Suriye’de Katledilen Kardeşlerimiz Türkiyeli Müslümanların Umurunda mı?

Musa Üzer

Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Suriye ile devam eden Ortadoğu intifadasına ilişkin yaklaşım ve tutumlar aynı zamanda Türkiyeli Müslümanların hali pürmelâlini yansıtmaktadır. Belki yüzyılda bir olacak gelişmeler bu dönemde birkaç ülkede birden meydana gelmesine rağmen sanki sıradan gelişmeler yaşanıyormuş gibi bir görüntü hâkim. Müslümanların 1990 sonrası tecrübelerine baktığımızda Irak, Cezayir, Bosna, Filistin, Çeçenistan ve Afganistan’da Müslümanları ilgilendiren gelişmeler karşısında nispeten aktif duyarlılıklar gösterilmesinden bugün neredeyse ölü toprağı serpilmiş bir hale gelindi. İdeoloji, perspektif, mücadele, örgütlenme noktasında geçmişte birçok eksiklik olmasına rağmen sahip olunan duyarlılık Müslümanların mücadelelerine sahip çıkma açısından pratik olumluluklar ortaya çıkmasına vesile oluyordu.

Bugün ise ortaya konulan eylemliliklerin zayıflığı tablosu ile karşı karşıyayız. Son dönemde (Filistin-Gazze meselesini hariç tutarsak) sadece Mısır intifadası ile ilgili nispeten geniş denilebilecek eylemlilikler sergilendi diyebiliriz. Ama geçmiş dönemle kıyaslandığında Müslümanların Mısır’daki diktatörlük karşıtı hareketini sahiplenme seviyesi yine de zayıf kaldı. Mısır’da yaşananların dünyanın gündeminde daha fazla yer etmesi, Tahrir Meydanı’nın muhalifler tarafından ele geçirilmesi ve propaganda açısından verimli bir şekilde değerlendirilmesi, muhaliflerin örgütlülüğü, İhvan-ı Müslimin hareketinin İslam dünyası ve Türkiye’de bilinirliğinin etkisi gibi unsurlar bu eylemlerin Tunus, Libya, Suriye gibi yerlere nispetle daha büyük olmasını sağladı. Hüsnü Mübarek’in istifa ettiği zaman Tahrir Meydanı eylemlerinin üzerinden 18 gün gibi kısa bir sürenin geçtiğini unutmamak gerekiyor.

Büyük alt-üst oluşların yaşandığı bir vasatta Ortadoğu’da intifada yaşanırken neden Türkiye’de inziva oluyor? Bu konu üzerinde durmak aynı zamanda Müslümanların haline ilişkin genel durum tespiti yapmamızı sağlayacaktır. Müslümanların mevcut atalet hallerinin ne zamandan itibaren başladığını ortaya koyan tespitler aynı zamanda sebeplere ilişkin açıklamalar mahiyetindedir. Türkiye’de İslamcılığın durum muhakemesiyle ilgili bu bağlamda dile getirilenler doyurucu olmadığı gibi birçok açıdan gerçekleri dahi doğru yansıtmıyor. Değişim ve dönüşüm süreçlerinin baskın, hızlı ve çok boyutlu olduğu günümüz siyasal, sosyal yapısında bugüne kıyasla nispeten olumlu bulduğumuz Türkiyeli Müslümanların düne ait konumlarının tahlili zor olacaktır.

