Sükût Suretinde Sökün Eden Sorular

Ahmet Mayalı

Edebiyat, bir ustalık işi midir, yoksa sıradan insanların dil çorbaya tuz, katabileceği bir uğraş mıdır?

Eli kalem, gözü satır tutanların Çoğunun kısa dönemli de olsa şairlik Çeşmesine ağız dayadığı bir ülkede bu soruya verilecek (genel) yanıt, 'yoksa'dan sonrası olsa gerektir. Her ne kadar, katılan tuz miktarı iyi ayarlanamadığı için lezzetli çorbalar içilemiyorsa da, işi tümden "usta"lara devretmeye yanaşmıyor insanımız. Belki de iyi yapıyor. Hem "usta" olanların kaçta kaçı anadan usta doğuyor ki?

Peki ya usta tahtında oturanlarımız, sıradan insanlar gibi yazmayı tercih ettiklerinde, bu duruma ne dememiz gerekecektir? Bunu bir irtifa kaybediş olarak mı, yoksa mecraında akmayı seçiş olarak mı değerlendireceğiz. Bunun da ötesinde, ille bir değerlendirme yapmamız gerekli olacak mı?

Kendi hesabımıza, ille de bir değerlendirme yapmanın gerekli olmadığı yönünde oy kullanmak isterdik. Gel gör ki, ustayı tahtına zamklayıcılar ve irtifa kaybettiriciler arasındaki sürtüşmeden çakan kıvılcımların, gazete-dergi yapraklarını tutuşturmaya devam edeceği anlaşılmakla. "Vakit geçmeden de diyeceğini / geciktirerek diyeceklerin / sayılacaktır demediklerine" deyişini rehber alarak, "Sükût suretinde çok koyu düşen bir ses"e yankı vermeye koyulacağız.

usta: nuri pakdil

eser: sükût suretinde

tavır: konuşmak

On küsur yıldır susmakta olan bir adam, konuşmaya başladı ve bu konuşmayı dört gözle bekleyen insanlar sükût sûretinde'yi sukût-u hayâle medar kılmaksızın okudular, alkışladılar.

Bu alkışların çoğu, uzun süren suskunluk mesaisine çalınan paydos zili için olmalıydı kuşkusuz. Usta geri dönüyordu; karar vermişti, konuşacaktı. Ne diyeceği fazlaca önemli değildi bu noktada. Susmazdan evvel dedikleri, diyeceklerinin teminat belgesiydi ne de olsa...

Ancak, yeniden konuşmanın verdiği sürür, uzun sürmedi. Sevincin kaynağı, iki kapak arasında, avuçlardaydı, okunacaktı ve okundu. Sorular sökün etmeye başladı: "Usta" ne diyordu? Çok şey mi söylüyordu? İmgeleri mi uçuşturuyordu? Uçuşan imgeleri zaptetmeye mi çalışıyordu? Dolayım yüklü dil oyunları mı oynamaktaydı? Az şey mi söylemekteydi? Söyler gibi mi yapmaktaydı?

Usta ne demekteydi?..

Altmışbirinci yazılışta "Erenköy'den Bostancı'ya / Bostancı'dan Erenköy'e" varan ikiliği, Pakdilvâri bir çağrışım zenginliği olarak mı değerlendirmeliydik? Ya bu ikiliğin ellidokuzuncu yazılışını merak edenler nereye başvuracaklardı? Merak etmemiz istenmiyorsa, altmışbirinci yazılış tüyosu niçin verilmekteydi?

Sökün eden sorulara Pakdil'in dilinden cevap bulmayı isterdik. Ama öyle görünüyor ki, bu şimdilik mümkün değil. Neden mümkün olmadığı da ayrı bir soru işle. Ancak, onun, üzerinde emeği olduğu, kendisini yakından tanıyan insanlar tarafından yazılanlar soru işaretlerini gidermek için bir imkan olabilirdi. Nitekim Yedi İklim dergisinde Ali Göçer imzasıyla "Sükût Suretinde Şerhi" yayınlanmakta gecikmedi. Edebiyat dergisinde Nuri Pakdil'le beraber olan Ali Göçer, iddialı bir başlıkla, güç bir işe soyunmuştu. Yazıdan, Pakdil'in ailesi hakkında, babasının ve amcasının şapka devrimi karşısındaki tavırları hakkında bilgi edinmek mümkün olabildi. Ancak Sükût Sûretinde'nin şerhinin mümkün olduğunu söyleyebilmek bir hayli güç. Özellikle "Kanağacı Yeşilçiçeği Tevhit / kuşu denektaşı aşı yokuşu" dizelerinin bir ortaokul talebesi dikkatiyle şerhe kalkışılması enteresandı. Böylesi bir şerh edişin Nuri Pakdil'e yarardan ziyade zarar getireceğini düşündük. (Aynı Ali Göçer, Nuri Pakdil'e hoş geldin amacıyla düzenlenen bir toplantıda, onun İdeolojik kimliğiyle ilgili sorulan bir soruya verdiği "sağcılık" cevabıyla da pekiyi bir iş yapmamıştı. Bu sağcılığın Kur'an'da geçen "ashâb-ı yemâme" anlamında bir sağcılık olduğunu belirtmesi de, yeterli ve düzeltici olamamıştı ne yazık ki!)

