Bayramın üçüncü gününde Suriye’nin Halep şehrinin Eşrefiye Mahallesi bir direniş komitesi ile PYD’ye yakın silahlı milis gücü YPG arasında silahlı çatışmaya sahne oldu. Bu olay henüz soğumadan Rasul Ayn’da baş gösteren ve yaklaşık bir hafta süren gerilim farklı kesimlere ve ülke yönetimlerine korku, endişe ve sevinç şeklinde yansıdı. Taraflara yakın duran medya organlarının kendi cenahını haklı çıkarmaya yönelik olarak tek boyutlu aktarmayı öncelediği bu gelişme Türkiye basınında da karşılık buldu. Kişi ve kesimlerin durduğu yere göre değişen yorum ve değerlendirmeler beraberinde üç yaklaşım tarzı veya perspektifi öne çıkardı. Bunlar: 1- “Suriye’de Arap-Kürt çatışması” 2- “ÖSO Kürtlere saldırdı!”, 3- “Suriye PKK’si direnişçilere saldırdı!” şeklinde özetlenebilir.
Olayı “Suriye’de Arap-Kürt çatışması” yaklaşımıyla sunan eğilim kendince tarafsızlık havası veriyor görünse de özünde öyle değil. Olayı bu şekilde sunanların bir kısmı “İşte gördünüz mü? Biz dememiş miydik Esed’in gidişi etnik boğazlaşmayı getirir diye!” pişkinliğiyle hareket etmekte ve bu şekilde Suriye’deki başkaldırıyı tahfif etmeyi amaçlamaktadırlar. Bu yaklaşım sahiplerine söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Çünkü iflah olmaz bir koşullanma içerisindeler.
Olayı “ÖSO Kürtlere saldırdı!” şeklinde sunanlar Kürt milliyetçi perspektifini taşıyorlar. Bu yaklaşım sahipleri Suriye direniş güçlerine ve bu cümleden olarak ÖSO’ya olumsuz bakmakta; hatta bir kısmı açık açık ÖSO’yu TC’nin kuklası ve Kürt düşmanı olarak tanımlamaktadırlar. Bunlara göre Suriye Kürtleri ne yaparsa yapsın her durumda haklıdırlar. Bağlı olarak Kürt örgütlerin yaklaşım ve tutumlarını sorgulayan, eleştirel bakan herkesi de kabaca “Kürt düşmanı!”, “hain”, “işbirlikçi”, “aldatılmış” vb. kalıplarla etiketleyerek hedef göstermektedirler.
Bu kesim etnik milliyetçilik bataklığında bocalamakta ve de saldırgan bir üslupla öne çıkmaktadır. Saplandığı fanatik milliyetçi koşullanma sonucunda tartışma zeminine kapalıdır. Bu kesim ya Suriye Kürtlerini PYD ve tabanına indirgemekte ya da Suriye Kürt toplumunu ve siyasal muhalefet öbeklerini tanımadığı halde ahkâm kesme kolaycılığıyla davranmaktadır. Tanımadığı için de milliyetçi genelleme kolaycılığına rahatlıkla düşebilmektedir. Oysa Suriye Kürtlerinin gerçekliğini biraz bilmiş olsalar ve gelişmeleri farklı kesimlerin nasıl görüp yorumladığına bir zahmet edip bakabilseler bu söylemin PYD ve hamisi PKK’nin söylemi olduğunu, fotoğrafın tamamını yansıtmadığını ve Suriye’deki bir kısım Kürt örgütün de gelişmeleri okuma biçiminin farklı olduğunu görebilirler/di. Ne var ki milliyetçi koşullanma hem adalet ve hem de basiret kabiliyetini örterek sahiplerini kör saldırganlara dönüştürmektedir.
Örneğin ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) içerisindeki bir örgüt olmakla beraber Suriye direnişine de olumlu bakan ve de taban düzeyinde aktif katılımlara engel olmayan Kürt Özgürlük Partisi (Azadî) vb. partilerin gelişmeler karşısında sergiledikleri yaklaşımlar farklı olmuştur. Hatta Azadî örgütü lideri Mustafa Cuma, Halep’in Eşrefiye Mahallesinde YPG/PYD ile çatışan Selahaddin Eyyubi Tugayının kendilerine yakınlık duyan Kürtlerden oluştuğunu belirterek Eşrefiye’deki olayların aslında Kürt-Kürt çatışması niteliği taşıdığını söylemiş ve bu nedenle de PYD’nin şiddetli tepkisine maruz kalmıştı. PYD, örgütü hainlikle suçlamış ve Yüksek Kürt Konseyinin ikinci büyük bileşeni ve PYD dışındaki 16 oluşumdan oluşan ENKS’yi zorlayarak Azadî hakkında soruşturma başlatmaları ve konsey üyeliğinden ihraç etmeleri yönünde baskı oluşturmuştur.