Siyaset Dışılıkla Malul Ümmet Anlayışı

1980-1995 arası süreçte ümmet perspektifli “devrimci bir ruh”la farklı coğrafyalardaki Müslümanların dertleriyle dertlenerek meydanlara çıkılması olumluluktu. İdeolojik perspektif ve usul-i din noktasında sergilenen zaaflar, örgütlenme ve mücadele perspektifindeki yetersizlikler bu olumlu halin derinleşerek, uzun soluklu bir seyir izlemesini sağlayamadı. Durumun bugünlere geleceği büyük oranda belli idi. İslamcıların genelinde olumsuz anlamda bir değişimin yaşanması ya da Suriye ve Ortadoğu intifadasına duyarlılığın zayıflaması ümmet düşüncesinden mutlak anlamda uzaklaşıldığını göstermez. İçerikte zaaflar olmasına ve yer yer Türk ya da Kürt milliyetçi-ulusçu kirlilik tezahür etmesine rağmen Türkiye İslamcıları son tahlilde yine ümmetçidir. Ama kaybolan ya da terk edilen devrimci ruhtur. Siyasal ve toplumsal değişim iddiası olmayan Müslümanların, Suriye’de zulme maruz kalan kardeşlerimiz için eylemlilik sürecinde olmasını beklemek zaten gerçekçi değildir. Değişim ve dönüşüm süreçlerinin hızlı yaşandığı vasatta iddiası olan Müslümanlar dahi gerektiği gibi yaşanan gelişmeler karşısında sorumluluklarını yerine getiremiyor.

Ümmet hassasiyetinin kaybolmadığını gösteren en son örnek Somali’de yaşanan drama gösterilen ilgidir. Gerçekten de adeta genel seferberlik ilan edilerek bütün cemaatler açlığın, sefaletin yol açtığı sorunları ortadan kaldırmaya çalıştılar. Ama aynı duyarlılığı örneğin Suriye intifadasında göremiyoruz. Denilebilir ki, Somali konusunda AK Parti Hükümetinin olayı gündemleştirme, toplumu harekete geçirme durumundan dolayı cemaatler ilgi gösterdi. Oysa aynı husus Suriye için de geçerli. Özellikle Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Suriye konusunda da aktif tavır içerisinde olmalarına rağmen toplumsal karşılığı olan bir duyarlılık ortaya çıkmış değil. İslamcılığın içinde bulunduğu sorunların kaynağını sürekli olarak AK Parti iktidarında arayan yaklaşımın doğru olmadığı Suriye sürecinde de ortaya çıkmıştır.

Yanlış Bütünden Parça Doğru Çıkarmanın Zorluğu

Sorunun çokça tekrarlandığı üzere içe kapanma gibi durumlarla alakalı olmadığı açıktır. Temel sorun ‘siyasal’ olana yaklaşım ve tavır geliştirmede yaşanıyor. İnsani yardım gibi durumlara aşırı önem yükleme varken siyasal olandan öcü görmüş gibi kaçma durumu yaşanıyor. Bunun risk, tehlike, güvenlik gibi darbe dönemine ait hallerle ilişkisinin olmadığını da ayrıca belirtmek gerekiyor. İnsani yardım çalışmaları elbette önemlidir ve de yapılması gerekiyor. Ama burada açık bir dengesizlik hali yaşanmakta. Siyasal olanla ilişkide o kadar ciddi yetersizlikler yaşanıyor ki, bugün birçok hususta muhafazakâr-demokrat AK Parti dahi (kimi ılımlı kimi radikal pek çok) cemaat(ler)in önünde gidebiliyor. Siyasetzede görüntüsünü haklı çıkaracak geçmişe ait bazı durumların varlığı mevcut hali meşrulaştıramaz. İnsanın, eşyanın, hayatın anlamlandırılmasıyla ilgili bu arızi durumun devamı ileride de hayırlı sonuçlar doğurmayacaktır.

Aylardır Suriye’de kardeşlerimiz kanlarıyla, canlarıyla direnmesine rağmen Türkiye Müslümanlarının duyarsızlığının öncelikle bu arka planla ilgili boyutu bulunmakta. Bütünsel yapıda sorunun varlığı tekil olaylar üzerinde de kaçınılmaz olarak kendini göstermektedir. Elbette bu durum Suriye direnişine ilişkin duyarsızlık halini kabullenmemizi gerektirmiyor. Aksine Türkiye Müslümanlarının ıslah edilmesi gereken boyutuyla ilgili sorumluluklarımızın ağırlığını ve çabalarımızın artırılmasını gerektirmektedir.

