Son 6 yıldır üzerinde çokça konuşulan, yazılan, çizilen bir mevzu; Suriye mevzusu.
Ama görünen o ki Suriye meselesi direkt veya dolaylı sonuçları itibariyle daha uzun yıllar gündemlerimizi meşgul etmeye devam edecek. Çünkü bu hamur daha çok su kaldırır.
Bu süre boyunca Suriye’de gözlerimizin önünde cereyan eden hadiseler aslında bizim hikâyemizdi. Ümmet coğrafyasının hem yerel hem de küresel kuşatılmışlığını en net, en somut bir şekilde tahlil edebileceğimiz çok tipik bir numunedir Suriye meselesi.
Dikkat ederseniz Suriye meselesi üzerinden oluşan tavır alışlar aradan geçen altı yıla rağmen gittikçe daha da derinleşti, belirginleşti belki ama hiç değişmedi.
Suriye, etnik ve mezhepsel yapısıyla küçük bir Ortadoğu gibidir. Bu durum tabiatı itibariyle oraya dair ajandası olan aktörler için uygun bir zemin teşkil ediyor.
Aslında Suriye’yi anlamak, Suriye’de yaşananları kavrayabilmek için uzun değerlendirmelere, derinlemesine analizlere pek ihtiyaç yoktu. Hatta burada yaşanan zulme, vahşete tavır almak için Müslüman olmak da gerekmiyordu; insan olmak yeterliydi! Kuşkusuz zalim bir rejime karşı özgürlük ve adalet talebiyle ayağa kalkan ve “yeter” diyen her halkın eylemini basit bir akıl yürütmeyle desteği hak eden bir talep olarak görmek insan olmanın gereğidir. Aynı şekilde iktidarını ne pahasına olursa olsun terk etmeme adına bu halkı katliamlarla, sürgünlerle, açlıkla ve işkenceyle yola getirme çabasındaki bir rejimin tavrı ise vicdan sahibi her insan için lanetlenmeyi hak eden zalimlikten başka bir şey değildir. Mamafih gelinen noktada 500 bini aşkın Suriyeli hayatını kaybetti. Bir o kadarı yaralandı veya sakat kaldı. 3 milyonu Türkiye’de olmak üzere yaklaşık 6 milyon Suriyeli muhacir oldu ve Suriye tam bir viraneye döndü.
Sonuçtan hareketle kendi tezlerinin haklı çıktığını söyleyenler şimdi biraz da cesaretlenmiş olarak seslerini daha gür çıkarmaya başladı.
Neymiş?
- Keşke diyalog ve diplomasi yoluyla bu iş hal olunsaymış!
- Keşke silaha başvurulmasaymış!
Bunları söylerken de alttan alta muhalifleri suçlamaktan geri durmuyorlar.
İnsani yardım çalışmalarımız dolayısıyla birçok muhalif grubu tanıma imkânımız oldu. İşin başında belki biraz şaşkın ve dağınık bir görüntüleri vardı ama tüm samimiyetimle söylüyorum; böylesine bir yiğitliğe, böylesine bir fedakârlığa, böylesine bir cesarete tarihin çok az bir dönemi tanıklık etmiştir. Büyük bir kararlılık ve cesaretle sahip oldukları ne varsa hepsini feda etmekten çekinmediler.
Yıllarca bu insanlar; korkak olmak, keyfine düşkün olmak, gayretsiz olmakla suçlandı. Tüm imkânsızlıklarına rağmen sadece Allah’a güvenip dayanarak Esed’e, İran’a, Rusya’ya ve ABD’ye karşı ortaya koydukları destansı direniş herkesi, hepimizi mahcup etti.
Onları gayretsizlikle suçlayanlar, mahcup olup özür dileyeceğine kimi zaman onları ABD maşası, kimi zaman kendi zaaflarını ve iç ihtilaflarını aşamamakla itham etmeye devam etti. Kimlerin kapalı kapılar ardında ABD’yle iş tuttuğunu artık hepimiz çok iyi biliyoruz.
