Herhangi bir konuda tartışma yapılırken, öncelikle tartışma zemininin doğru belirlenmesi gerekir. Usulünce yapılmayan bir tartışma veya araştırmadan doğru neticeler elde etmek pek mümkün olmayacaktır. Öncelikle, tartıştığımız şeyin tanımını iyi yapmalıyız. Tartışma konusu olan kavramları doğru tanımalıyız. Aksi takdirde birbirimizi doğru bir şekilde anlamamız mümkün olmaz.
İfrat ve tefrit hadiselerinin sıkça yaşandığı tartışma konularından birisi de "sünnet" mevzuudur. Sünnet konusunu tartışırken, öncelikle bu kavramla yakından irtibatlı olan "hadis" kavramını ve bu kavramın "sünnet" kavramıyla olan ilişkisini belirlememiz gerekir. Ancak, amacımız bu konuyla ilgili bir kitabı değerlendirmek olduğu için: "sünnet" ve "hadis" kavramları arasındaki ilişkiyi ayrıntılarıyla ele almayacağız. Biz sadece bu iki terimin birbiriyle irtibatlandırılmasındaki temel yanlışı dile getirmeye çalışacağız.
'Sünnet' ve 'hadis', gerek sözlük anlamı itibarıyla, gerekse terim anlamı itibarıyla birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Önceleri bu iki kavram eş anlamlı olarak kullanılmıyordu. Muhaddisler sonraları bu iki kavramı aynı anlamda kullanmaya başladılar. Ancak bu iki kavram, hem Kur'an'da hem de Hz. Peygamber'den gelen bir takım rivayetlerde tamamen farklı anlamlarda kullanılmışlardır.
Sünnet; sözlük anlamı itibariyle yol, gidişat vs. mânâlarına gelmekte olup, "Rasulullah'ın günlük yaşayışında takip ettiği yor şeklinde tanımlanmıştır. Nitekim bazı muhaddislerin de bu kavramları birbirinden farklı anlamlarda kullandıklarını görmekteyiz.
Hadis ise, "haber" anlamındadır. Sünnet ve hadis kavramları sonraki asırlarda muhaddisler tarafından aynı anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Onların bu kelimeleri aynı anlamda kullanmaları ise, bunların eş anlamlı olduğunu göstermez. Bugün kısır döngü şeklinde devam eden sünnet tartışmaları bu ayrımın yapamamasından kaynaklanmaktadır. Sünnet bir bütünü ifade ederken, hadisler ise bu bütünün parçalarını ifade ederler. Tek başına bir hadis sünnet değildir. Dolayısıyla bizim tartışmamız gereken; sünnet değil, hadisler olmalıdır. Çünkü sünnet, aslında katiliği ifade eden bir kavramdır. Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in hayatına yansımış şeklidir. Yani O'nun Kur'an'ı yaşayış tarzıdır. Şüphesiz ki, o Kur'an'ı en iyi anlayan ve hayatına en doğru şekilde tatbik edendir. Dolayısıyla O'nun yaşayışı, elbette ki bizi bağlayıcıdır. Ancak sorun, doğru sünnetin bilgisini nasıl elde edeceğimizde düğümlenmektedir.
Mevdudi'nin muhtelif yazılarından derlenen Rasulullah'ın konumu ve hadislerle ilgili bir kitabı, Bengisu Yayınlan tarafından 1997 başında yayınlandı ve Değişim Dergisi'nin kampanya kitabı oldu. Kitabın adı 'Sünnetin Anayasal Niteliği'. Bu kitapta da sünnet-hadis konusundaki tartışmalarda sözünü ettiğimiz zaaflar görülmekte, konuyla ilgili tartışma, tevhidi bütünlükten kopuk bir espriyle yapılmaktadır. Burada bize düşen, kör döğüşü şeklinde devam eden bu tartışmaları körüklemek olmamalıdır. Ancak, evrensel İslami uyanış sürecinde önemli bir misyona sahip merhum Mevdudi'nin görüşleri ve tavırlarıyla yakından ilgili oluşumuz, bu kitaptaki görüşleri tevhidi bakış açımızın sağladığı bir bütünlük içinde değerlendirme ihtiyacı doğurmuştur. Kendisi özellikle Kur'an'da Dört Terim adlı kitabıyla ve tefsiri (Tefhimü'l-Kur'an) ile tevhidi bilince önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak bir kişinin çok samimi ve ihlaslı olması, onun bütün doğrulan ortaya koymasına yeterli olmayabilir. Nitekim bu kitapta da merhumun tevhidi bilince yapmış olduğu katkıları usûli bilgilerde gerçekleştiremediğini görüyoruz. Onun olaylar karşısında tam anlamıyla savunmacı bir mantık geliştirdiğini görüyoruz. Burada karşı tarafı savunma gibi bir konumda değiliz. Yazının başında da belirtildiği gibi, bizim amacımız; bu tartışmaları körüklemek, kızıştırmak değildir. Akıl ve sağduyuyla hareket ederek sahih olan bilgiye ulaşma gayreti içerisindeyiz veya öyle olmalıyız. Bizi burada ilgilendiren, Mevdudi'nin bakış açısı ve ortaya koyduğu tavırlardır.