Müşterisi Bol Komploculuk Pazarı

Türkiye Müslümanlarının öteden beridir siyasal, sosyal gelişmeleri analiz konusunda yöntemsel, ideolojik ciddi zaaflarının olduğu gerçeği, özellikle Suriye intifadasında kendini daha fazla gösteriyor. Siyasal tahlil, analiz yetersizlikleri kendini komplo teorileri ardına gizleyerek piyasada arzı endam ediyor. Tutarlılıktan uzak, mantıksal boyutu olmayan tahliller sanki özel, biricik hakikatlermiş gibi sunulmaya çalışılıyor. Üstelik bu durum küçük bir çevre ya da birkaç kişiye has özellik olarak yansımıyor. Olumsuz halin yaygınlığı neredeyse Türkiye Müslümanlarının karakteristik özelliği olacak türden. Hele bir de bu zayıf ve tutarsız tezleri sanki büyük bir hakikati keşfetmiş gibi sunmalar vakayı daha da bir trajik hale getiriyor.

Bizim mahallede epeyce bir insan strateji uzmanı olmuş da haberimiz yok! Dezenformasyon, yalan, uydurma merkezlerinin piyasaya serdiği haberlere önemli bilgiler bulmuş gibi dört elle sarılanların söyledikleri ne kadar ciddiye alınabilir? Bu haberlerin yaygınlığını görünce müşterisinin çok olduğu açık olarak görülmekte. Suriye konusunda Baas güçlerinin dezenformasyon, yalan, uydurma haberleri piyasaya sürmesinden daha doğal bir şey olamaz. Hakeza Türkiye’de sol-sosyalist, Kemalist ve ulusalcı kesimlerin de bunlara katkıda bulunması normal karşılanmalı. Ama İran siyasetine tam itaat içindeki Müslümanların da bu işin içinde olması kabul edilemez. Suriyeli Müslümanların direnişine bazı Müslümanlar destekte bulunmayabilirler. İdeolojik, yöntemsel açılardan bu direnişi doğru bulmayabilirler. Ama bu durum Suriyeli Müslümanlar hakkında karalama, yalan haber, iftira gibi ahlaki açıdan sorunlu yollara tevessül edilmesini meşrulaştıramaz. Ne yazık ki İran siyasetini takip eden Müslümanlar bu konuda yalnız değiller. Milli Görüş siyasetinin içinde yer alan kişiler de sosyal medyayı kullanarak aynı yollara teveccüh etmekteler.

Komplo Teorilerini Tekrarlayan Yazarlar Bize Ne Söylüyor?

Esas can alıcı nokta İslami camiada söz söyleyen, yazı yazan yazar, üstat diye bilinen kişilerin Müslümanların siyasal-sosyal analiz ve tavır alışlarının zayıflıklarını derinleştiren konumlarıdır. Bu payeyi kimin verdiği ya da nasıl aldıkları ayrı bir tartışma konusu yazar, üstat diye vasıflandırılan şahısların birçok meselede olduğu gibi Suriye konusunda da ortaya koydukları, Müslümanların olumsuz halinin en önemli sebeplerinden. Söz söyleyenler, yazı yazanlar tutarlılık ve ilke kaygısı taşımazsa, dinleyen ve okuyanlar da eleştirel bir bakış içerisinde olmazsa felaket bir tablo çıkar ortaya. Muhafazakârlık üzerine eklenmiş solcu, ulusalcı tezlere yaslanma ya da komplo teorilerini birer ultra teori gibi sunmadır yapılıp edilenler.

Uzun bir tarihsel süreci ve sebepleri olmasına rağmen Müslümanlar arasında yaygın olan iflah olmaz komploculuk hastalığı ise maalesef Ortadoğu intifadası sürecinde tavan yapmış durumda. Hatta komplocu yaklaşımlar en parlak dönemini Suriye olaylarında yaşıyor herhalde. Ortadoğu’daki olayları izah etmede bazı çevrelerin kullandığı “Arap Baharı” yerine “Komplo Baharı” ifadesi daha doğru olacaktır. Sanki herkes ABD Dışişleri Bakanlığında, Beyaz Saray’da, İngiliz, Fransız Dışişlerinde ofis açmış da bütün olup bitenlere ilişkin “gerçek neden, ve kahramanları” söyleyiveriyorlar. Hiçbir muhalif hareketin içinde yer almamış, ömrü hayatlarında zulme, haksızlığa karşı bir kez olsun açıktan karşı çıkmamış yazarların, kişilerin, çevrelerin Suriye ve Ortadoğu olaylarında isabetli tespit ve tavırlarda bulunmalarını beklemek ancak duran saat performansı mesabesinde olmalıdır. Ama asıl üzücü olan bir şekilde İslami mücadele içerisinde yer almış, eylem, protesto nedir bilen insanların olaylarla ilgili tespitleridir. Canları pahasına direnişi devam ettiren kardeşlerimizi anlamak, onlarla dayanışma içinde bulunmayı engelleyen asabiyet nasıl bir şeydir anlamak mümkün değil.