Son olarak bu ve benzeri gelişmeleri “Suriye PKK’si direnişçilere saldırdı!” yaklaşımıyla ele alan yönelimin de zaaflar taşıdığını belirtmiş olalım. Bu yaklaşım genel anlamda Suriye direnişini sahiplenen kesimlerin bir kısmından sudur etmektedir. Ancak bu kesimler Suriye direnişini sahiplenme noktasında aynılaşsalar da direnişin doğası, direniş güçlerinin yaklaşım ve kimliksel konumları ve Suriye muhalefeti ile Kürt örgütleri arasındaki ilişkilere yaklaşım noktasında farklılık arz etmektedirler. Bu farklılıkların yüksek perdeden konuşulmuyor olması bizim açımızdan farkındalık yokluğundan değil, direnişin maslahatına aykırı görülmesindendir. Ancak direnişi daha çok duygusal zeminde sahiplenerek gelişmeleri olgulardan ve ilkesel tutarlılıktan ziyade hamaset zemininde sunanlar samimi olmakla beraber adalet ve tutarlılık terazisine vurulduğunda önemli zaaflar taşımaktadırlar. Suriye’deki halk ayaklanmasını savunan kesimlerin bir kısmının milliyetçilikten yeterince arınamadığı, PKK ve PYD’nin hem İslam karşıtı Marksist ve hem de Esed yanlısı tutum özellikleri itibariyle bu kesimlerce neredeyse Kürtlerin tümüne teşmil edildiği ve Suriye direnişinin PYD ile çatışmasının adeta istenen, arzulanan bir durummuş gibi görüldüğüne dikkat edilmelidir.
ÖSO-PYD Çatışmasının Yayılması Kimin İşine Gelir?
Bu şerhi düşmek kaydıyla söyleyecek olursak elbette ki “Suriye PKK’si direnişçilere saldırdı!” ifadesi olgudan kopuk değildir. Nitekim PYD öteden beri ÖSO ve bağlantılı grupların etkinliklerini engelleme yoluna gitmiştir. Direniş unsurlarının PYD’nin “kurtarılmış bölgeler” ilan ettiği alanlardan geçişleri yer yer engellense de PYD bu engellemeleri kamuoyu ve basın önünde sahiplenememişti. Ancak bu son gelişmelerde adı geçen örgüt açıkça bu fiili sahiplenir yönde beyanlarda bulunmuş ve hatta Kürtlere seferberlik çağrısı yapmıştır.
Hatırlanacağı üzere PYD, Esed rejiminin sunduğu avantajlardan da istifadeyle direnişe aktif katılmayacağını ama karşı da durmayacağını belirtmiş ve PYD dışındaki Kürt siyasi oluşumlarının kahir ekseriyeti de Suriye Ulusal Konseyi ile diplomatik ilişkilerinden istenilen sonucu alamayınca süreç içerisinde PYD’nin bu fırsatçı siyasetine teslim olmuşlardı. Erbil de bir diğer fırsatçılık örneği ortaya koyarak Suriye’deki Kürt örgütleri arasında görece birliği sağlamaya çalışmış ve böylece daha güçlü bir pazarlık zemini oluşturmayı başarmıştı. O gün bugündür Suriyeli Kürt örgütleri ile ÖSO arasında adı konulmamış bir anlaşma yürürlükteydi. Buna göre Kürt örgütlerine ve bölgede oluşturdukları kısmi otoriteye rejimin yanında ve direnişin karşısında yer almadıkları, fiilen tarafsız kaldıkları sürece tolerans gösterilecek ve Kürt örgütlerinin özerklik talebi devrim nihayete erdiğinde referanduma sunulacaktı. Ne var ki Halep-Eşrefiye ve Rasul Ayn’daki son gelişmeler tam da bu örtük sözleşmeyi tehdit edecek özelliktedir.
