Suriye’de Çözüm Yanlış Adreste Aranmasın!

Haksöz

14-15 Eylül tarihlerinde Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılan zirvede Türkiye, Rusya ve İran arasında varılan mutabakata göre uzun bir zamandır gündemde olan Türkiye’nin İdlib’e müdahale senaryoları netlik kazanmış görünüyor. Muhaliflerle rejim güçleri arasındaki sınır hattının iki tarafına üç devletten 500’er gözlemcinin ortak bir koordinasyon merkezine bağlı olarak yerleştirilmesi planlanmakta. Ayrıca Türkiye’nin halen muhaliflerin kontrolünde olan İdlib ve çevresiyle Halep kırsalına asker konumlandırması da gündemde.

Türkiye medyasında aylardır dillendirilen, üzerinde bolca spekülasyon yapılan İdlib’e müdahale senaryoları İran ve Rusya ile Türkiye arasında Halep’in düşmesinin ardından yoğunlaşan görüşme trafiğinin başat gündem maddelerinden birini oluşturuyordu. Bu süreçte Türkiye’nin daha önce Cerablus ve Bab bölgesinde yaptığı üzere ÖSO unsurlarıyla birlikte İdlib’e gireceği tezi bilhassa iktidara yakın medya organlarında bolca tekrarlandı. Öyle ki aynı medya organlarında çok matah bir şeymiş gibi İran’ın Rusya’yı da yanına alarak Türkiye’ye “Biz güneyden girelim, siz de kuzeyden girin ve bölgeyi yabancı unsurlardan temizleyelim!” teklifinde bulunduğu dahi yazılıp çizildi. İran ve Rusya gibi Suriye’de işgalci konumunda bulunan iki zalim gücün büyük bir utanmazlıkla bölgeyi ‘yabancı unsurlardan temizleme’ operasyonuna kalkışmasının özünde nasıl abes bir iş olduğu ise görmezden gelindi.

Astana görüşmeleri neticesinde ilan edilen mutabakat planıyla İdlib’e müdahale senaryolarının somutlaştığı, netleştiği söylenebilir mi? Açıklanan plana ve ayrıntılarına bakılırsa evet söylenebilir ama Suriye’yi yakından takip eden herkesin çok rahatlıkla görebileceği üzere bu mutabakatın bir masa başı planından öteye gidemeyeceği ve pratikte bir dizi boşluk ve çelişki barındırdığı da rahatlıkla görülebilir.

İşgalcilere Barış Gönüllüsü Üniforması

Mutabakat metninin en büyük zaafı Suriye’de işgalci konumunda bulunan ve sistematik biçimde Suriye halkını katletmiş bulunan iki ülkenin, İran ve Rusya’nın garantör sıfatıyla ‘çatışmasızlık planı’nın uygulamasında yetkili ve sorumlu olmaları. Doğrusu İran ve Rusya isimleri ile çatışmasızlık, garantörlük vb. kavramların yan yana telaffuzu bile çok komik kaçıyor. Tam altı buçuk yıldır acımasızca, vahşice Suriye halkını katleden Esed rejiminin suç ortaklarının bir tür ‘barış gücü’ misyonu üstlenecek olmaları olsa olsa bir kara mizah senaryosu olarak vasfedilmeyi hak ediyor!

Kısaca İdlib diye anılan, aslında İdlib şehir merkezi, çevresi ve Halep kırsalına uzanan mıntıka uzun bir zamandır mücahidlerin kontrolünde olan bir bölge. Muhalif güçlerle rejim unsurlarının karşılıklı konumlandıkları sınır hattında zaman zaman yaşanan çatışmalar ve rejim güçlerinin ve destekçilerinin hava operasyonları hariç tutulacak olursa, elan bu bölgede bir çatışma atmosferi mevcut değil, bilakis sükûnet havası hâkim. Bu olguya rağmen ısrarla İdlib ve çevresinde çatışmasızlığı tesis etmek adına müdahale senaryoları geliştirmek ister istemez farklı hesaplarla davranıldığını düşündürtmekte ve rejim karşıtları arasında şüphe ve tedirginliğe yol açmakta.