Emperyalizmin Kuşatamadığı Alan Var mı?!

Sol ve ulusalcı çevrelerden de alınan mikrobik tezlerle iyice hastalığı ağırlaşmış kronik komplocu yaklaşım yerel-küresel bütün olayları izah ederken birinci öncül olarak olup biten her şeyin emperyalizm, ABD, İsrail, İngiltere tarafından belirlendiğini iddia etmektedir. Modern döneme ait Marksizm’in geleneksel emperyalizm teorisinden aparma bu yaklaşımın temel sorunu olguyu, gerçekliği nazarı dikkate almamasıdır. Oysa kadiri mutlak emperyalizm teorisi hem Müslümanın akidesine aykırıdır hem de birçok olayda olduğu gibi gerçekleri izah etmede son derecede yetersiz ve tehlikeli konum almalara yol açmaktadır. Komplocu yaklaşımın emperyalizm, ABD’ye yüklediği anlam olaylarda öncülüktür, daha sonraki bütün unsurlar, kişiler ardıl pozisyonundadırlar.

Hükmü önceden verip olguyu açıklama yerine vakadan yola çıkılarak tezlerin oluşturulması gerekiyor. Ortadoğu intifadasına ilişkin de nitekim komplocular emperyalizmin Ortadoğu ve İslam dünyasını yeniden şekillendirdiğini iddia etmekteler. Dolayısıyla Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Suriye’de canları pahasına sokaklara dökülenler bu planı devreye sokmak için eylemlerde bulunmuş oluyorlar. Hâlbuki bütün bu ülkeleri tek tek ele aldığımızda hiçbirisinde emperyalizmin, ABD’nin bırakın muhalif örgütleri sokaklara dökme planları yapmayı ne olduğunu anlamaları bile söz konusu olmadı. Ortadoğu’daki muhalefet dalgası beklemediği bir zamanda ortaya çıktığı için Batı’nın politika belirlemede zorluk çektiği görülecektir. Öncü olan Ortadoğu’nun Müslüman halkları ve İslami hareketleridir. Emperyalist güçler ise gelişmeleri etkileme, yönlendirme çabası içindedirler. Yani gelişmelere sonradan dâhil olmaktalar. Buradaki en hassas nokta hangi güçlerin yani Müslümanların, İslami hareketlerin mi yoksa emperyalist güçlerin mi gelişmelerin başlatıcısı olduğudur.

Şöyle bir varsayımda bulunmak yanlış olmasa gerek: İran İslam Devrimi Şubat 1979’da değil de Şubat 2011’de olsaydı herhalde bugün aynı insanların birçoğu komplocu yaklaşımın gereği uluslararası sistemin, emperyalizmin, küresel kapitalizmin Şah’ın gitmesine karar verdiğini, dolayısıyla muhalefetin sokaklara döküldüğünü iddia edeceklerdi. Nitekim büyük mütefekkir ‘Kalın Türk’ İsmet Özel’in başından beri İran Devrimi’ne yaklaşımı bu doğrultudadır. Öyle ya, Şah, o dönem Ortadoğu’nun en büyük askerî gücüne sahipti. Birkaç ay süren kitlesel gösterilerle koca rejim nasıl yıkılıverir?1 Demek ki, uluslararası güçler Şah’ı gözden çıkarmışlar. Zaten dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, insan haklarına önem verdiğini gösteren açıklamalarıyla İran’a bazı uygulamalarından dolayı uyarılarda bulunmuştu. Devrilen Şah da hatıralarında ABD’nin kendisine sahip çıkmadığından bahsediyordu. Eylemlere Müslümanların dışında farklı ideolojik kesimlerin pankartlarıyla, sloganlarıyla katılması tıpkı Suriye’deki gibi, kuşku uyandıracaktı. Marksist Fedayan-e Khalq, Tudeh, Peykar’ı göstererek hani “Hani nerede Müslümanlar?” denilecekti.

