Başbakanlık Teftiş Kurulu'nca hazırlanan "Susurluk Raporu", Ocak ayının son günlerinde açıklandı. İlk günlerde rapor, içerdiği bilgilerden daha ziyade, açıklanış tarzı itibariyle tartışılmaya başlandı. Bunda, raporun Susurluk konusunda yeni ve nokta koyucu bir içeriğe sahip olamayışının da etkisi vardı kuşkusuz. Gerçi raporun böylesi bir içeriğe sahip olmayacağını, hükümet ve onun etkisindeki belli çevreler dışında "herkes" tahmin etmekteydi. Ama yine de, mevcut hükümeti oluşturan partilerin gerek Refahyol dönemindeki konuyla ilgili sert muhalefetleri ve gerekse hükümetin kuruluş aşamasında ortaya koydukları program gereği, Susurluk Raporu'nun ortaya dökeceği taşlar merakla beklenmekteydi. Hükümet, bu beklentiyle mütenasip bir rapor ortaya koyamayınca, olayı sulandırılmış bir magazin boyutuna indirgemeyi tercih ederek, Başbakan vasıtasıyla Uğur Dündar'ın Arena'sına reyting, Susurluk raporuna da sansasyon devşirme cihetine gitti.
Mesut Yılmaz'ın, eveleme-gevelemeden öteye uzanmayacağı açıklamaları bir şeyi çok net olarak ortaya koyuyordu: Derinlerdeki çelik zırhlı devlete dokunulmayacaktır. O kutsaldır ve korunup kollanmaya devam edilecektir. Sırları hiçbir koşulda ifşa edilmeyecektir.
Çeteleşen Devletin "Samimi" İtirafları mı?..
Teftiş Kurulu'nun raporu dikkatlice okunduğunda, kutsal devletin üzerindeki "mukaddes örtü"ye dokunulmayacağını görmek mümkün olabilecektir. Son tahlilde Susurluk raporu, kirli ilişkilere sahip olan birtakım şahısların devlet tarafından görevlendirildiğini ve bunun bir "kullanma" ilişkisi olmanın ötesinde, bir "içlidışlı" olma durumunu ifade ettiğini ortaya koyuyor. Yani kirlilik devletten değil, görevlendirilen şahıslardan kaynaklanıyor. Böyle olunca da Susurluk'un fotoğrafı, devletin çeteleşmesi olarak değil, çetelerin devlete sızması olarak tab edilmiş oluyor. Ne var ki raporun hazırlayıcısı Kutlu Savaş, bu noktada tutarlı bir çerçeve de ortaya koyamıyor. Emniyet'ten Silahlı Kuvvetlere, askeri istihbarattan sivil istihbarata kadar uzanan devletin çeteleşmesi olgusu, raporun hazırlayıcıları yani devleti tarafından da edilmiş oluyor: "Susurluk Ankara'daki tercihlerden kaynaklanmış, OHAL bölgesinde gelişmiş ve ülkenin büyük merkezlerine taşınmış, oralardaki uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir". "Devletin tüm kurumları yapılanlardan haberdardır".
Bu ifadeleri, çeteleşen devletin "samimi" itirafları olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Çünkü bu itiraflar, ülkenin depolitize olmamış kesimlerince zaten bilinmekte olan ve kaza sonrasında Susurluk asfaltına yayıldığı için de, devletin itiraf etmek zorunda kaldığı gerçeklerdir.
Devlet, "samimi" itirafta bulunmak istiyorsa, raporda bahsedilen "Ankara'daki tercih sahiplenenin kimler veya hangi kurumlar olduğunu açıkça ortaya koymalı, olan-bitenden haberdar olan devlet kurumlarının, en başta da MGK'nın konumunu ve çeteleşme olgusu içindeki rolünü sorgulamalıdır, Varolan yapılanma içerisinde böyle bir sorgulamanın hiçbir zaman yapılmayacağı nasıl bir gerçeklikse, "devlet sırrı" kavramının arkasında var olmaya devam eden gerçeklerin ilelebet sır olarak kalmayacağı da bir başka gerçekliktir.
TSK'ya Torpil Cinayetlere 'Haklılık' Payesi
Raporda, kirli ilişkiler ağına batmış kurumlar arasında etkisiz ve masumca bir tabloya sığdırılmak istenen TSK'ya torpil geçildiğini görmemek için algılama özürlü olmak gerekir. Silahlı Kuvvetlerin olaylardaki mevcudiyeti inkar edilmemekle birlikte, bu mevcudiyet JİTEM'le sınırlı tutulmak istenmiştir. Ne var ki, JİTEM'in varlığının, Jandarma Genel Komutanlığı tarafından reddedildiğine atıfta bulunmaktan da geri durulmamıştır. "Bünyesinde çok miktarda korucu ve itirafçı bulunması sebebiyle ferdî suç oranı yükselmiştir" denilerek, JlTEM'in dahli bulunan pisliklerin "ferdiliğine doğrudan dikkat çekilmektedir. Ve ayrıca "maddi menfaate yönelik işlere askerler karışmamıştır" denilerek, cüzdan ve kasa genişletme operasyonlarından ordunun "güzide" elemanları beri tutulmuştur. Kirli savaşın en yakıcı olarak devam ettiği bölgelerde aktif görev yapan JİTEM gibi bir kurumun, kirli ilişkilerden ve onların getirişinden nasipdâr olmaması bir hayli düşündürücü olsa gerektir! Yoksa vatan-millet adına gönüllü bir kirlenmeden mi söz etmek lazımdır? Böyle olunca işin özü, yani kirlilik ortadan kalkmakta mıdır?
