Diyarbakır’ın Sur ilçesi uzunca bir süredir çatışmalara sahne olmakta. Can kayıplarına yol açan ve hayatı giderek zorlaştıran çatışmalarda en son Dört Ayaklı Minare de hasar gördü. Kasım ayının son günlerinde güvenlik güçleriyle PKK’liler arasında çıkan çatışmalarda ortaya çıkan bu durum üzerine Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ve bir grup avukat, “İnsanlığın Mirasıyım, Mirasına Sahip Çık!” ve “Ayaklarımdan Vurdular!” yazılı dövizlerle 27 Kasım sabahı Dört Ayaklı Minare’nin bulunduğu sokakta bir basın açıklaması yaptılar. Tam da basın açıklamasının sonuna doğru sokağın açıldığı cadde tarafında, içinde PKK’lilerin bulunduğu bir aracın polis tarafından durdurulmak istenmesi üzerine bir çatışma yaşandı. 2 polisi vurarak kaçan PKK’lilerden ikisi basın açıklamasının yapıldığı sokağa doğru koştular. Muhtemelen basın açıklamasından habersiz oldukları için Suriçi’ne doğru o sokak tarafından sağa sola ateş ederek kaçan PKK’li militanlara basın açıklamasının güvenliğinden sorumlu polislerin müdahale etmeye çalışmalarıyla çatışma çıktı. Buna ilaveten daha iç taraflarda kazılan hendeklerin gerisinden de o sokağa doğru ateş açıldığı görüldü. Ve sonuçta Tahir Elçi henüz nereden geldiği belli olmayan ve ensesine isabet eden bir kurşunla olay yerinde yaşamını yitirdi.
Özetleyerek anlatmaya çalıştığımız bu olay, onlarca basın mensubunun, avukatın ve sokaktaki esnafın gözleri önünde cereyan etti. Çatışma anına ait görüntüler yazılı ve görsel medyada sıkça yayınlandı.
Üzülerek belirtelim ki ilgili ilgisiz herkes zehir hafiye edasıyla kurşunun polis silahından mı, PKK’lilerin silahından mı çıktığının peşine takılıp olayın kriminal taraflarıyla ilgilendiği için asıl tabloyu ıskalamaktadır.
“Su testisi suyolunda kırılır”, “PKK terör örgütü değildir diyen Tahir Elçi teröristler tarafından öldürüldü: Al sana terör” veya “Amed’in ortasında saray kurşunu”, “Allahuekber diye slogan atarak öldürdü. Polis, olay sonrası avukatlara; bu korku size yeter, hepinizi öldüreceğiz, dedi.” şeklindeki provokatif yaklaşımları; bayağılığın, vicdansızlığın ve ahlaktan yoksun oluşun birer numuneleri olarak ayrı bir kategoride değerlendirmek kaydıyla söylüyorum. Gerek taraftarlarının gerekse de PKK karşıtlarının aynı trajik olay üzerinden kendi tezlerini güçlendirecek neticeler devşirme isteklerindeki acelecilik ve telaş, ne yazık ki olayı daha da vahim hale getiriyor.
Dahası, Tahir Elçi’nin; “Hendekler kapatılsın” çağrısı üzerinden onu PKK karşıtı bir zemine oturtmak da “PKK terör örgütü değildir.” şeklindeki ifadesinden hareketle onu PKK saflarında göstermek de aynı aceleciliğin ve bu hazin olaydan rant devşirme telaşının örnekleridir.
Kör dövüşünü andıran bu polemikçi ve kriminal yaklaşım fotoğrafın bütününü görmemizi engelliyor. Burada asıl odaklanmamız ve kafa yormamız gereken husus ise çözüm sürecinin geldiği hazin noktadır.
Elbette ki olayın aydınlatılarak faili meçhul kalmaması; hem kamuoyu vicdanının rahatlatılması açısından hem de devletin zan altında kalmaması ve devletin asli sorumluluğunun ifası için bir gerekliliktir.
Tüm bunlarla beraber ne yapılırsa yapılsın PKK’nin bunu istismar boyutuna vardıracak bir propaganda malzemesine dönüştüreceği de açıktır. Tahir Elçi gibi PKK ile herhangi bir bağları olmadığı halde Musa Anter, Ahmet Kaya ve daha nice kişilerin PKK tarafından nasıl istismar edildiklerini biliyoruz. Bu olay üzerinden de uzunca bir süredir sahneye koymak istedikleri ancak muvaffak olamadıkları devrimci halk savaşı görüntüsüyle halkı sokaklara dökmekten tutun, Gobbels’in dahi aklına gelmeyen nice propaganda tekniklerinin devreye sokulacağı açıktır. Daha ilk günden ailesinin tüm ısrarlarına rağmen tabutun üzerindeki ayet yazılı örtüyü kaldırarak PKK bayrağının sarılması, sıradan bir nezaket ya da ölüye ve ailesine saygı ilkesini yok sayan bir kabalık ve hoyratlık olarak okunabileceği gibi bu işin daha da çok istismar edileceğinin ipuçları olarak da değerlendirilebilir. Kobani olayı/provokasyonu meramımızı ifade etmek bakımından hafızalarımızdaki tazeliğini koruyan çok daha çarpıcı bir örnek olarak bu konu bağlamında ele alınabilir.