Hele bir de muhalefetin tartışmasız tek lideri Ayetullah Humeyni’nin Paris’ten olaylara vaziyet etmesi komplocuların ekmeğine yağ sürecek cinsten olacaktı. Muhaliflerin neredeyse platformu haline gelen BBC radyosunun devrimdeki rolünden dolayı BBC devrimi diye de anılmasını da hatırlayacak olursak -ki tıpkı Mısır intifadasındaki yayınlarından dolayı el-Cezire devrimi denilmesi gibi- komplocular için seri tamamlanmış olacaktır. Bunlara Hava Kuvvetlerinin gelip İmam’a selam durmasını da eklemeliyiz. Şah’ın tedrisatından geçmiş, rejimin bekçileri çok çabuk bir şekilde tornistan edip muhalif saflara geçebiliyor. Komplocu zihnin verdiğimiz örneklerden yola çıkarak İran’da halkın İmam Humeyni önderliğinde canı pahasına direnişe geçerek Şah’ı devirdiğini ve Müslümanların yönetime geçtiğini söylemesi mümkün olmayacaktır.

Emperyalist güçlerin bir hareketin başlatıcı ve belirleyicisi olduğu anlamına gelecek her türlü açıklama Müslümanların canları pahasına ortaya koydukları mücadelelerini meşruiyet krizine sokmak demektir. Bu bağlamda örneğin gönlü direnişin içinde yer alan, Müslümanlardan yana olan, konuştuğunda ise farkında olsun olmasın mahkûm eden zihnin ağır bir travma hali yaşadığı muhakkaktır. Aynı olaya ait birbiriyle uyuşması mümkün olmayacak iki düşünce tek bir bedende. Gönlün başka, zihnin başka telden çaldığı görüntünün tutarlılık sınavından sürekli ikmale kalması mukadderdir.

Demek Bitmedi Kerbela
Hama Kerbelası Dehrin2

Türkiye Müslümanlarının Ortadoğu intifasına ilişkin olumsuz hali bir tarafa Suriye’deki direnişe ilişkin sergilediği bazı olumsuz tutumlar diğer tarafa. Şüphesiz ki bütün diğer ülkelerdeki direnişler bizimdir. Ama 1982’den bugüne Türkiye’de bilinçli her Müslümanın yüreğinde Hama acısı vardır. Hafızalarda derin bir iz bırakan bu olay neden, nasıl bu kadar unutuldu da Suriye’de direnen kardeşlerimiz için ağır ithamlarda bulunulabiliniyor? Bu durumu anlamak çok güç. Birçok konuşma, değerlendirme veya yazıya baktığımızda Suriye Müslümanlarının yanında olunup olunmadığını anlayamıyoruz. Hatta tersine zulme başkaldıran kardeşlerimizi ‘taşeron-tetikçi veya kukla’ diye mahkûm eden, yarım asırlık Baas ve Esed diktasını meşrulaştırıcı sonuçlarla karşılaşmak ne kadar büyük acı. Hesaplarının merkezine Allah’ın rızasını değil de uluslararası stratejik denge ve çıkarları yerleştirenler açık bir tuzağa düşmüşlerdir. Bu tuzağa düşenler için Müslüman kardeşlerinin kanı ucuz, zamanın firavunlarının iktidarının ise telafisi imkânsızdır.

