da bu yola başvurabileceklerini söylemelerine rağmen ellerinde delil getirebilecekleri tek bir muhkem nass yoktur. Al-i İmran suresi 28. ayetin tefsirinde İzzet Derveze, takiyyenin müslümanların sadece şartları vuku bulduğu ve zaruret hali belirdiği zamanlar istifa edebileceklerini vurgulamakta, müslümanlara karşı değil sadece kafirlere karşı takiyye yapılabileceğini belirtmektedir.19
Buna rağmen İslam tarihi boyunca, düşüncelerini, dünya görüşlerini açıkça ortaya koymadan, farklı düşünen müslümanlarla sorunları, ayrılıkları tartışarak, çözme gereği görmeden, birbirlerine karşı ilkelerde aynılaşmış, ya da her konuda aynı düşünüyormuş gibi görünerek, maslahatlar üzerine ilişki bina etmeyi meşru sayan anlayışlar var olagelmiştir. Müslümanlara karşı bu tür takiyyeci yaklaşım, ya muhatabını müslüman değerlendirmemekten kaynaklanan gizli bir tekfir anlayışına, ya muhatabı ciddiye almayan, kendini üstün-ayrıcalıklı gören istiğnaya ya da muhatabı kullanılacak meta olarak gören pragmatik bir felsefeye dayanıyordun Her halükarda sahip olunan takiyye anlayışı, kişide dürüst olmama, iki yüzlü davranma, müslümanların iyi niyetini kötüye kullanma gibi ahlaki zaafları bünyesinde barındırmaktadır. İslami kimlik, kişilikli, erdemli, dosdoğru olmayı gerektirirken, bu anlayışın; kişiliksizliği, dürüst olmamayı, yalan konuşmayı, hatta aldatmayı beraberinde getirmesi mümkündür. Oysa ki, eminlik vasfını elde etmeyi imkansızlaştıran böylesi bir tavırla şahit olunamaz, ümmet oluşturacak iradenin temeli atılamaz. Böylece müslümanlar arasında bir güven erozyonu oluşmakta "ancak birbirlerinin kardeşi" (49/10), "birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye" (103/3) etmesi", "topluca Allah'ın ipine sarılıp tefrikaya düşmemesi" (3/103) gereken müminler, birbirlerinin arkasından dedikodu yapan, birbirlerine karşı istihbarat toplayan pragmatik, hesapçı kişiliklere dönüşebilmektedirler.
Sonuç olarak benzeri birçok örneğini gördüğümüz anlayışlar gibi takiyye de belirli şartlar da tarih içinde üretilmiş, fakat zamanla norm halini almıştır. İllete bağlı olarak verilen ruhsat, genel bir hareket yöntemi veya hareketin temel ilkelerinden biri haline getirilirse yanlış sonuçlara varılmış olur. Takiyye de Kuran'da illete bağlı olarak Allah'ın düşmanlarına karşı arızi durumlarda müracaat edilebilecek bir ruhsattır. Bunun temel mücadele yöntemi olarak ele alınması İslami kimlikte erozyona yol açar ve hastalıkların çoğalmasına neden olur. Aslolan Allah'ın bize yüklemiş olduğu sorumlulukları kınayıcıların kınamasından, işkencecilerin işkencesinden korkmadan yerine getirebilmektir.
Dipnotlar
1- Bkz. el-Müncid, Darü'l-Meşrik, Beyrut; Lisanü'l-Arab, 15. Cilt Neşrü Edebi'l-Havza. Kum.
2- Nevin A. Mustafa, "İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet", sh. 243, iz Yay., İstanbul, 1990
3- Hamid İnayet, "Çağdaş İslami Siyasi Düşünce", sh. 317, Yöneliş Yay., istanbul.
4- İmam Cafer Sadık dönemine kadar Şii imamlar, silahlı isyana kalkışmasalar bile fiilen muhalif bir tutum sergilemekteydiler. Cafer Sadık, siyasi hayattan tamamen uzaklaşarak ilimle uğraşmıştır. Caferiye mezhebini sistematikleştiren, temel tezlerini belirleyen İmam Cafer, takiyye anlayışını da temel bir prensip olarak odaya koyan ilk imamdır. Kendisine "emirlik bir görüş meselesi olduğu sürece, insanlarla (düşmanlarla) dıştan kaynaşın, ama içten onlara karşı çıkın", "Takiyye benim ve atalarımın dinidir. Kim onu Kayyımımız (Mehdi-i Muntazır) çıkmadan ünce terk ederse bizden değildir" gibi sözler atfedilir. Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Muhammed Ebu Zehra, "İmam Cafer Sadık", Şafak Yay. istanbul, 1992.
5- Ethem Ruhi Fığlalı. "Çağımızda itikadi Mezhepler", sh. 165, Selçuk Yay. 1985
6- Nevin A. Mustafa, "İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet", sh. 233, İz Yay.. İstanbul, 1990
7- Age.Sh. 234-235
6- Age, sh. 237-239, (Yahya b. Şeref en-Nevevi, "Riyazüs's-Salihin"den naklen),
9- Hayrettin Karaman, "Laik Düzende Dini Yaşamak", sh. 268-269, İz Yay.. İstanbul, 1997.
10- Vecdi Akyüz. "Kur'an'da Siyasi Kavramlar", sh. 216-217. Kitabevi Yay.; İstanbul, 1998.
11- Vecdi Akyüz. A.g.e.
12- Zemahşeri. el-Keşşaf, c. 1, sh. 351
13- Muhammed Esed, Kuran Mesajı, 1. Cilt, sh. 93. Ayrıca bkz. Muhammed Ali el-Hasan, "İslam Hukukunda Takiyyenin Hükmü", Yeryüzü Dergisi, Ocak-Şubat, 1989.
14- Bkz. Ali Şeriati, "Ali Şiası Safevi Şiası", sh. 218-219, Yöneliş Yay. İstanbul. 1990. Ayrıca Bkz. Muhammed Fadlallah, İslami Hareket ilkeler ve Sorunlar", sh, c. 1, Ekin Yay. İstanbul, 1996
15- İmam Humeyni, "Takiyye şu anda küfürdür, onun bir kenara bırakılması ve zalim yöneticilere karşı çıkılması gerekir" demektedir. Nevin A. Mustafa, age., sh. 244, (Mehdi Bazergan, "el-Haddu'l-Fasl beyne'd-Din ves-Siyase"den nakil.)
16- Bkz. (Alak,1; Müddessir, 2-3; Hicr, 94: Mesed, 1 -5)
17- Bkz. Vahdettin Işık, "Örnek ve Öncü Bir Kimlik Tanımı Olarak Şehadet ve Şehid". Haksöz Dergisi, sh. 39-41, Şubat 1996.
18- Bkz. Muhammed Ammara. "Mutezile ve insanın Özgürlük Sorunu", sh. 100-109, Ekin Yay. ist. 1996.
19- İzzet Derveze, "et-Tefsirü'l-Hadis", c. 5, sh. 414, Ekin Yay., İst