Bu olayların her biri süreç içerisinde kullanım değerinin azalmasına paralel olarak unutulur belki ama okumayan, sorgulamayan, yönlendirme ve provokasyonlara açık bir kitlenin mevcudiyeti bölge adına asıl musibet olarak gelecek adına kaygılanmak için yeter sebeptir.
Felaket tellallığı yapmak istemem ama bir kıvılcımla yangın yerine dönmeye elverişli bir zemin ve bu zemini tutuşturmaya namzet mebzul miktarda aktör ve figüranın cirit attığı bir ortamda; barış adına, kardeşlik adına, bir arada yaşama adına çok daha esaslı politikalara ihtiyaç vardır. Hamidiye alayları anlayışıyla, halkla pek temasları kalmamış profesyonel ağababalarıyla bölgeyi idare etme imkânı olmadığı artık anlaşılmalıdır.
Hükümetin gündelik olayları ve bu kısır döngü içerisinde sıkışıp kalan polemikçi tavrını terk ederek çok yönlü, çok boyutlu politikalar geliştirmesine ihtiyaç vardır.
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere yönelik olarak uygulanan baskı, inkâr ve asimilasyon politikalarına son veren, beyaz Toroslar, köy yakmalar, faili meçhuller, asit kuyuları ve daha nice insanlık dışı uygulamaya son vererek kardeşlik temelinde Kürtlere dost eli uzatan ilk ve tek devlet adamı olarak Erdoğan’ın yine Kürt ulusalcılar tarafından en büyük düşman kategorisine yerleştirilmesi çok irrasyonel bir sonuç gibi gözükebilir ancak Kürt sorununun artık Türkiye’de Kürt sorunu bağlamındaki gelişmeleri de aşan bölgesel sorunun bir parçasına dönüştüğünü görmek gerekir. Örneğin Suriye’deki gelişmelerle buradaki gelişmelerin artık tamamen iç içe geçtiği inkâr edilemez bir gerçektir.
AK Parti hükümeti 13 yıllık iktidarları döneminde bürokratik oligarşiyi tamamen olmasa bile büyük ölçüde geri planda tutmayı başarmış ve sorunun barış yoluyla çözülmesi için Türkiye’deki kamuoyunun büyük oranda desteğini de arkasına almıştır. Bu olgu dikkate alındığında hükümetin çözüm noktasında çekingenliğinin artık geçerli bir mazeretinin kalmadığı rahatlıkla söylenebilir.
AK Parti hükümetinin Kürt sorununun askerî tedbirler çerçevesinde çözülecek bir asayiş problemi olmadığını fark ederek bu çerçevede attığı adımlar elbette olumludur ancak süreç boyunca tüm ısrarlara rağmen kimi hatalarında ısrar etmesi ve elinde birçok imkân bulunmasına rağmen bunları değerlendirememesi mevcut olumsuz tabloyla yüz yüze kalınmasına yol açtı.
Çözüm sürecini yürüten tüm aktörlerin yaşanan bu süreçlerden gerekli dersleri çıkarmış olduklarını farz ederek bundan sonra atılacak adımlarda şu hususları göz önünde bulundurmaları gerekmektedir:
1- Sorun artık Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında atılacak adımlarla halledilecek bir muhtevayı aşarak özellikle Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı bir hal almıştır. Bu çerçevede atılacak adımlar gerekli ama artık yeterli değildir. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmelerin sığ bir komploculuğu aşarak sağlıklı ve derinlikli bir muhasebesinin yapılarak bu doğrultuda gerekli adımların atılması,
2- Silahların artık miadını doldurduğunun en yetkili ağızlar tarafından ifade edilmesini takiben çözüm, barış, kardeşlik ve Türkiyelileşme çerçevesinde müzakereler yürütülüyorken diğer taraftan şehir ve mahallelerin birer cephaneliğe dönüştürülmesine yol açan sebep ve mekanizmaların iyi tahlil edilmesi,
3- Dağda mücadele etme zemininin ortadan kaldırılması için ovada siyasetin önünün açılması gerektiği şeklindeki makul ve anlaşılır talep dillendirilirken 60 milletvekili, 104 belediye ve zaten fiilî olarak PKK tarafından yönetilen Hakkâri, Şırnak, Cizre, Lice gibi yerlerde kazılan hendek ve döşenen mayınların sebepleri,
4- Türkiye’deki Kürtlerin kaderlerini Esed ve İran’la birlikte mi, Türkiye’yle birlikte mi şekillendirmek istediğinin iyi etüt edilerek bu sonuca göre gerekli politikaların belirlenmesi önem arz etmektedir.
1 Kasım’da kendisine halk tarafından yeniden güçlü bir hükümet için şans verilen AK Parti’nin bu önümüzdeki dört yılı iyi bir şekilde değerlendirememesi, telafisi mümkün olmayacak birçok harabiyeti de beraberinde getirir.
Bu vesileyle ayrı dünya görüşü ve hayat anlayışlarına sahip olsak da barış adına kimi ortak girişimlerimiz dolayısıyla şahsen de tanıştığım Tahir Elçi’nin barış yönündeki gayretleri, çabası ve samimiyeti onun her zaman bir barış elçisi olarak takdirle anılmasını sağlayacaktır.
Genel olarak bölgenin, hassaten de Diyarbakır’ın en çok ihtiyaç duyduğu bir barış elçisini yitirmesi aynı şekilde bölge ve Diyarbakır için büyük bir kayıptır. Başta kederli ailesi olmak üzere tüm sevenlerine sabır diliyorum.