Bir tavır adamı; bir eylem sevdalısı; devrimci, muhalif bir yazar olarak bizim kuşağın belleğine mimlenmiş olan Nuri Pakdil'in sükût suretinde söylediklerine "tamtakır" demeye gönlümüz elvermiyor. Ama ne demeye getirdiğini anlama çabamız da, uzun süren susuşun sonlandığı gibi noktalansın istemiyoruz. "Duvarlar çoksun" ve "daha civan olarak koşalım" istiyoruz.

'Bir söz, Nuri Pakdil söyleyince farklı, bir başkası söyleyince farklı değerlendirilir" mantığıyla bir yere varamayacağımıza göre, kim olursa olsun, 'söz'ün marifetini öne almak durumundayız. "Sıcak ve taze bir somun, onu üreten şişman fırıncının gözünde başka, onu özlemle bekleyen aç ve yoksul insanın gözünde başka bir anlam, başka bir değer taşıyor" olabilir. Ama sonuçta somunun kalori değeri ve gördüğü iş değişmez. Somunun kalori değeri hakkında itiraz yükseltenleri, "geveze, dedikoducu, saçıp-saçmalayan" ilan etmek ise hiç yakışık almaz. 'Yeni Şafak' yazarı İbrahim Kardeş; dedikodu ve gevezeliği başka yerlerde arasa daha iyi olacak. Bir insan, düşündüklerini yazıya döktükten sonra da dedikoducu ilan edilecekse, yazıya dökmeyenlerin vay haline!

Edebiyatla ilgili bir sürü sorun ortada dururken ve bu sorunların en yakıcısı, gündemden kopukluk olarak sırıtmaktayken, bir tür Pakdilcilik yapmak ve bunun hemen karşısında anti-Pakdilci bir cephede konumlanmak kime yarar sağlayacaktır? Tartışmak, iyidir ve gereklidir. N. Pakdil'i tartışmak, edebiyatın dinamikleri ekseninde, müslümanca bir bağlamda sürdüğü müddetçe geliştiricidir de. Ne yazık ki böyle bir bağlamı yakalayabilecek zemin yok ortada. Alabildiğince çözülen; alabildiğince yozlaşan, kısırlaşan; kimliksiz, kişiliksiz zeminlerde sağlıklı tartışmalar yürütmek ne kadar geliştirici olabilecektir. "Mücadele"nin kendisi bir yana; diline, imgesine bile tahammül edemeyen edebiyat ortamları, kimlerin hanesinde puana dönüşen ürünlere, tartışmalara yataklık edecektir.

"Devrim", "direniş" ve "Kudüs" tutkunluğu bilinen Nuri Pakdil'in, bir mehdi gibi beklenilip, susmasına ve konuşmasına derin anlamlar yüklenilmesinden hoşnutluk mu. tedirginlik mi duyduğunu bilemiyoruz. Ama Pakdil'in, günümüzün edebi ve siyasi vasatına ayak uyduranların tavrına onay üreteceği vehminden tedirginlik duymaktayız.

Susmak, hiçbir zaman ve şartta övgü düzülecek bir eylem değildir; ama konuşurken susmak, konuşurken çözülmek, konuşurken yitip gitmekten daha iyidir. Derin susuşlar ikliminde sulanan çabaların, derin çözülüşler ikliminde kuruyup gitmesine gönül razı gelmiyor. Tavır ve eylem adamlarının, edebiyatı bir mücadele mevziine dönüştürmede yon gösterici soluklarına ihtiyaç duyuyoruz. Ama bu işlevin gerçekleşebilmesi için de, anlaşılır tavır ve söylemlere, ciddi eylemlerin eklenmesi gerekiyor.