Şükür ki gelişmeleri Arap-Kürt çatışması şeklinde yorumlayan ve rejimin işine gelen yaklaşım, geçtiğimiz günlerde basına yansıyan ÖSO-PYD arasında varılan çatışmasızlık antlaşması ile boşa çıkarıldı. Bu, reel olarak Suriye halklarının ve direnişin lehineydi. Çünkü mevcut ortamda ne ÖSO’nun PYD ile, ne PYD’nin ÖSO ile ve ne de -her ne kadar istese de- rejimin Kürtlerle çatışma lüksü bulunmamaktadır. Aslında Suriye halkının kendi geleceğini özgürce kurmasının karşısında olan birçok bölgesel gücün arzuladığı şeyin tam da bu hedef sapması olduğu söylenebilir.
“Kürt-Arap Çatışması” İddiası Ya da Hedef Saptırma Kurnazlığı
Suriye’de son zamanlarda bazı bölgelerde öne çıkan YPG-ÖSO çatışmalarını anlamlandırmayı kolaylaştırmak için ÖSO’nun Ahmed Cibril önderliğindeki Filistinli grubun kampına yaptığı baskın örnek verilebilir. Hatırlanacağı üzere 25 Kasım 2012 tarihinde ÖSO, yaptığı açıklamada Cibril’in kampına operasyon düzenlediğini ve kampı dağıttığını bildirmişti. Suriye’de rejimin bir tür taşeronu olarak görev yapan Cibril ve kendisine bağlı Filistin kökenli unsurlar, direnişin yanında veya rejimin karşısında duran Filistinli muhacirlerin yoğunlukta yaşadığı Yermük mülteci kampındaki Filistinlilere karşı baskı, gözdağı, kaçırma ve öldürme eylemleri ile anılıyorlardı. Şimdi ÖSO-Cibril çatışması Suriye-Filistin çatışması mı olmuş oluyor? Bununla mukayese edildiğinde bölge halkının kahir ekseriyeti ve hassaten de Suriyeli birçok Kürt örgütü arasında Suriye PKK’si olarak tanımlanan PYD’nin direniş yanlısı ve rejim karşıtı Kürtlere karşı yer yer sergilediği tutum da Cibril ve taifesininkinden farksız. Dahası ÖSO’nun PYD’ye yönelik doğrudan bir saldırısı da söz konusu değil. Tersine burada ÖSO’ya bağlı direniş unsurlarının faaliyetlerinin PYD/YPG tarafından engellenmesi ve buna karşı gösterilen bir direniş söz konusu. PYD de Suriye’deki mevcut çatışma halinin oluşturduğu otorite boşluğundan istifadeyle fırsatçı bir siyaset geliştirmiş ve rejimden de destek alarak “Batı Kürdistan halkını çatışmalardan korumak” adı altında rejimin sınır muhafızlığına soyunmuştur. Suriye’de yaklaşık 2 yıldır direnen halkın aleyhine olarak sürdürülen bu kirli ittifakla direniş güçlerinin şu aşamada mücadele etme imkânı bulunmuyor. Ek olarak da PYD dışındaki diğer bazı Kürt örgütlerinin de sürece dâhil olmasının PYD zorbalığını kontrol edilebilir duruma getirdiği düşünülerek kısmi bir rahatlama yaşanmıştı. Sonuç olarak yazılı düzlemde tanımlanmayan fiilî bir tutum ortaya çıkmıştı ki bu da “Direnişin karşısında rejimin lehine faaliyetlere girişmedikçe tolerans” siyaseti şeklinde tanımlanabilir. Ne var ki gerek Halep’in Eşrefiye Mahallesinde ve gerekse de Rasul Ayn’ı Şam’a ulaşma noktasında bir geçiş güzergâhı olarak kullanmak isteyen ve bu bağlamda rejim güçleriyle çatışmaya giren direniş unsurları, karşılarında PYD bağlantılı YPG güçlerini buldular. Bu güçlerin direnişi engelleme girişimi sonucunda çatışmalar yaşanmıştır.
PYD Kürt bölgelerinde otorite kurduğunu iddia ediyor ancak bu nasıl bir “kurtarma” ise rejime tek bir kurşun dahi sıkılmadan bu süreç gelişiyor! Öte yandan sözlü beyanlarda direnişin karşısında olunmadığı demagojisi yapılıyor. Peki, direnişin karşısında olmayan bir gücün, düşman unsura ulaşmak için “kurtarılmış bölgeler”in kullanılmasına engel olması ahlaki bir tutum mudur? Bu nasıl bir “kurtarılmış bölge”dir ki katliam ordusundan ayrılan Kürt kökenli askerleri barındıramıyor, rejime karşı mücadele eden Kürtlerin gösteri vb. etkinliklerini zorbalıkla boğuyor ve direniş güçlerinin bölgeyi kullanmasını engelliyor?
PYD, kaos ortamında bölgede sanki bölge halklarının onayıyla federal bir yapı oluşmuş da kendisi de bu yapının Kürdistan’daki temsilcisi havasında! Hâlbuki böyle bir şey yok! Yarının Suriye’sinde nasıl bir yönetim tarzı oluşacağı şimdiden bilinemez. Bu konuda PYD veya başka bir gücün geleceğe dair program ve fikir sahibi olması elbette ki doğaldır. Ancak bunun diğer taraflarla istişare edilerek kararlaştırılması da bir diğer ahlaki gerekliliktir. Öbür türlüsü bölge halklarına kazandırmaz, kaybettirir. Öte yandan Suriye’nin geleceğine ortak olmak isteyen bir oluşumun bu konuda söz hakkına sahip olması için tabii ki öncelikle geleceği bugün canıyla kanıyla örmeye çalışan çabalara ortak olma ahlakiliğini göstermesi zorunludur. PYD’nin ise böyle bir ahlakilikten çok uzak olduğu aşikârdır. Daha da önemlisi bu çaba içerisinde olanları engelleme, sözde kurtarılmış bölgeleri kullandırtmama girişiminin ne ahlakilikle, ne dürüstlükle ve ne de politik basiretle hiçbir ilişkisi söz konusu olamaz! Bu, olsa olsa halkların kanı ve gözyaşları üzerinden fırsatçılığa soyunma oportünizmi ve iktidar kibridir. Üstelik de realitesi olmayan hayalî bir iktidarın!
Ortada Arap-Kürt Veya Kürt-Arap Çatışması Yok!
Bölgedeki münferit gelişmeleri hummalı bir şekilde “Arap-Kürt çatışması” şeklinde sunan yaklaşım biçiminin tuzaklarına da dikkat edilmeli. Bu yaklaşım, tam da PYD gibi etnik milliyetçi hareketler ve köşeye sıkışmışlığını etnik boğazlaşma üzerinden aşmayı arzulayan Baas diktasının arzuladığı şeydir. Gelişmeleri etnik milliyetçi başlıklarla aktaranlar da bilerek ya da bilmeyerek bu oyunun bir parçası olduklarını fark etmek durumundadırlar.
Suriye’deki münferit gelişmeleri Arap-Kürt çatışması şeklinde sunan, buradan hareketle felaket tellallığına soyunanlar gayri ahlaki bir aymazlık içerisindeler! Suriye’de yarım asırlık Baas diktatörlüğünün farklı etnik kimlikleri inkârı döneminde etnik savaş yaşanmadı da şimdi mi yaşanacak?! Üstelik de bu politikanın yanlışlığına isyan eden ve farklı etnik kimlikleri kucaklayan bir hareket olduğunu her fırsatta ibraz eden bir hareket bunun parçası olacak öyle mi? Bu, sadece aymazlık değil aynı zamanda direnişe atılmış açık bir iftiradır da! Suriye’de olan şey etnik çatışma değil, zulüm-adalet çarpışmasıdır. Kendinizi kandırmayın beyler! Kürt-Arap çatışmasından değil, siz olsa olsa Kürt-Kürt çatışmasının tehlikesinden bahsedebilirsiniz. Keza diğer Kürt örgütleri üzerindeki PYD zorbalığı sürdüğü takdirde bölge insanını götüreceği nokta asıl bu olacaktır.
Arap-Kürt çatışması üzerinden felaket tellallığına soyunanlar, PYD dışındaki Kürt örgütlerinin dikkat çektiği bu Kürt-Kürt çatışması tehlikesini neden gündemleştirmiyorlar? Çünkü işlerine gelmiyor! Hele de bu, bölgeye yaklaşımda “Batı Kürdistan halkının kazanımları ve bu kazanımları sindirmeyen AKP ve işbirlikçisi ÖSO” iddiasına yaslanan Kürt cephesindeki etnik milliyetçilerinin işine hiç mi hiç gelmez. Çünkü onlar için varsa yoksa “Kürt ulusunun kazanımları”… Bu büyük “kazanımlar” uğruna PYD’nin ne dünyanın gözü önünde yaklaşık 2 yıldır halkına karşı kıyıma girişen zorba bir güce gösterdiği şirinlik, ne bu hareketin kendisi dışındaki Kürt örgütlerine karşı sergilediği acımasızca tutum ve ne de ülkelerini özgürleştirmek için canla başla direnenler karşısında sergilediği müfteri ve engelleyici siyaset görülmemesi, es geçilmesi, yok sayılması gereken detaylardan ibarettir.
Etnik Milliyetçi Seferberlik Çağrısı: Kürtlere Özgürlük mü, Felakete Davetiye mi?
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus da PKK/KCK örgütünün Suriye’deki olaylar üzerinden Kürt halkına sık sık yaptığı seferberlik çağrısıdır. Şüphesiz PKK gibi kan kaybeden bir hareket açısından Suriye’nin kuzeyinde yaşanmakta olan olaylar elbette kendini gündemleştirmek için kaçınılmaz bir fırsat oluşturmaktadır. Suriye’de olayların baş gösterdiği tarihten bu yana Türkiye’deki eylemlerine daha bir hız veren bu yapılanma, mevcut konjonktürde Esed yanlısı tutum sergileyen bölgesel ve küresel güç odakları için cazibeli olduğunun farkındalığı içerisinde hareket etmektedir. Kendisi her ne kadar örtbas etme yoluna gitse de gerek bölgesel şartlar ve gerekse de bizzat örgütün kendi yönelimleri ve ek olarak da yer yer basına yansıyan kimi gelişme ve beyanlar örgütün Türkiye genelinde izlediği mantıksız eylemlilik sürecinin özgünlüğüne dair şüpheleri çoğaltmaktadır. PKK’nin çirkin ilişkilerini, yer yer soyunduğu taşeronluk misyonunu görmek için tabi ki ne Suriye’deki olayları beklemeye ve ne de Kurtlar Vadisi’ni izlemeye gerek yok! Suriye’deki süreçle beraber örgütün bu özelliği yalnızca daha bir belirginleşir olmuştur o kadar!
Bu zeminde yoğunlaşan işbirlikçilik suçlamasını savmak için örgüt birimlerinden yapılan en anlaşılabilir iddia, “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur!” amiyane tabirinde ifadesini bulan “stratejik ittifak” söylemidir. Ne var ki örgütün “stratejik ittifak”larının temsil iddiasında olduğu Kürt halkının günü ve geleceğine katkı oranı tartışmalıdır. PKK/KCK örgütü PYD üzerinden Suriye’de dolaylı olarak söz sahibiydi. Basında Arap-Kürt çatışması şeklinde sunulan gelişmeler sürecinde ise örgütün Suriye Kürtleri üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm daha da görünür oldu. Bu süreç boyunca örgütün medya uzantılarından olan ANF, DİHA vb. ajanslar olayları sürekli olarak etnik milliyetçiliği kışkırtıcı yönde kamuoyuna sundular. Gelişmeler büyük oranda PYD/YPG lehine çarpıtılmış şekilde sunulurken ısrarlı olarak direniş güçlerinin gizli ajandalar taşıdıkları, Türkiye’deki “Kürt düşmanı AKP Hükümeti”nin taşeronu oldukları ve temel amaçlarının da “Batı Kürdistan halkının kazanımları”nı boşa çıkarmak olduğu yönünde propagandif mesajlar verilerek dünyanın her yanındaki Kürtlerden “Batı Kürdistan halkının kazanımları”nı korumak için seferber olmaları isteniyordu. Seferberlik kapısı ise tabii ki AKP Hükümetinin ve Suriye direniş güçlerinin karşısında ve PKK’nin yanında yer almaktan geçiyordu!
Bu yönde çağrı ve yorumsamalar yalnızca “haber”lerle de sınırlı değil üstelik. Örgüt resmen kendi imzasıyla bu değerlendirme ve çağrıların yer aldığı birkaç bildiri yayınladı.
Anlaşılan PKK, PYD üzerinden bölgedeki gelişmeleri yönlendirmeye ve süreci kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Gelişmeleri yönlendirmek, müdahillik gücünü artırmak için dozajı yükseltilen tedhiş eylemleri ise örgütün güvenirliğini daha bir gölgelemekte, resmi söylemle özdeşlememek için onu PE-KE-KE şeklinde telaffuz edenlerin gözünde de giderek PE-KA-KA’laşmaktadır.
Öte yandan oportünist siyaset sonucunda “Batı Kürdistan halkının kazanımları”nı sahiplenmek üzere başta Türkiye (Kuzey Kürdistan) Kürtleri olmak üzere dünya genelindeki Kürtleri etnik milliyetçi histeri temelinde ulusal seferberliğe ısrarla çağıran örgütün bu siyasetinin yakın ve orta vadede Kürtleri özgürlüğe mi yoksa felakete mi götüreceği sorusu, üzerinde hassasiyetle durulması gereken boyutu oluşturmaktadır.