Öyle ya, rejim ve hamilerinin kesintisiz katliamlarının, muhasara ve ambargolarının devam ettiği, insanların çaresizce sıkışıp kaldığı, acı çektiği, bombalandığı bölgeleri görmezden gelip İdlib’e göz dikmek neyin nesidir? Muhalifler açısından kazanılmış en büyük yerleşim bölgesi olma özelliği taşıyan İdlib ve çevresi, bir müddettir rejim güçlerinin kuşatma altında tuttuğu bölgelerden, Zebadani’den, Kalemun’dan, Humus’tan, Halep’ten ve daha pek çok yerden gelen mücahidlerin ve ailelerinin sığındıkları güvenli bölge özelliği taşıyan bir yerdir üstelik!

İşgal Operasyonuna ‘Terörle Mücadele’ Kılıfı

Açıklanan mutabakat metninde kapalı biçimde yer aldığı görülen ve İdlib’le ilgili olarak sürekli dillendirilen “terör unsurlarından arındırılma” söylemi ise bir zaaf ya da handikap olmaktan öte çok ciddi bir risk kaynağıdır. ABD’siyle, Rusya’sıyla küresel güçler ve bölgedeki işbirlikçileri İdlib ve çevresinde hâkimiyeti elinde bulunduran Heyet-ut Tahrir’uş-Şam’ı (HTŞ) el-Kaide’nin uzantısı olmakla suçlayıp, terörist bir yapı şeklinde yaftalamakta ve bölgeden tümüyle tasfiye edilmesi gerektiğini vurgulamaktalar. Ne yazık ki dayatmaya dönüşen bu tanımlama Türkiye tarafından da kabul edilmiş görünmektedir.

Oysa HTŞ’nin neden terörle ilişkilendirildiğinin somut ve inandırıcı bir gerekçesi bulunmamaktadır. Suriye direnişinin omurgasını teşkil eden bu yapıyı tasfiye çabası özü itibariyle direnişin belini kırmaya yönelik bir niyeti yansıtmaktadır. Ve açıkçası İran ya da Rusya için sorun şu veya bu örgüt değil, Esed rejimine karşı muhalefetin kendisidir, tamamıdır.

Terörist ithamı ya da tanımlaması sadece HTŞ’ye özel bir suçlama olmayıp muhalif yapıların tümüne teşmil edilen bir yaftadır. Aylardır ABD ile birlikte, Rusya’nın ve doğal olarak rejim unsurlarının dillendirdiği ‘İdlib’in bu yapının elinden kurtarılması gerektiği’ tezinin Türkiye medyasında ve iktidar çevrelerinde de sanki doğal ve gerekli bir talep gibi tekrar edilmesi utanç verici bir tutum olmuştur. Sanki HTŞ değil de örneğin Ahrar’uş-Şam ya da Feylak’uş-Şam veya bir başka İslamcı örgüt burayı kontrol altında tutsa sorun olmayacak mıydı? Öyleyse daha kısa bir süre önce Halep’te yaşanan yıkım, vahşet ve zulüm neydi? Halep HTŞ’nin kontrolünde miydi? Rusya’nın ve İran’ın acımasız katliamları ile bir harabeye dönüşen Halep’te direnen mücahidlerin neredeyse tamamı Halep’in yerli unsurları değil miydi?

Ne gariptir ki sistematik bir tarzda halkı katleden, şehirleri füzelerle, varil bombalarıyla, fosfor bombalarıyla yakıp yıkan Esed canisi ‘meşru’ lider muamelesi görürken, zulme karşı direnişi örgütleyen yapılar terörist ithamına maruz kalmakta ve ‘hiçbir şekilde varlığına müsaade edilemez örgütler’ muamelesi görmektedirler.

