Müslümanlar I. Dünya Savaşı’ndan bu yana uluslaştırılmış/millileştirilmiş toplumlar ve bölünmüş sınırlar içinde yaşamaya devam etmektedirler. Türkiye veya Turkia veyahut Turkey adı verilen topraklar ve yeni oluşturulan “Türk Milleti” de bu parçalardan birisidir. Bizler Osmanlı bakiyesi Müslüman topluluklar olarak I. Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist devletlerin oluruyla imzalanan Lozan Antlaşması’nda kabul edilen “Misak-ı Milli” sınırları içinde yaşamaya devam ediyoruz. Bir ulusal vatan ve ulusal toplum ile tanımlandığımızdan bu yana, yaşadığımız coğrafyada süren en büyük çatışma, ulusal kimlik ile İslami kimlik arasında cereyan etmektedir.
Türk resmi ideolojisinin kuruluş yıllarında İslami değerler tasfiye edilmeye çalışıldı ve duyarlı Müslümanlar da adeta sürek avına maruz kaldı. Binlerce insan İslami hassasiyetleri nedeniyle İstiklal Mahkemeleri tarafından idama mahkum edildi. Bir toplumun yazı dili olan Kur’an dili değiştirildi. İslami eğitimin özgünlüğü yasaklandı ve dini alan laik sistemin denetimi altına alındı. Türk ulus kimliğinin dayatması sonucunda sürgünlere, işkencelere, katliamlara maruz kalanlarımız oldu. Allah’ın doğuştan verdiği dil ve renk özelliklerinden birisi istismar edilerek seküler temelde yeniden tanımlandı, dayatmacı bir ideolojiye dönüştürüldü. Ulusal kimlikle İslami kimlik arasındaki çatışma halen Türkiye’deki en reel gerçektir. Ulusal kimliğin tanımlanmasındaki belirleyicilik ırk, toprak, tarih veya kültür şeklindeki öncelik sıralamasını zaman zaman farklılaştırsa da, farklılaşmayan hasım, vahyin kaynağından beslenen İslami kimliktir. Sistemin kurumlaşması ve askeri darbeler veya darbe tehditleri süreci ile resmi ideolojinin ortaya koyduğu tepkiler bu gerçeği en yalın şekilde ortaya koymaktadır.
Sürdürülmekte olan Müslümanlara yönelik sürek avı ve yaşadığımız acılar o kadar belirleyici olmuştur ki, Türkiye’deki darbeci düzene karşı çıkan insanların büyük bir bölümü bile, sindirilmiş olarak İslam’ı bir alt kimliğe indirgeyen ulusal ideolojiye ve değerlerine sığınır hale gelmişlerdir. Örneğin son Ergenokoncu darbe girişimlerine karşı çıkan liberal, solcu, eşcinsel oluşumlarla ve bazı STK’larla birlikte 2008 yılında “Ortak Akıl Hareketi”ni oluşturan ve kendini İslam’a nispet eden bazı dindarlar da “Milli/Ulusal Egemenlik” mitingleri düzenlemekte ve ulusal ritüelleri meşrulaştırır heyecanlar üretmektedirler.
Sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ikiz kardeşini kaybeden kapitalist Batı, bugün liberal sistemi küreselleştirmiştir. Batı artık coğrafi bir bölgenin adı değil, ekini ve nesli ifsad eden kapitalist tüketim ve üretim sistemini model olarak seçen tüm cahili güçlerin ve blokların adıdır. Türkiye’de Batılı paradigmaya ait bir sistem egemendir. Türkiye’deki sistem içi stratejik kavgalar egemen güç lobileri arasında veya küresel blokların hangisinin önceleneceği konusunda kızışmaktadır. Yoksa dünya hakimleri -ABD, AB, ÇİN, Avrasya veya Pasifik Blokları- İslam dünyasına veya İslam dünyasını parçalayan ulusal devletlere kendi sistemleri dışında bir varoluş imkanına yöneldiklerinde müsamaha ile bakacak değillerdir. Fukuyama “Dünyanın sonu”, Huntington “Medeniyetler Çatışması” tezleriyle Batı’nın geldiği yeri ilerlemeci tarih mantığı ile mutlaklaştırırken, yapabilirlerse asimilasyonu (ötekinin kimliğini kendi kimliği içinde eritmeyi), yapamazlarsa entegrasyonu (ötekinin kimliğini kendi kimliği ile uzlaştırarak bulandırmayı) hedefliyorlar. Batı için “Kültürlerarası Diyalog” tezi de bu politikaların farklı bir versiyonudur. Daha da olmazsa Kisserger’in stratejik planlaması devreye sokuluyor: “Ötekileri birbiriyle çatıştırmak.”