Elbette tezlerini ortaya koyarken çoğu kimse muhaliflerin uyguladığı yöntemin yanlışlığı, ABD ve Batı’nın planları, Suriye’de olup bitenlere ilişkin yeterince bilgiye sahip olunmadığı iddialarını sıralayarak tavrını izah etmeye çalışır. İlk iddia, Suriye’nin İslami direniş hareketlerine destek veren öncü ülkelerden biri olduğu gerekçesiyle Baas yönetimi hakkında ABD’nin tasfiye kararı verdiği yönündedir. Tezi desteklemek için sayısız ABD yöneticisinin, stratejistinin, gazetecisinin farklı görüşlerinden kendilerine uygun olanına dört elle sarılmaları yeterlidir. Baas yönetiminin değişmemesinin kendileri açısından daha uygun olacağı yönündeki ABD kanadından yapılan açıklamalar ise doğal olarak görülmeyecektir. Türkiye’de Ergenekoncuları, Balyozcuları, darbecileri ABD’nin tasfiye edip yerine AKP’yi getirdiğini söyleyen aynı zihinlere niçin şimdi ABD, Suriye yönetimini değiştirsin ki diye sormak beyhude bir çabadır. Eğer gerçekten ABD’nin böyle bir planı varsa bunu canı pahasına uygulamaya sokacak bu kadar insanı nerede, nasıl bulabiliyor? Bir yanda kadir-i mutlak bir emperyalizm, ABD tasviri çizilirken daha sonra Suriye gibi askerî ve ekonomik açıdan zayıf bir rejimin devrilmesi için karışık, sonuç verip vermeyeceği belli olmayan planlardan bahsetmek çelişkilidir. Uzağa gitmeye gerek yok, ABD, çıkarlarına aykırı bulduğu ülkelere çok fazla hesap kitap yapmaya gerek duymadan saldıracağına en doğru örnek Afganistan ve Irak’tır.

Direnişi Mahkûm Etmek İçin Tükenmeyen Bahaneler

Suriye intifadasını destekleyen Müslümanları ABD, NATO, AB, Arap Birliği’nin uşak ve işbirlikçi rejimlerinin oluşturduğu uluslararası ve bölgesel bir kapanın gözü kapalı seyircileri diye itham edenler Irak’ın işgal sürecini unutmuşa benziyorlar. Yine bir Baasçı olan Saddam Hüseyin’i devirmek için Irak’a İslam orduları mı saldırdı da o dönemde bu çevreler işgale sessiz kaldıkları gibi Irak’taki izdüşümleri işgalcilerle işbirliği içinde oldular. Diyelim ki, Irak’ın durumu Libya ve Suriye’yle aynı olsun. O halde Irak’ta işgale sessiz kalıp hatta işbirliği yapanlar aynı fıkhı neden Libya ve Suriye’de uygulamıyorlar. Kaldı ki, Irak’ın durumu ile Libya ve Suriye asla birbirine benzemiyor. Emperyalist güçler saldırdığında Irak’ta Saddam Hüseyin’e karşı fiilî direniş yoktu. Oysa Libya’da Müslüman güçler Kaddafi diktatörlüğüne karşı önce kitlesel eylemlerle daha sonra silahlı mücadele ile direnişe geçtiler. Fransa’nın öncülüğünde NATO’nun devreye girmesi oyun dışı kalmama, rol kapma çabası idi. Çıkarları doğrultusunda devreye girme ayrıdır, başından itibaren olayı planlama ayrıdır. Nitekim Batılı güçler Kaddafi sonrası Libya’da halen beklentilerine uygun bir ortam bulamamışlardır.

Suriye için de benzer senaryonun devreye gireceği iddia edilerek direnişin nihayete erdirilmesi talep edilmekte. Önümüzdeki süreçte ne olacağı belli olmamasına rağmen 40 yıldır Baas diktası tarafından ezilen Suriyeli Müslümanların kaderlerine razı olması istenmekte. Ne kadar da kolay talep ediliyor? Hâlbuki başta İran olmak üzere Baas yönetimiyle iyi ilişkileri olanların şu talep içinde olmaları daha adilane olmaz mı: Madem direniş devam ederse emperyalist güçler saldıracak, Baas yönetimin de meşruiyeti yok. O halde iktidardan çekilsinler ki saldırı ihtimali, ortadan kalksın. Öbür türlü, yıllardır ezilen, işkenceden geçirilen, en basit talepleri dahi zorbalıkla bastırılan bir halka kim, hangi halkla “Oturun oturduğunuz yerde!” diyebilir? Suriye muhalefetinin uluslararası bir saldırıya karşı olduklarını defaatle belirtmelerine rağmen bunu görmezlikten gelmek de iyi niyetli bir tavır olmasa gerek.

Muhalefetin saflarına katılan askerlerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu’nun eylemlerinden yola çıkılarak muhalefetin silaha başvurmasının yöntemsel açıdan yanlış olduğu tezi ilk elde makul bir eleştiri gibi gelebilir. Kategorik olarak silahlı direnişe karşı çıkan bu tez rejimin kitlesel gösterilerle devrilmesini savunuyor. Tunus ve Mısır’daki direniş de teze örnek olarak veriliyor. O halde Libya ve Suriye’de neden silahlı direniş seçeneklerine de başvurulduğunu ele almak gerekiyor. Öncelikle bir ülkede muhalefet yönteminin araçlarına en iyi orada yaşayan insanlar karar verebilir. Beğensek de beğenmesek de onlar bizlerden daha iyi kendi ülkelerini tanırlar. İkinci olarak kategorik olarak silahlı direnişe karşı çıkmak Müslümanın temel ilkesi olamaz. Üçüncü olarak Tunus ve Mısır ile Libya ve Suriye’nin şartları çok farklı. Dört ülke de dikta rejimleriyle yönetilmesine rağmen Tunus ve Mısır’da muhalif örgütlenmeler kendilerini ifade edecek örgütlere, kurumlara, basın yayın organlarına, propaganda imkânına sahiptiler. Baskı olmasına rağmen kitlesel eylemlerle rejimi protesto etme imkânı bulabiliyorlardı. Bu anlamda muhaliflerin silaha sarılmalarını gerektirecek bir durum zaten yoktu. Libya ve Suriye ise baskı rejiminin sonuna kadar uygulandığı ülkeler. Muhalefet namına en ufak bir yaprağın kımıldamasına izin verilmeyen bu ülkelerde silahlı direniş seçeneğinin de fiiliyata geçirilmesi normal karşılanmalı. Mısır’da direnişçiler Tahrir Meydanı’nı kuşattıklarında kameralar da canlı yayın araçlarıyla hazır bulunup günlerce yayın yaptılar. Suriye’de ise 7 aydır süren eylemleri görüntüleyen bir kamera dahi olmadı bugüne kadar. (Pardon, kameralar çekim yapabiliyor ama Esed yanlısı gösterileri!) Muhalifler ise ancak eylemlerini cep telefonlarıyla çekip kendi kısıtlı imkânlarıyla ve risk üstlenerek dünya kamuoyuna duyurabiliyorlar.

Bir yıl öncesine kadar Suriye’ye gidip gelen herhangi bir kişi açıktan Baas diktasının eleştirildiği bir ortamı dahi düşünebilir miydi? Esed’i eleştiren bir kişiye rastlamak mümkün müydü? Gazete, dernek, sendika faaliyetinden bahsetmek zaten mümkün değil. En küçük bir muhalif sesin zorbalıkla bastırıldığı, muhaliflere akla hayale gelmedik işkencelerin uygulandığı, muhaliflerin kaybedildiği bir ülkede rejimin sadece kitlesel hareketlerle devrileceğini düşünmek kötü niyet değilse hayalcilik olur. Neticede Esed rejiminin protesto eylemlerine dahi yaklaşımı üzerlerine tankları sürmek şeklinde tecelli ediyor. Canlarını ortaya koyan Suriyeli Müslümanların kitlesel eylemler yanında silahlı direnişe sıcak bakması bedeli ağır olsa da kararlılıklarını göstermesi açısından önemlidir.

Suriye’ye İran’dan Bakmanın Yol Açtığı Şaşılık

Suriye intifadasının önümüzdeki süreçte etnik, mezhebî ve bölgesel bir savaşa yol açacağı varsayımından hareketle direnişi mahkûm edenler tarihî vebal altındadırlar. Olması muhtemel olanı öne çıkarıp direnişçileri suçlayarak 40 yıldır olan Baas zulmüne meşruiyet kazandırma çabası önümüzdeki süreçte ancak Esed müttefiklerinin yalnızlaşmasına yol açacaktır. Gerek İran gerekse Hizbullah çürümüş Baas-Nusayri rejimine destek vererek mezhebî olumsuzlukların ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadırlar. Ortadoğu’nun Müslüman halkları 22 gün savaşında Hizbullah’ın Siyonist güçlere karşı sergilediği onurlu direnişten sonra birçok evde Nasrallah’ın posterlerini taşıyarak safını açık bir şekilde belli etmişti. Üstelik Irak’ın işgali sürecinde İran’ın ve Irak’taki Şii unsurların tasvip edilmeyen durumu o an güncelliğini koruyor olmasına rağmen. Bugün ise basiretten uzak bir şekilde Esed rejiminin yanında yer alınarak krediler tamamen tüketiliyor. Bu durumdan en fazla kimin zararlı çıkacağı açık değil mi? Adeta her kapıyı açan sihirli bir sözcük gibi ‘direniş cephesi’ vurgusuyla Filistin direnişini Baas rejimine rehin bırakan siyasetin inandırıcılığı artık pek kalmadı. Filistin direnişi, 1967’de işgal edilen Golan’ı geri almak için bir kurşun atmayan Baas rejimine bırakılmayacak kadar onurlu bir direniştir.

Türkiyeli Müslümanlar, Suriye’de muhalefetin durumuna ilişkin bazı çelişkileri öne çıkarmadan önce hangi tarafta olduklarını açık seçik ortaya koymalıdırlar. Suriye’de direnen kardeşlerimizin samimiyetinden şüphelenenlere herhalde bizim buralardan tavsiye edilen strateji şu: “Durmak Yok! Ölmeye Devam!” İyi ama nereye kadar ve kaç insan ölürse muhalefetin samimiyetine inanacaksınız? Hizbullah ve İran’ın akan kanlarda vebalini konuşmaktan daha ne kadar imtina edeceğiz? Yok, eğer canları pahasına muhalefet hareketi içerisinde yer alan Müslümanlar destekleniyorsa bu kardeşlerimizle dayanışma içerisinde olunduğunu gösteren pratikler içerisinde olunmalıdır. Daha sonra eğer söylenecek bir söz varsa iyiliği emretme, kötülükten men etme ilkesi gereği kardeşlik duygularını zedelemeden ortaya konulmalı. Ama bunları yapmadan futbol yorumcularının yapaylığını aratacak bir şekilde adeta akan kanı, yitirilen canları hiç umursamadan yapılan değerlendirmelerin adalet terazisinde hiçbir hükmü yoktur. Suriye’de direnen kardeşlerimizin adeta açığını arama, eksik ve hatalarını abartma üzerine kurulu bir ilişki biçiminin İslami olamayacağı açıktır. İzzeti tercih ederek direnişin içinde yer alanların eksiklikleri, zaafları her ne surette olursa olsun direnişin mahkûm edilmesine sebep olmamalı.

 

Dipnotlar:

1-İran Devrimiyle ilgili birçok şehir efsanesi bulunmaktadır. Bunlardan biri devrim sürecinde silahlı direnişe başvurulmadığıdır. İran Devriminde İmam Humeyni’nin “Size kurşun atana siz gül atın!” sözünden hareketle silahlı direnişin olmadığı iddiası gerçeklere çok da uymuyor. Sol hareketlerin ekserisi ve o dönem devrim sürecinin içinde yer alan Halkın Mücahitleri silahlı örgütlerdi. İmam Humeyni çizgisinde olan Sazman-e Mojahedin-e Enghelab-e Eslami de silahlı ve illegal bir örgüt idi. Türkiyeli Müslümanların yakından tanıdığı Mustafa Çamran Lübnan’da silahlı eğitimi hobi olsun diye almamıştı.

2- Cahit Zarifoğlu, “Hama: Sımsıcak” şiirinden.