Evet; muhaliflerin ortak bir çatı oluşturamayışı işin başından itibaren kendileri açısından en büyük dezavantaj ve zaaf kaynağıydı. Bunu kendileriyle konuştuğumuzda onlar da kabul ediyordu ama 3 kişinin yan yana dolaşmaktan bile çekindiği bir ülkede; organizasyon, örgütlülük, birlikte iş yapma becerisi gibi zaaflı yönlerini bir kenara bırakırsak iyi niyetle sokak sokak, mahalle mahalle, köy köy, aşiret aşiret başlayan bu intifadayı toparlama anlamında büyük başarılar elde ettiklerini söylemek abartı değil.
Özgürleştirdikleri alanları Esed, İran, Rusya ve ABD’nin hava saldırıları karşısında savunacak imkânlara sahip olamayışları onlar için en temel handikaptı. Bu da imkânla alakalı bir şeydir. Bu durum olsa olsa muhaliflerin kimden yardım alarak direnişlerini sürdürdükleri noktasında bir fikir verir.
Özetle; Suriye hadisesine başından itibaren hep çarpık bakanlar her aşamada direnişçilere dair eksiklere, zaaflara, olumsuzluklara kilitlenmiş bir tutum içinde oldular.
Daha evvel yolu düşenler bilir. Suriye tam bir açık cezaevi gibiydi. Üç kişinin bile yan yana yürümekten çekindiği, baskının, zulmün ve her türlü insanlık dışı uygulamanın devlet tarafından hoyratça uygulandığı, istihbarat marifetiyle yönetilen bir ülke…
Diktatörlerin tipik karakteridir. Kendilerinden sonra hiçbir şeyin anlamı kalmazmış gibi saltanatları uğruna her yeri viraneye çevirirler. Kim ne derse desin Esed rejiminin Suriye’de iktidarını devam ettirmesinin imkân ve ihtimali kalmamıştır. Esed, barışçıl gösterilerle hak talebinde bulunan sivil halkın üzerine ateş açtığı gün bu savaşı kaybetti. Artık Esed rejiminin kaderi sadece Suriye içerisindeki hadiselere bağlı olmaktan öte bölgede gittikçe derinleşen daha büyük fayların sonuçlarına da bağlı hale gelmiştir. Hâlihazırda bile Suriye’yi yöneten Esed değil, Rusya ve İran’dır.
Halkın başkaldırısına karşı tankla, topla, tüfekle karşılık veren bir diktatöre sorulacak en temel soru şu: Sen kimin topraklarını, hangi hakla, neye karşılık olarak İran ve Rusya’ya peşkeş çekiyorsun?
Suriye Denkleminin Kilit Aktörü Durumuna Gelen PYD
Açıkçası Suriye’de olaylar ilk patlak verdiğinde Suriye’de Kürtlerin en ön safta bu direnişe katılacaklarını bekliyordum. Tabi ki Kürtler derken PYD’yi kastediyorum.Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında dağılmış olan Kürtler içerisinde en çok hak mahrumiyeti yaşayan kesim Suriye Kürtleri olmuştur. Suriye intifadası başladığı dönemde Suriye’de 300 bin Kürt ecnebi (yabancı) statüsünde yaşıyordu. Bunlar kamu dairelerinde çalışamıyor, mülk satın alamıyor, eğitim ve sağlık imkânlarından yararlanamıyordu.
Gerçi PYD’nin dolayısıyla PKK’nin Esed ve İran’la ilişkileri hep şaibeli ve kuşku uyandırıcıydı ama böylesine açık bir olayda Esed’e destek çıkmaya yüzleri de cesaretleri de olmaz sanıyorduk. Türkiye’yi meşgul etmek ve Suriye’de Türkiye’nin önünü kesmek üzere Esed ve İran’ın kendilerine tevdi ettiği vesayet savaşını üstlendiler. Ateşkes sürecini bozdular, iyi örgütlendikleri bazı ilçelerde hendek kazıp özyönetim ilan ettiler.