Mevdudi, sünnet ve hadisle ilgili görüşlerinde tamamen "geleneksel" düşünmektedir. Bu konularda farklı görüşler ileri sürenlere karşı da tavrı oldukça serttir. Bu kitapta kendisine sorulan soruları küçümsemekte ve saçma bulmaktadır. Kendisinin verdiği cevaplar ise yetersiz ve sorunları aydınlatmaktan uzaktır. Çünkü Mevdudi kendisinin bu konularda bildiği herşeyi doğru kabul etmekte ve farklı görüşler ileri sürenlerin de yanlışta olduğunu öngörmektedir. Kendi söylediği herşeyi kesin doğrular olarak kabul ettiği için, görüşlerini ispatlama gereğini hissetmemektedir. Aktarılan ifadelerin kaynakları verilmemekte, dipnot kullanılmamaktadır.
Mevdudi'ye sorulan soruları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz: "Sünnetle hadis aynı anlamı mı ifade ediyor?"; "Hz. Peygamberin hayatı boyunca ağzından hangi söz çıkmışsa, tümü vahiy midir?"; "Eğer Hz. Peygamber'e Kur'an'ın dışında vahiy inmişse bu neden Kur'anla birlikte yazdırılmamıştır?"; "Hadis ilmi sahasında yapılması gereken bütün araştırmalar yapılmış mıdır?"; "Bugün elimizde bulunan hadis ilminin verileri eksiksiz midir?" vs.
Bu ve benzeri türden sorular kitap boyunca Mevdudi'ye soruluyor. Ancak onun bu sorulara verdiği cevaplar yetersiz olduğu gibi çelişkileri de barındırmaktadır. Bu ise konuyu aydınlatmak yerine daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Örneğin kitapta şu soru mevcut: "Rasulullah'ın sünnetinin yer aldığı Kur'an-ı Kerim gibi toplu bir kitap var mıdır?" Mevdudi'nin cevabı şöyledir: "Bir toplum veya devletin düzeni sadece yazılı bir anayasa veya kitap üzerinde kurulmaz; dayandığı şeyler arasında gelenekler, görenekler, rivayetler, emsaller, mahkeme kararları, idari kurallar (yönetmelikler), zabıtlar ve ahlak kuralları vs. gibi pek çok şey vardır ve bunlar bir hayat düzeninin yazılı anayasaya göre fiilen devam etmesinin sonuçlarıdır". Verilen bu cevap, yetersiz olduğu gibi, soruyu yanıtlamaktan da uzaktır. Merhum Mevdudi, herşeyin yazılı olarak mevcud bulunmasının gerekli olmadığını savunmaktadır. O zaman şu soruyu sormak gerekiyor: Yeryüzündeki bütün müslümanlar aynı sünneti mi yaşıyorlar. Veya hadisler tedvin edilirken bütün müslümanların ibadetleri ve yaşayış tarzları aynı mıydı? Eğer aynı ise bugünkü farklılıklar nereden kaynaklanmaktadır? "Eğer sahih hadislerle, sahih olmayan hadisler tamamen ayırt edilmişse, neden müçtehidler arasında ihtilaflar yaşanmış ve mezhepler oluşmuştur? Bu sorulara tutarlı cevaplar bulamazsak çıkmazlar deryasında yüzmeye devam ederiz. Elbette ki, bize kadar ulaşan mütevatir sünneti kabul etmek ve onu yaşamak mecburiyetindeyiz. Yine Kur'an ve mütevatir sünnetle uyuşan ahad haberleri kabul ederiz. Ancak bunları hiçbir zaman tartışılmaz, sabit nasslar gibi düşünemeyiz.
Son olarak bir konuya değinmekte fayda vardır: Mevdudi, Hz. Peygamberin sadece bir ulak veya postacı olmadığını; aynı zamanda bir öğretmen, bir hakim olduğunu dile getirmektedir. Bu doğrudur, ama bir yandan da "Hz. Peygamber ne yapmışsa vahiyle yapmıştır" demektedir. Şüphesiz ki. o her ne yapıyorsa vahye (Kur'an'a) dayanarak yapıyordu. Ancak bunu kendi içtihadıyla, akli tefekkürüyle yapıyordu. Dinin örneklenmesi hususunda hata yaptığı zaman da Allah tarafından uyarılıyordu. Eğer Hz. Peygamber hiç içtihat yapmamış, söylediği ve yaptığı herşey kendisine Kur'an dışında bildirilen başka bir vahiyle gerçekleşmişse, asıl o zaman Peygamber bir postacı konumuna düşmüş olmaz mı?
Bütün bu sorulara müslümanlar olarak Kur'an'la çelişmeyen akli ölçülerle cevaplar bulamadığımız sürece İslami vahdete giden yolda önemli bir engeli aşamamış olacağız.