Aslında rapora hâkim olan zihinsel işleyiş, samimiyet sınırlarını zorladığı takdirde bu soruya rahatlıkla "evet" cevabını yapıştırıverirdi. Nitekim raporun girişindeki şu cümle, konuya nasıl veya nereden yaklaşıldığını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir: "Bölgede görev yapmış görevliler, haklı olarak PKK'lı teröristin canı da, malı da devlete helaldir görüşündedirler". Buradaki "haklı olarak" ifadesi, birçok şeyi ele verir mahiyettedir. Her şeyden önce de, devlet içindeki çeteleri inceleyen bir raportörün, çetelerin mantığından uzak kalamadığını ele vermektedir. Faili meçhul cinayete kurban gitmiş binlerce insan, çeteler tarafından canları ve malları helal görüldüğü için katledilmiş değiller midir? Mehmet Ağar'ın gururla sözünü ettiği "bin operasyon" sonucunda karartılan ocaklar, aynı bakış açısının bir ürünü olarak orta yerde durmakta değil midir? Peki bütün bunlara haklılık payesi veren bir anlayışın Susurluk'u çözmesini beklemek nasıl mümkün olabilir? Aynı bakış açısı, raporun OHAL bölgesindeki infazlara ilişkin bölümünde de karşımıza çıkmaktadır: "Şu husus bilinmektedir. OHAL bölgesinde bu karar mercii (infaz kararı) başçavuşlara, komiser yardımcılarına, çok daha önemlisi bu yetki (öldürme yetkisi) dünkü terörist, yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir".
Rapordan anlaşıldığına göre, buradaki sorun, birilerinin infaz edilmesinden öte, infazı gerçekleştirenlerin yetkili ve liyakatli olmaması sorunudur. Öyleyse, yetkili ve liyakatli ellerle gerçekleştirilen infazlar faili meçhul sınıfına girmeyecektir! (Büyükşehirlerdeki ev baskınlarında gerçekleşen infazlar bu kategoride değerlendiriliyor olsa gerek). Peki öyleyse şu cümleyi nasıl izah edeceğiz "Mahkemelere kadar gitmiş bir konu nedeniyle elden ele teslim edilmiş kişilerin devlet elindeyken köprü altında ölü olarak bulunmasının faili meçhul olamayacağı aşikârdır". Yine yetki, liyâkat ve yöntem sorunu herhalde...
Susurluk MGK'da Çözülür mü? Ya da MGK'yı Kim Çözecek?
Susurluk kazasının ardından, çeteleşen devletin kirli çamaşırları ortalık yere dökülünce, holding medyasında dahi, ucu MGK'ya dokunabilecek birtakım sorgulamalar yapılmaya başlanmıştı. İşte o günlerde Cumhurbaşkanı Demirel ortaya çıkarak, MGK ile ilgili olarak şunları söylemişti: "Bu kurum, iyi işleyen bir kurumdur Türkiye'nin bütün meselelerine sahiptir; canla başla bu devlete sahip çıkmaktadır. Toplumun karamsarlığa düştüğü bir ortamda, devletin en önemli kurumu çıkıp 'merak etmeyin' demektedir...". Bu sözlerin üzerinden fazla bir zaman geçmeden, MGK'nın nasıl devlete canla başla sahip çıktığına tanıklık etmiştik Ülkedeki kayıtsız-şartsız egemen gücün MGK olduğunu bir kez daha ortaya koyan bu süreç, halen tüm yakıcılığıyla devam etmektedir.
Susurluk raporunda belirtilen, "olaylardan haberdar devlet kurumlarının başında MGK'nın bulunduğu, buz gibi bir gerçek. Bu konuda Mehmet Ağar'ın "MGK'da karar alındı, ben de uyguladım" şeklindeki apaçık ifadesi de orta yerde duruyor. Gel-gör ki, ne bu ifadeyi üstlenen var, ne de bu ifadenin üzerine giden. Bir tek Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı RP'li Mehmet Elkatmış'ın MGK'ya dikkat çeken açıklamaları oldu. Ama bu açıklamalar da, cılız, ürkek ve atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra yapılmış açıklamalar olarak, ses getirici olmaktan uzaktı. (Bu açıklamaların RP iktidardan düştükten ve hatta parti kapatıldıktan sonra yapılmış olması da, olayın bir başka vahim yönü olarak kayda geçiyordu).