Kurtlar sofrasına ait böylesi bir süreçte sistemin globalleşme önceliğine dayanarak iktidarda kalmaya çalışan AK Parti’nin “merkez partisi” olduğunu açıklaması da şaşırtıcı bir durum değildir. Yani sistem tanımladığı alanlarda ve sistemin ölçüleriyle Müslümanlar iktidara geldiklerinde alternatif bir çözümü ve iktidar arayışını değil, entegre ve işbirlikçi bir yönetimi ifade etmektedirler.
Dünyanın gidişine, dünya ve Türkiye Müslümanlarının haline kendi tarihselliğimiz içinde bakmak, ciddi bir durum değerlendirmesini gerekli kılmaktadır. Türkiye Müslümanları Misak-ı Milli sınırları ve ulusal sistemle kuşatılmıştır. Diğer kardeşlerimizle de aramızda başka cahili tel örgüler vardır. Seyyid Kutub, İslam ümmetinin uzun bir dönemden bu yana çöktüğünü belirtir. Malik Bin Nebi ise çöküşün tarihini vermek konusunda daha cesurdur. Nebi, 13. yüzyıl Muvahhidler Devleti’den sonra Kur’ani ölçüler ve şura işleyişinden uzaklaşılmasıyla inhitatın başladığını vurgular.
Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabından seçtiğimiz şu cümlelerle bile Müslümanların konumunu ve niteliğini değerlendirmek mümkündür:
“İslam dünyası uzun bir dönem zulüm ve istibdat yaşadı... Muhalafet eden erkeklerin yılanlı kuyulara sarkıtıldığı bir düzende yaşandı… Kadınları hareme tıkmak için erkeklere öğüt veren bir görüş İslam’ı temsil edemezdi… Devlet reisine itaat, reisin Allah’ın Kitab’ına uymasıyla kayıtlıydı. Ne yöneticiler bu kurala uydu; ne de kitleler zalim ve fasık imamlara itaatten vazgeçtiler…” (Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Çev: Abdülkadir Şener, Hilal Yayınları, Ankara 1966.)
Ulusal ve küresel cahili sistemler tarafından kuşatılan ve harici baskılar altında kalan Müslümanlar; kendi tarihi süreçlerinde de farklı ifsad halleri içinde vahye ve fıtrata yabancılaşırken sapık bâtini akaidlere ve taklitçi fıkıh ve kelam anlayışlarına saparak kimliklerini bulandırdılar. Müslümanlar önce, söz konusu dahili etkenler dolayısıyla inançta ve amelde düşkün ve çözülmüş hale geldiler. Batılı sömürgeciler İslam coğrafyasındaki bu çözülüşün oluşturulmasına, ön ayak oldukları kralcı veya cumhuriyetçi ulus devletlerle hız kazandırdılar.
Dağılmış ümmetin bir parçası olarak Türkiye’de yaşayan ve kendini İslam’a nispet eden insanlar, mevcut halleri ve gelecek tasarımlarıyla ilgili değişik psikoloji ve eğilimler içinde yaşamaktadırlar. Bu yaklaşımları altı başlık altında değerlendirebiliriz:
- Çaresizlik ve kadercilik:İslam dünyasının yenilgi psikolojisini ve akidevi tahrifatları aşamayan bu zümre, daha ziyade vahiyle hayata müdahale etmekten geri duran bir inziva veya riyâzat anlayışı içinde ahirete hazırlanmakta ve kıyametin yaklaştığını düşünmektedir.
- Yanlızlaşmak veya içe kapanmak:Çözümsüzlük söylemi içinde nefsini, ailesini veya yakınlarını merkeze alanlar, dini ritüelleri yerine getirseler de “Gemisini kurtaran kaptan” anlayışı ile sekülerizmin nesnesi olmaktan kurtulamamaktadırlar.
- Türkiyecilik:Türkiyecilik anlayışı, resmi ideolojiye dini zemin oluşturan “bin yıllık tarih” kurgusuyla üretilmiştir. Kurgusal Türkiye statüsünü İslami alışkanlıklarıyla özdeşleştirenlerin eğilimini yansıtmaktadır. Müslümanların geleceğini Türkiye’nin geleceği ile özdeşleştiren bu ulusal/milli sapma, dindar kitlelerin bazı milli sembol ve ritüellerin içselleştirilmesini körüklemektedir.
- İslam devletini öncelemek:Cahili sistemlere karşıdırlar; ama inkılâpçılık adına ihtilalci veya “âcilci” bir tutum içindedirler. Ümmeti iktidara taşımak istediklerinden, “Kur’an ümmetinin yeniden inşası ve tanıklık” gibi tespitlerden hoşlanmazlar.
- Cihadcı yaklaşımlar:Kur’an bütünlüğüne dayanan bir tarih ve toplum değerlendirmesi yapmadan, toplumsal değişimin yasalarını veya merhaleci mücadeleyi gözetmeden, zorunlu ve acil şartların fıkhını genelleştirerek hayatı aşkın bir duygusallıkla “iman ve cihad” olarak değerlendirmektedirler. Cihadı genellikle kıtal anlamında daraltan bu yaklaşım, idealize ettiği hedefi yaşamlaştıramadığında da ciddi kırılmalara ve savrulmalara zemin oluşturuyor.
- İslam medeniyetini savunanlar:Mevcudun sorunlarını geçmişe sığınarak aşmaya çalışan bu yaklaşım Endülüs, Abbasi ve Osmanlı medeniyetlerini iç içe geçirmektedir. Bu yaklaşım Müslümanlara ait tarihteki parlak sayfaların övüncü ile moral bulmaya çalışmaktadır. Geleceğin İslam medeniyetini de bu övünç ile ve üretilmiş arkaik birikimlerle kurma hayali içindedirler. İslam medeniyeti tasavvuru hakkında bazı düşünürlerimizin değerlendirmeleri konuya ıslah perspektifi açısından açıklık getirmektedir:
- Ali Şeriati’ye göre medeniyet, elverişli ortamlarda kabiliyetlerden filizlenerek eser vermektir. İslam medeniyetini de, Firavun medeniyetini de, Abbasi ve Osmanlı medeniyetini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
- Malik Bin Nebi’ye göre medeniyet; insan, zaman, tarih karışımının ürünüdür. Bu karışımda belirleyici olan dindir. Her doktrin/akaid de dini ifade eder.
- Mustafa İslamoğlu medeniyeti medenilik şartına bağlar. Ona göre medeni olmadan Medine, Medine olmadan da medeniyet olmaz.
- Seyyid Kutub ise medeniyet ile hadareti veya uygarlığı ayrı ayrı değerlendirir. Medeniyet, maddi anlamda yüksek hayat standartlarını ve eserleri ifade eder. Hadaret/uygarlık ise inançları, değerleri, ilişkileri ve sistem bütünlüğünü ifade eder. Uygarlığın tek bir şekli vardır; o da İslam uygarlığıdır.
- Yeniden inşa sorumluluğu: Kur’an vahyi, ölümlü olan insana ve toplumlara gelmiştir. Kur’an’ın mesajı bâkidir; ama insanlar, toplumlar ve medeniyetler ölümlüdür. Allah günleri insanlar arasında dolaştırır. Nimeti kaybedip düşenler de vardır, nimete tutunup dirilenler de. Sosyal planda yitirilen tevhid nimetini, Kur’an’ın muhkem ahkamı ve Rasulullah’ın mütevatir uygulamaları rehberliğinde yeniden fikri, sosyal ve siyasi alanda inşa etme bilincine varanlar, yeniden inşa idealinin inkılapçılarıdır. Müslümanların en önemli ıslah projesi, bu inkılâpçı tutumla vahyi sosyalleştirmek ve Kur’an nesli nüvelerini bölge bölge, halka halka yeniden inşa edebilmektir.