Türkiye’nin önümüzdeki süreçte bu bölgedeki muhalif unsurlarla nasıl bir ilişki tesis edeceği şimdilik net değildir. Bir yandan muhalif bütün unsurların hukukunun korunacağına dair sözler ve eğilimler serdedilirken, öte yandan HTŞ’nin dışlanmasına, bu bölgeden çıkartılması gerektiğine dair beyanlar, yorumlar sıkça telaffuz edilmektedir ki bunlar gerçekten de sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirmeye matuf yaklaşımlardır. Hakkaniyetten uzak olduğu gibi saha gerçekliğine de aykırı bu yaklaşımların terk edilmesi, daha adil ve gerçekçi bir tutum geliştirilmesi şarttır. Bu tutum başından itibaren Suriye halkının haklı mücadelesinin yanında olmuş olan Türkiye’nin bugüne dek izlediği hattın tutarlılığı açısından gerekli olduğu gibi, bundan sonraki süreçte düşman güçler karşısında elinin zayıflamaması için de elzemdir.  

Türkiye açısından tablonun bir hayli zorlayıcı, hatta kritik olduğu açıktır. Karşılaşılan zorluk ve sıkıntı en temelde Ortadoğu’da statükocu bir yaklaşımla çıkar hesabı yapmak yerine mazlum halkların taleplerinden, mücadelelerinden yana tavır almanın bedelidir. Bu yüzden Türkiye sürekli sıkıştırılmakta, yanlış tercihlere zorlanmaktadır. Öyle ki gelinen yer itibariyle Türkiye, Rusya ile ABD arasında; PYD ile Esed arasında; Barzani’nin referandum atraksiyonuyla Haşdi Şa’bi tahakkümü arasında sıkışmış bir haldedir. Her halükarda önüne konan seçenekler kötüdür, adeta kötü ile berbat arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır. Mamafih bu zorlu, sıkıntılı süreçten çıkış, dayatmaya boyun eğmekle değil, yine ancak ilkeli, adaletten, haktan yana tavırlarda ısrarla sağlanabilir.

Öncelikle neden egemenlerin tanımlamalarının herkes için tek geçerli kriter kabul edildiğinin, edilmesi gerektiğinin sorgulanması gerekir. Mesela ABD PKK/PYD’yi her durumda sahiplenirken, Rusya Esed canavarına ve onun işbirlikçilerine, Hizbullah, Fatimiyyun, Asaib-ul Ehl’ül-Hak ve daha pek çok katliamcı çeteye arka çıkarken, Türkiye’nin Suriye halkının desteğine sahip kimi muhalif yapıların terör örgütü ilan edilmesine karşı çıkmaması, hatta aynı kategorileştirmeyi kendi tutum ve eylemleri için de baz alması kabul edilebilir değildir. Halkı vahşice ezen, sistematik işkencelerle kıyıma uğratan, kimyasal silahlarla, varil bombalarıyla, füzelerle, tanklarla yüz binlerce insanı katledip, milyonlarcasını sürgün eden Esed rejimi ve destekçilerinin suçları hiç gündeme gelmeyecek ama HTŞ terörist yaftasıyla devre dışına itilmeye çalışılacak! Böyle bir çarpıklıktan, zalimlikten hayırlı bir sonuç çıkarma ihtimali söz konusu olabilir mi?

Adaletsiz Çözüm Çözümsüzlükten Evla Değildir!

Türkiye’nin Suriye savaşından ötürü bir hayli yorulduğu, ağır bedel ödediği doğrudur. Bu sorunun yol açtığı komplikasyonlardan, ilave yaralardan ötürü çok da muzdarip olduğu ortadadır. Bu yüzden bir çözüm bulunmasını arzu etmesi, iyi kötü bir çözüm planı geliştirmeye koyulması, artık daha fazla tehditle karşılaşmamak istemesi de anlaşılabilir bir şeydir. Ama çözüm adı altında ABD’siyle, Rusya’sıyla işgalcilerin dayatmalarını esas almak kabul edilebilir bir şey değildir.

Soruna çözüm arayışları mutlaka ilkeleri, adaleti gözeten bir çerçeve içinde aranmalı, ağır bedel ödemiş Suriye halkının boynunu bükecek bir sonuç çözüm adı altında öne sürülmemelidir. Şüphesiz bu tür bir durum savaşın acılarını çok ağır bir şekilde yaşamış ama sabretmeyi de şiar bilmiş bu insanları barış adı altında çok daha ağır bir mahkûmiyete sürüklemek olur ki bunun yaşatacağı ıstırabın savaşın yaralarından çok daha sarsıcı olacağı kesindir.