Hatırlanacağı üzere, 28 Şubat darbesinin getirdiği süreç içerisinde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi adıyla bir belge ortaya konulmuştu. Bu belge, bir tür "gizli anayasa" olarak, devletin tüm kurumlarının ve hükümet politikalarının ana eksenini tayin edici bir içeriğe sahipti. Ülkenin maruz kalabileceği iç ve dış tehditlerin neler olduğunu ve bunlara karşı yapılması gerekenleri de kapsayan belgede, en önemli iç tehditin İslami gelişmeler olduğu ortaya konuluyordu, işte buna benzer bir belge, bundan 6 sene önce de yine aynı isimle gündeme gelmiş ve o zamanlar fazla uzun sürmesine izin verilmeyen bir "egemenlik" tartışması yaşanmıştı. Gerçek egemenliğin, milleti temsil eden mecliste mi, yoksa meclis dışındaki güç odaklarında mı olduğu noktasına odaklanmak üzere olan tartışma, ciddi bir sorgulamaya dönüşmeden gündemden düşüvermişti. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel'in de epey kafası karışmış olacak ki, şunları söylüyordu: "Ben de açıklamayı görünce, kafaların karışacağını fark ettim. Ama altında bir şey aramayın" [13-19 Eylül 1992, Nokta] Süleyman Demirel'in "altında birşey aramayın" dediği belgenin altında, aslında çok şey vardı. Bugünden bakıp bir yaptığımızda, o "şeylerden bir tanesinin, -belki de en önemlisinin- Susurluk sürecini başlatan komut olması kuvvetle muhtemeldi.
Belgede ele alınan tehdit değerlendirmesinin en başında "Kürtçülük" hareketi yer alıyordu. Dış tehditler de, iç tehdide sağladıkları destek uyarınca belgeye konu ediliyor ve bu tehdide karşı takınılacak tavrın ne olması gerektiği, 80 sayfa boyunca işleniyordu. Kamuoyuna bir özet halinde intikal ettirilen belgenin yukarıda bahsettiğimiz "egemenlik" tartışmasına konu olması ise, "onaylanmak üzere hükümete sunulmasına karar verilmiştir" ifadesinden kaynaklanıyordu. Yoksa kimse, belgenin içeriğini ve tehditlere karşı nasıl bir tavır takınılacağını merak edip irdeliyor değildi.
Bilindiği gibi Susurluk raporu, olayların 1993 senesinden itibaren başladığını iddia ediyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin kamuoyuna yansıdığı tarih ise Eylül 1992. Yani belgenin hazırlanıp hükümetin onayına sunulmasının üzerinden 3 oy geçtikten sonra Susurluk süreci başlamış. Demek ki, bu tarihten itibaren gerçekleştirilen MGK toplantıları (Eylül, Ekim, Kasım, Aralık) masaya yatırılabildiği takdirde, Susurluk düğümündeki birçok ilmek daha açılmış olacak. Belki de, raporun açıklanmayan kısmındaki "devlet sırları" içerisinde, bu tarihlerdeki MGK toplantılarından da bahsediliyordur. Neden olmasın?
Tabii bu arada, rapordaki 1993 tarihinin gerçekçi bir tarih olmadığını da belirtmemiz gerekiyor. Ancak bu tarihi, Susurluk'u organize eden ekibin "işe daha sıkı asılma" tarihi olarak kabul edebiliriz. Çünkü biz biliyoruz ki, devletin çeteleşmesi olgusu yeni bir olgu değildir. Kontrgerillacılık ve çetecilik bu düzenin asla vazgeçemeyeceği temellerdendir. Bu gerçeği sadece biz biliyor da değiliz. Kontrgerilla mantığıyla kurulan bu düzenin, yine ancak aynı mantıkla sürdürülebilir olduğunu, ittihatçı Yakup Cemilleri, Topal Osmanları kullananlar da, 12 Eylül karanlığını yaratanlar da çok iyi bilmektedirler.
Susurluk'taki çamurun ve düzenin her zerresine sirayet etmiş olan pisliklerin, yine düzenin kurumları tarafından temizlenebileceğim düşünerek bu yönde politikalar geliştirmek kadar abes bir şey olamaz. İyi bilinmelidir ki, bu çeteci düzen, bırakın pisliklerini temizlemek için çaba göstermeyi, kazaya kurban gitmediği sürece hiçbir pisliğinin tartışılmasına dahi izin vermeyecektir.
Susurluk düğümü, ne MGK'da, ne Meclis'te, ne de mahkemelerde çözülebilir. Susurluk da, ondan önceki düğümler de, ancak halkın dönüştürücü ve devirici gücü doğru bir şekilde harekete geçirildiğinde çözülecek; kontrgerillacılar, çeteciler ancak o zaman tasfiye edilebileceklerdir.