Çözüleni Yeniden İnşa Etmek
Kur’an, evrensel hitabıyla zamanlar üstü değerini tüm insanlara taşımaktadır. Kur’an, hayatı anlamlandırmada ve temel sorunlarımızın ölçüsünü bildirmede insanları karanlıktan aydınlığa ulaştıracak tek ilahi rehberdir. Kur’an, Rabbani ilkelerinin sosyalleştirilmesi amacıyla Yaratıcımız katından inzal edilmiş bir çağrıdır.
Kur’ani ilke ve buyrukları yaşamlaştırmak, inançta ve fıkıhta Kur’an’ın muhkem değerlerini bilen ve ölçü edinen insanlarla gerçekleşecek bir yükümlülük ve şahitlik ibadetidir. Kur’an’a iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutmakla mükelleftirler. (Maide, 5/8) Ancak Müslümanlar bugün adil olmayan cahili sistemlerin ve ulus devletlerin boyunduruğu altında yaşamaktadırlar. Vahiyden ve fıtrattan yabancılaşmayı ifade eden bu karanlık durumdan kurtulmak için kendini İslam’a nispet eden insanlar, yeniden iman etmeye davet edilmelidirler. “Ey iman edenler, Allah’a, O’nun Rasulü’ne, Rasulü’ne indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin…” (Nisa, 4/136) Bundan daha öncelikli görev ise hayırlarda yarışacak, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak bir ümmet (Al-i İmran, 3/104) olabilme veya oluşturabilme sorumluluğunun idrak edilmesidir.
Müslümanların gaybi konulara da, fikri ve ameli konulara da Kur’ani bütünlükten bakmaları vahyin şahitliğini gerçekleştirmek için her türlü ihya ve inşa faaliyetinin hizmetinde olmaları, Rasulullah’ın örnekliğinden öğrendikleri en önemli ibâdi sorumluluklarıdır. Müslümanların tarihi süreçleri içinde gerek iç gerek dış etki, baskı ve sapmalar sonucunda kaybettikleri dirilik ve bütünlüklerini yeniden kazanmalarının yolu, Mekke dönemindeki vahiyle inşa sürecinin mantığını ve Siret Sünneti’ni doğru okumalarıyla ilgilidir.
“Kur’an neslini inşa” söylemi İslam ümmeti, tarihi veya yaşam tarzı ile doğrudan alakalı bir bahistir. Rasul ve Rasulle beraber olanların eğitim süreçlerinin programını Müzzemmil Suresi’nden; tebliğ süreçlerinin niteliğini de Yunus suresinden öğreniyoruz. Yaşanılırlığını yitirdiğimiz ilk Medine modelimizi veya Kur’an ümmetini yapısal planda yeniden inşa etmek veya diriltmek çabası tevhid ehlinin en önemli kulluk mükellefiyetidir. Bu hedefin temelini oluşturan ilk toplumsal örnekliğin ve çekirdek modelin oluştuğu Mekke döneminde Rasul (s) ve arkadaşlarının vahyi tanıklaştırdıkları Siret Sünneti’ni doğru kavramamız gerekir.
Özellikle Al-i İmran Suresi’nde işaret edilen “İnsanların içinden çıkarılmış hayırlı bir ümmet” olmak ideali peşinde olunmalıdır. Çünkü tevhid ve adalet idealinin tebliğ ve uygulama alanına taşınmasına vesile olan ve ahiret azığı sağlayan da bu hedeftir.
Yeniden vahiy temelli fikri ve siyasi bir inşadan bahsedilecekse, tevhidi değerlerin toplumsal tanıklığı bağlamında canlı sosyal bir model oluşturmak gerekmektedir. Vahyin yeniden sosyalleşmesi için “Birr” ve tevhid bilincine ulaşan; nefsinde, düşünce ve tavırlarında vahyi inkılâbı yaşayan; bu nedenle de fıtri ve vahyi yabancılaşmaya son verip her türlü pislikten (rucz’dan) hicret eden İslami şahsiyetlerle yola çıkılmalıdır. İslami şahsiyet, eğitim ve tebliğ süreçlerinde yetişen bir kimlik duruluğunu, ahlakını, vahye tanıklığı ve adanmışlığı ifade etmelidir. İslami kimlik ve kişilik sahibi kişi, sağlam ve zinde bir tohum gibidir ki, Kur’an’da belirtildiği gibi o tohum yedi başak verir ve her başakta da yüz dane/tohum bulunur. İşte Kur’ani perspektif ve şahsiyet sahibi bir Müslümanın taşıdığı niteliksel birikim ve ahlaki örneklik, uygun zeminini bulduğunda yeşerecek olan sağlıklı tohum örneği gibidir.
Yaşadığımız bölgesel ve küresel şartlarda kendimizi, yakınlarımızı ve toplumu vahyi nasslar doğrultusunda uyarıp ıslah etmeye çalışmanın ve ümmeti yeniden inşa etmenin elbette kolay bir görev olmadığı açıktır. Bu kolektif sorumluluğumuz için istişari beraberlikler oluşturulmalı, Kur’ani ölçüleri ve Rasulullah’ın bağlayıcı örnekliğini kavramış İslami şahsiyetlerin var olması veya hayatın içinde yetiştirilmesi gerekmektedir.
Temel bir İslami sorumluluk olarak istişare ve tebliğ görevlerini üstlenmesi arzu edilen kişiler ve kanaat önderleri, en azından temel eğitim ve mücadele süreçlerine katılıp, tanıklık ve örneklik oluşturmak konusunda yeterli bir donanım ve olgunluğa erişip erişmediklerini değerlendirmeli ve eksiklerini gidermeye çalışmalıdırlar. Bu kişiler Medine’mizi ve ümmeti yapısal planda yeniden inşa etmek için Mekke’deki Rasul ve arkadaşlarıyla inşa edilen öncü süreci fikri ve siyasi boyutuyla mutlaka muhasebe edip kendi mücadele safhaları ve pratikleri ile ilgili dersler çıkartmalıdırlar. Rasul ve Rasul ile birlikte olanların gecenin belli zamanlarında Kur’an’la ilgili programlı (tertil) eğitim ve tefekkür boyutu kadar, tebliğ ve tanıklık görevleri de vardı. Kur’an talebeleri yeniden inşa anlayışı içinde güncel karşılıklarını örneklendirmeli ve yaşamlaştırmalıdırlar.
Kuşatıldığımız sorunlar içinde bize Kur’ani ilkelerin açılımıyla örneklik oluşturacak yaşayan bir rasulümüz yok. Mü’minlerin istişare ve dayanışma mükellefiyetlerini düşündüğümüzde her sözü hüccet olarak alınacak müceddidlerin, kanaat önderlerinin, üstadların ya da Mehdi veya lider-kurtarıcı beklentilerinin de bir anlamı yok. Çünkü çözüme, Kur’an vahyi karşısında akletmesi ve kavradığı doğruları tanıklaştırması istenen Müslümanların diyaloglarıyla yol açılacaktır. Gerekli ve farz olan istişari işleyişimiz veya örnekliklerimiz oluştukça da, İslami şahsiyet ve tebliğci özellikler konusunda fikri ve ameli standartlarımız yeterlilik bakımından belirginleşecek, klasik icazet anlayışının yüzeyselliği veya münferitliği aşılacaktır. Rabbimize şükürler olsun ki, bu konuda Türkiye’deki 30–35 yıllık tevhidi uyanış sürecinin sağladığı birikimlerle, ufak ama nitelikli örnekliklerimiz de oluşmaktadır. Özgür-Der’in kendi içinde ve benzer doğrultudaki oluşumlarla birlikte gerçekleştirdiği, fikri ve ameli konulara Kur’an temelinde ortak ölçülerle ortak çözüm üretmeyi ve dayanışmayı amaçlayan istişare ve irtibat süreçleri bu konuda öncü bir örnekliktir.
“Peygamber ve Firavun” adlı kitabında Kepel, “Yoldaki İşaretler” kitabıyla Kutub’un, “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabıyla Mevdudi’nin amaç ve tespitler konusunda aynılaştıklarını, her iki müellifin de yitirilen Kur’ani değerleri toplumsal planda yeniden tanıklaştırmaya ve ıslah projesini imkanlı kılmaya yöneldiklerini belirtir. Bu yaklaşımlar, ümmet yapısının temeli olan Kur’an neslini yeniden inşa veya zindeleştirmek konusunda canlı taleplerdir. Ancak talep etmek bu amacın gerçekleşmesi için yeterli şart değildir.
Ayrıca tüm sahih ideallere ve taleplere rağmen, vahyin tebliği ve tanıklığı için adım atıldığında, muhatap alınan insanların küresel kapitalist kültürün aşıladığı hayat görüşleri ve alışkanlıklarıyla daha fazla çözüldüğünü ve insan ilişkilerinin kirlendiğini görüyoruz. Sahih geleneğin havzasından uzaklaşma veya yabancılaşma hızlanıyor; yeni kuşaklar modernitenin oluşturduğu yeni akım ve rol modellerin oldukça etkisinde; ayrıca internet çağının tanıklığı - sorumluluğu örten ve sanallaşan büyüsüne kapılanlar bir hayli fazla. Kuşatıldığımız sistemin içinde ekmek ve istihdam arayan vahyin muhatapları büyük zorluklarla karşılaşıyorlar ve tutsaklıklarından arınmaya, fıtri güzelliklere yönelmeye çalışan insanlar yaşam şartlarından kültürel, hukuki ve siyasi düzenlemelere kadar uzanan cahiliyenin kıskaçlarıyla uğraşıyorlar.
Modern çağda belki Rasulullah’ın (s) ve vahyin tanıklığını üstlenen ilk Kur’an talebelerinin muhatap olduğu Mekke cahiliyesinden çok daha yoğun ve kuşatıcı bir cahili kuşatma altında yaşıyoruz. Küresel kapitalizm tüm dünyamıza ve hayat alanlarımıza hâkim durunda. Egemen cahiliye, oluşturduğu karanlığı geleceğe de taşımak için değişik planlar yapıyor ve tasarımlarda bulunuyor. Kur’ani bilgiyi ve ahlakı taşıyan Müslümanlar, gerek bugünü ve gerek geleceği aydınlatmak için Kur’ani mesajı akaid alanından sosyal ilişkiler alanına kadar nasıl taşıyacağımızı örneklendirmelidirler.
Bugün için vahyin tanıklığına aday Müslümanlar, bedevi ve çözülmüş ilişkilerin alışkanlıklarından kurtulup, vahyi ölçüleri ve ortak doğruları önceleyen medeni ilişkileri yeşertmeli, birlikte iş yapabilme becerisini yakalamalıdırlar. Bunun için hayatı Kur’an’la okuyan, Rasulullah’ın Kur’anda belirtilen örnek ahlakını kuşanan, üretici, adanmış, atak ve mütevazı adil tanıklara/şahsiyetlere ihtiyacımız vardır.
Tarihin ve çevrenin belirlediği “nesne kişiler” değil, tarihi ve modern olanı Kur’an’ın rehberliğinde okuyan “özne kişiler” olabilmeliyiz. Bunun için de önce:
- Yeterli Kur’an bilgisine ve bakış açısına yani Kur’ani tasavvura sahip mü’minler olmalıyız. Kur’an’ın amacından kopuk tarihsel okumalardan veya mevcut beşeri statükolar için üretilmiş yorum ve tevillerden arınmalıyız.
- Kur’ani tasavvurumuzu sosyal şahitlik ve inşaya, cemaatleşmeye dönüştürebilmek için de sahih bir metodolojiye ve sahih tefekkür kapasitesine ulaşabilmeliyiz. Bu konuda Kur’an’ın ölçülerine dayanan muhkem bir usule ve vahyin ölçülerini gösterdiği düşünce metoduna sahip olabilmeliyiz.
Kur’an neslini oluşturma çabası, şurası veya platformu bir ittifakı değil bir vahdet arayışını ifade eder. Hayata gelenekçi taklitçilikle veya modernist akılcılıkla bakanlar ile bir şura içtihadı veya karar mekanizması oluşturulamaz. Kur’an Nesli Projesi, öncelikle Kur’an tasavvuru ve usuli’d-din konularında aynılaşan veya aynılaşmayı önceleyen, biyografik kimlikleri tutarlı Müslümanlar arasında gerçekleşecek ciddi diyalogları gerekli kılar.
Kur’an nesli ideali, en başta Müslümanlar için bir gelecek tasarımını ifade eder; ancak pratik bir sorumluluğu da ifade eder. Bu sorumluluk havas, din adamları, üstadlar gibi kutsanan veya ayrıcalıklı kabul edilen sosyal kategorilere veya kişilere ait değildir. Allah’ın dininin şahitleri olmak, Allah’tan gereği gibi kokan ve Kur’an talebesi olan tüm alimlere/mü’minlere ait bir görevdir. Tabii ki mü’minler içinde de daha fazla bilenler veya emanetleri taşımak konusunda daha ehil olanlar vardır. Ama mü’minlerle dayanışma ve istişare ibadetini yerine getirmeyen her çözümün rızayı ilahi dışında olduğu bilinmelidir.
Bu bağlamda Kur’an nesli ideali ve söylemini taşımak bir üstünlük ve inisiyatif aracı değildir ve olmamalıdır. Kur’an nesli söylemi bir donanım, takva ve inşa hizmetini gerekli kılar. Bu ideal, hizipçi bir çerçeveyle kuşatılmaya veya istişare süreçlerinden kopuk entelektüellere söylem ve yazı konusu olmaya müsait değildir. Kur’an nesli ideali bir slogan olmaktan çıkarılmalı, cennete ulaşmak arzusuyla ibadi bir görev olarak kavranmalıdır. Zira Allah uğrunda bu dünyada şühedalar (Bakara, 2/143) olmadan veya vahye tanıklık ibadetini yerine getirme azmi taşımadan, dünya sınavını ve ahireti kazanmanın mümkün olmadığını, Kur’an bilgisine sahip ve Hududullah’a riayet eden her mü’min bilir.
Kur’an neslinin inşa sorumluluğu doğrultusunda “Kur’an Nesli Platformu Olabilir mi?” sorusu, küresel ve ulusal cahili kuşatmalar altında bulunan Müslümanlara gelecekle ilgili bir istikamet ve güven aşılayan önemli bir muhteva taşıyor. Bu tasarım çare olarak inzivaya, milli dindarlığa, romantik çözümlere veya medeniyet hülyasına sarılan insanımıza gerçekçi bir durum değerlendirmesi sunmaktadır. Kur’an nesli tasarımı, insanlara yapılabilir olanı sunuyor ve Müslümanlara da yapmaları gereken öncelikli ibadi görevlerini hatırlatıyor. Bu tasarımı tartışmak bile samimi birçok Müslümanda heyecan ve talep uyandırıyor. Bu konunun panel, sempozyum gibi etkinliklerle şehir şehir gündeme getirildiğinde ilgi toplamaması mümkün değildir. Ama gündeme getirilen bu konuya duyulan talebi ve somut beklentileri karşılamak ve bu ilginin ilkesel planda inisiyatifini elde tutmak ciddi bir ön hazırlığı gerektirmektedir.
Kur’an nesli konusunda beklenti üretmekten çok, oluşacak beklentileri cevaplayacak donanımın ve alt yapı hazırlığının ciddiye alınması gerekmektedir. Dolayısıyla bu konunun gündeme getirilmesi, öncelikle Kur’an’ı hayatın içinden okumaya çalışan, tevhidi uyanış sürecinin doğrularını taşıyan ve tanıklık görevini ihmal etmeyen öncü ve üretici insanlarımızın ve istişare halkalarımızın görevini artırmaktadır. Bu konuda istişari bir öncülüğün usuli ve metodik, fikri ve siyasi aynılıklarını artırması, ortak bir ekole mensubiyet anlayışını güçlendirmesi gerekmektedir. Konuyu arzu etmek kadar, bu konuda diyalog ağını oluşturacak olan ve açılım açısından üretimde, ortak içtihatlarda bulunması gereken biyografik kimliği tutarlı ve sınanmış insanlarımızın irtibatları da önemlidir. Yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, hamdolsun ki Kur’an nesli bilinciyle gerçekleşen örnek girişim ve uygulamalarımız artık söylem olarak değil, eylem olarak da varlığını hissettirmeye başlamıştır. Önemli olan Kur’an neslini inşa sorumluluğunda ortaya konan güzel örnekleri yaygınlaştırmak, zaaflarını ve eksiklerini tartışıp gidermeye çalışmak, bu anlayışı geliştirebilmektir.