Bugün bile gâh Rusya’yla gâh emperyalist ülke diye niteledikleri ABD’yle her tülü kirli ilişki kurmaktan çekinmeyerek Suriye’ye ilişkin ajandası olan her kes için kullanışlı bir enstrümana dönüştüler. Ve bölgeye ilişkin ajandaları olup da onların bu kullanışlılığını fark eden tüm aktörler tarafından bundan sonra da bölgede baş ağrıtacak bir enstrüman olarak kullanılacaklarına şüphe yok.
Peki, onları Suriye denkleminin kilit aktörü durumuna getiren saikler nelerdir?
Kürtlerin Suriye’deki varlığı yeni değil. Ayrıca bu insanların Baas rejimi altında maruz kaldıkları gayrı insani muamele de zaten bilinen bir husustu. On yıllardır bu insanların yaşadıkları zulmü ve hak ihlallerini görmezden gelen Batı’nın birdenbire alevlenen PYD aşkını gerçekten de iyi niyetle, insani hasletlerle izah etmenin imkânı yok. Dahası, tarihin hiçbir döneminde Batı’nın insani duygularla ümmet coğrafyasına müdahil olduğuna dair bir vaka bilmiyorum.
Bu durumda PYD’nin cazip ve vazgeçilmez hale gelmesine dair iki ihtimal akla geliyor:
Birincisi, Bölgede PYD’nin seküler bir güç olarak ilgi çekmesi.
İkincisi, Irak tecrübesinden de istifadeyle bölgeyi etnik ve mezhepsel temelde bölerek sorunları içinden çıkılmaz hale getirmenin en etkili yolu olarak görülmesi. Bu denklem aynı şekilde kısa ve orta vadede Türkiye ve İran’ı da istendiği zaman üzerinde operasyon yapılabilecek şekilde zaaflı bir hale getiriyor.
Türkiye’nin Suriye Politikası Avantajlı ve Zaaflı Yönler
AK Parti hükümetinin sürece başından itibaren olumlu yaklaştığını ve süreci aktif biçimde desteklediğini söyleyebiliriz. İntifada sürecinin etkili olduğu her yerde hükümet bazı durumlarda ciddi riskleri göze alarak, bazen de doğrudan ağır bedel ödeme pahasına halkın taleplerinin yanında durarak ahlaki bir dış politika sürdürmüştür. ABDve NATO’nun ileri karakolu olmak dışında bir vizyonu olmayan Kemalist Cumhuriyetin son yüz yıllık politikalarıyla kıyaslandığında; AK Parti hükümetinin kendi bağımsız politikalarını hayata geçirme noktasında sergilediği zaaflı görüntüsüne rağmen hiç değilse Batı vesayetinden kurtulma çabası bile desteklenmesi, cesaretlendirilmesi ve takdir edilmesi gereken bir çabadır.
Bu noktada mevcut hükümetin mazlum halklar ve İslam ümmeti ile dayanışma doğrultusunda izlediği bu politikayı genel hatlarıyla olumlamak adaletin gereğidir. Hakeza haktan, adaletten ve ümmetin maslahatından yana atılan adımları desteklemek de.
Türkiye başından itibaren küresel güçlere kabul ettirmeye çalıştığı tezlerinde haklı çıktı. Değil mi ki Batı en çok şiddet yanlısı fanatik gurupların kendi güvenliklerini tehdit ettiğinden dert yanıyor. Türkiye’nin, gerek Irak gerekse Suriye için altını ısrarla çizdiği husus; buralarda halkın yönetimde söz sahibi olabildiği, daha adil ve şeffaf yönetimlerin tesis edilmesi yönündeydi. Türkiye ısrarla şunu söylüyor: Hak arama imkânlarının olmadığı, baskının, zulmün olduğu yerde tüm bu şekvacı olduğunuz eğilimler artıyor.
Suriye politikasındaki zaaflı yönlere gelince:
Suriye meselesinde en avantajlı ülke konumunda bulunan Türkiye bu konumunu değerlendiremedi. İşin başında Suriye olayına aktif bir şekilde müdahale etmesini engelleyen gerekçeler her ne idiyse şimdi çok daha dezavantajlı bir şekilde bunların tümüyle yüzleşmek durumunda kaldı. Şu anda 900 km’lik Türkiye-Suriye sınırının 600 km’si PYD kontrolünde.
Türkiye artık tüm kozlarını açık bir şekilde oynamak durumundadır. PYD’nin güneyden çevrelemesine engel olmak. Bu politikaya mahkûm olmak Türkiye’nin yumuşak karnı olmuş. ABD, Rusya, İran, Esed, Kürtler, Türkler, Araplar… Herkes bu durumun farkında.
Söz gelimi: İran’ın Suriye’ye dair bundan sonrası için neler düşündüğünü bilen var mı? Veya Rusya’nın? ABD ve Batı dünyası şimdilik tüm kartlarını seküler bir güç olarak keşfettikleri PYD üzerinden oynuyorlar ama son kertede çıkarları onları nereye yönlendirirse öyle davranırlar.
Türkiye’nin kendi iç dinamikleri problemliydi. Kendi basını tarafından bile mütemadiyen IŞİD destekçisi şeklinde lanse ediliyordu. MİT tırları operasyonunu hatırlayın. Kendi askeri kendi istihbaratçısına operasyon çekiyor, hükümetin (dolayısıyla devletin) teröristlere silah yardımı yaptığını tüm dünyaya faş ediyordu! Akabinde 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Böylesine bir kakofoni içerisinde, kendi içinde bu kadar zaaflı bir durum söz konusu iken dışarıda güçlü bir oyun kurucu olması da mümkün olamazdı. Olamadı da. İran’la kıyaslayınca doğrusu böyle bir tablo göze çarpıyor.
Şunu kabul etmek gerekir ki Suriye meselesinde Türkiye çok zor bir süreçten geçiyor. Hem Suriye hem Irak yanı başımızda ve bu iki yerde de savaşımızı ABD’ye karşı veriyoruz. İran, Rusya, Suriye, PYD ve diğer Türkiye karşıtı ülkeleri saymıyorum bile…
Ufak bir dalgınlık veya hata hepimize çok ağır bedeller ödetebilir.
Türkiye’nin Suriye sahasından yenilgiyle çıkması salt bir askerî başarısızlık olmanın ötesinde; sadece bizlerin değil, Irak’taki, Suriye’deki, Mısır’daki, Filistin’deki Müslümanların mevzi kaybetmesi anlamına geliyor.
Türkiye’deki özerklik ilanları ve hendek hadiseleri bile tek başına aslında nasıl büyük bir tehditle yüz yüze olduğumuzu gösteren çok önemli tecrübelerdi. Namaz kıldığı için Kamışlı’dan, Haseke’den hicret etmek zorunda kalmış onlarca kişi tanıyorum.
Tüm eksik ve zaaflarına rağmen Türkiye’nin; Irak, Suriye, Mısır ve Filistin’de takip ettiği politika, sadece bu bölgede yaşayan Müslümanlar için değil yeryüzünün değişik coğrafyalarında yaşayan diğer Müslümanlar için de büyük bir moral ve motivasyon kaynağı oluyor.
Hâlihazırda Türkiye Astana’da Rusya ve İran’la, diğer yandan ABD’yle kritik müzakereler yürütüyor. Şuna eminiz ki emperyalist güçler dertlerimize derman olacak bir işi asla yapmazlar bilakis fırsat buldukça yaramıza tuz basarlar.
Evet, belki Türkiye Suriye’de oyun kurucu olamadı ama Türkiye’ye rağmen onlar da istedikleri oyunu kurgulamakta güçlük çekiyor. Bu önemlidir.
Son olarak:
Ortadoğu coğrafyasında halklar tarihî yürüyüşlerine kaldıkları yerden devam etmek için kıyam ettiler. Böylesine bir şuur, böylesine büyük bir azim ve kararlılıkla başlatılan bu kıyamı, bu özgürlük yürüyüşünü Allah’ın izniyle hiçbir güç durduramaz.
Biz Müslümanlar olarak; vaktimizi emperyalist güçlerin ajandasında acaba ne var diye havayı koklayarak tüketemeyiz. Bizim kendimize ait bir ajandamız var: Kendi referanslarımız olan Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalarak tüm yeryüzünü imar ve ıslah etmek, yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmek.