Mart 2011’de Der’a kentinde başlayan ve bir yılı aşkın süredir Suriye halkının büyük acılar, bedeller ödeyerek ama aynı oranda kahramanca sürdürdüğü intifada, ezen ile ezilen saflaşmasının çağımızdaki en açık tezahürlerinden biri oldu. Mazlum ile zalimin bu açıklıkta ortaya çıktığı bir tablo karşısında ümmetin geneli de haktan ve adaletten yana tüm insanlar da tavır geliştirmek, saf belirlemek hususunda tereddüt yaşamadılar. Adalet duygusuna sahip, vicdanı körelmemiş herkes, laik-Arap milliyetçisi ve despotik bir istihbarat rejimine karşı özgürlük, hak ve adalet talep eden halkın yanında durdu, taleplerini destekledi.
Ne var ki, bu süreç boyunca çeşitli saiklerle Suriye’deki direniş hakkında kuşkular üretme, muhalif kesimler hakkında spekülatif bilgi ve iddialar yayarak Baas rejimine kol kanat germe çabaları da hiç eksik olmadı. Baas müdafaası, Türkiye’de daha ziyade Kemalist-sol çevrelerin anti-emperyalizm maskesiyle geliştirdiği ve yer yer cepheden savunuculuğa dönüştürdüğü bir tutum olarak karşımıza çıkarken, “İslami camia” içinde ise daha örtük ve dolaylı biçimlerle ifade edilmekte.
Genelde İran’ın geleceğini, güvenliğini ve bölgeye yönelik siyasetini merkeze oturtan yaklaşım sahiplerince serdedilen bu tutumun, Türkiyeli Müslümanlar arasında son yıllarda bir hayli revaçta olan komplocu düşünme hastalığına yakalanmış zihinlerle de buluşmasıyla ortaya çıkan ucube, insana adeta pes dedirtiyor! Suriye turnusolü bazılarının ne kadar acımasız ve düşüncesizce zalimlere meyledebildiğini gösterirken, vicdan denilen fıtri melekenin, hatta düşünme-akletme yetisinden de önce, ne kadar önemli ve gerekli olduğunu da bir kere daha ortaya çıkarmış durumda.
Suriye İntifadasına yöneltilen sorulara, kuşkulara dair şimdiye kadar pek çok şey yazıldı. Bu dergide de birtakım endişeleri izale etmeye, eleştirileri cevaplamaya yönelik çabalar sarf edildi. Oluşturulan kafa karışıklıklarını gidermeye dönük olarak ve İslami perspektiften konuya nasıl yaklaşılması gerektiği hususunda yorumlar, öneriler ortaya konuldu. Bu yazıda da bir kez daha Suriye İntifadasına yöneltilen bazı sorulara genel hatlarıyla cevap vermeye gayret edeceğiz.
Mamafih şunu başta belirtelim ki, açıkça zalim Beşşar rejiminin yanında saf tutmuş çevre ya da şahıslar muhatabımız değildir. Onları ikna etmek gibi bir derdimiz de yok, gücümüz de! Rabbimizin vicdan nimeti lütfetmediği kullarına, kimsenin bir şey anlatabilmesi de zaten mümkün değil. Bizim muhatabımız daha ziyade Suriye’deki gelişmelere ilişkin olarak sıkça ortaya atılan iddialar karşısında kafasında sorular oluşmuş samimi kardeşlerimizdir.
Birtakım hususların kıyas yoluyla daha net anlaşılabileceğini düşündüğümüzden konuya dair bazı değerlendirmelerimizi, Müslümanları ilgilendiren farklı coğrafyalardan ve mücadelelerden örnekler vermek suretiyle ifade etmeyi tercih ettik.
- Suriye’deki ayaklanma anti-emperyalist ve anti-Siyonist Esed yönetimine karşı Batı’nın ve İsrail’in kışkırtmalarının bir neticesi midir?
Öncelikle burada tutarlılık adına bir şeye karar vermek lazım. Ya Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve tüm bölgeye yayılan gelişmelerin tümünün komplo olduğunu ya da tümünün halkların iradesiyle geliştiğini kabul edersiniz. Arap Baharı adı verilen, bizim Ortadoğu İntifadası olarak adlandırmayı tercih ettiğimiz olgunun tümüyle bir komplo olduğu iddiasının savunucularına diyecek hiçbir sözümüz yok. Bu kadar temelsiz, mesnetsiz bir yaklaşım tarzının tartışılması dahi abestir, akla ziyandır. Bu düşünce tarzıyla siyasal gelişmelerin anlaşılması da izahı da asla mümkün olamaz. Daha ötesinde, bu boyutta bir komploculuk kadir-i mutlak Rabbimiz yerine birtakım güçleri oturtmak anlamına gelir ki, sahibini akidevi açıdan da tehlikeye düşürür.
“Arap Baharı çok güzeldi ama Suriye farklı!” tezini öne sürenler ise doğrusu tam bir çelişki yumağı içine düşmüşlerdir. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Bahreyn’de, Ürdün’de alkışladığınız şey neydi? Halkların despot yönetimlere kıyamı değil mi? Peki, neden aynı hak, aynı onur Suriye halkından esirgeniyor? Hiç şüphesiz Suriye halkını ayağa kalkmaya sevk eden temel saik aynı dili konuştuğu, aynı inancı paylaştığı ve aynı kaderi yaşadığı diğer halkların isyanıdır. Bu kadar açık bir olguyu birtakım görünmez ellere, gizli güçlere havale etmek saçmalıktır.
Daha temel bir husus da şudur ki, ne ABD, ne İsrail ne de bir başka güç bir halkı tanklara, kurşunlara karşı sokaklara çıkmaya, ölümün üzerine yürümeye sevk edebilir. Bu insanları bunca bedele rağmen direnmeye sevk eden gücün Allah’a iman ve teslimiyet olduğu; özgürlük talebi ve şerefli yaşama arzusunun insanları harekete geçirdiği gayet açıktır.
- İslami bir iktidar, ideal bir yönetim olmadığı açık olmakla birlikte, bölgede direniş eksenini temsil ettiğinden dolayı Esed yönetimini desteklemek gerekmez mi?
Baas iktidarının neye karşı ve nasıl direndiği sorusunu şimdilik bir kenara koyup düşünelim: “Esed yönetimini emperyalistlere karşı zayıflatmayalım!” sözünün, Bizans’a ve Afrika’da Berberilere karşı Müslümanlar üstünlüklerini kaybetmesinler diye, Hz. Hüseyin’i Yezid’e biate çağırmaktan ne farkı var?
Kaldı ki, Esed’in ordusu kâfir güçlerle fiilî bir savaş içinde olmadığı halde Yezid’in ordusu savaşmaktaydı. Tarihî bir hakikat olarak Muaviye bin Yezid döneminde içeride yaşanan sıkıntılar Bizans’ın toparlanmasını kolaylaştırmıştır. Öyle ki, İmparator II. Justinyen döneminde Bizans donanması yeniden Akdeniz’in hâkimi olmuş, Rodos’u ve Kıbrıs’ın bir kısmını yeniden ele geçirmiştir. Bu durumda şöyle mi düşünmek gerekirdi; Yezid her ne kadar zalim oğlu zalim bir melik olmakla birlikte, kâfirlerle savaş sürdürdüğü için ona karşı çıkmak Bizans’ın ekmeğine yağ sürmek olur, dolayısıyla isyan etmek hata olmuştur!
Bu komik akıl yürütme ne kadar mantıklı ve tutarlı ise İran’ın, Hizbullah’ın ve aynı çizgiyi paylaşanların Esed lehine geliştirdikleri savunular da ancak o kadar mantıklı ve tutarlıdır.
“Biz Filistin davasını merkeze aldığımız için Beşşar’a göz yumuyoruz!” savunusu geçerli bir mantık değildir. Öncelikle hiçbir surette zulümden yana olunmamalıdır. Hele ki, geçmişinden bugününe boğazına kadar Müslüman kanına batmış katliamcı bir rejime Filistin davası üzerinden meşruiyet devşirmeye çalışmak Filistin davasını da kirletir, zor duruma düşürür.
Koca bir Suriye halkını ikincilleştiren, değersizleştiren ve Müslüman halklar ve İslami davalar arasında anlamsız bir hiyerarşi inşa etmeye kalkan bir yaklaşım tutarlılıktan yoksundur. İlaveten, zaten kendisi esaret altında olan bir halk başkalarına özgürlük getiremez. Ve yine dikta düzenleri halkların kurtuluşunu sağlayamaz.
Filistin davası üzerinden Baas iktidarı savunusu, “Keşmir davası sürerken Pakistan’ın zalimliğini görmezden gelelim!” demeye benziyor. Filistin ile aynı dönemde Hindistan tarafından işgal edilen Keşmir, Pakistan için milli bir dava. Halen bu ülkede Müslümanlar Hindu zalimliğine karşı büyük bir mücadele veriyorlar. Ve bu mücadeleyi Pakistan devleti her yönüyle destekliyor. Hatta bu yüzden Hindistan ile 3 kez de savaşmış bir ülke Pakistan. Peki, bu arka plana bakarak, Keşmir davasının güç kaybetmemesi için Pakistanlı Müslümanlara “Başınızdaki zalim, işbirlikçi rejime itaat edin” mi diyeceğiz? “Pakistan’ın zayıflaması Hindistan’ın işine gelecek, Keşmir direnişi zarar görecek, bu yüzden sessizce maruz kaldığınız zulme boyun eğin!” tavsiyesinde mi bulunacağız?
- Batılı güçler ve İsrail Baas rejiminden çok mu rahatsızlar ve onu devirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar mı?
Şüphesiz Batı ve İsrail’in gözünde Suriye, bir Ürdün ya da Suudi Arabistan değildir. Batı ve İsrail’in Suriye’de Baas rejimi ile ilişkisi her zaman sorunlu olmuş, bu güçler hep bu rejimin devrilmesini arzu etmişlerdir. Bununla birlikte Batı ve İsrail’in amansız bir Baas düşmanı ve bu iktidar gitsin de yerine kim gelirse gelsin pozisyonunda olmadıkları da çok açıktır. Hele Suriye’de İntifada ile birlikte mevcut rejimin tek bir alternatifinin olduğunun ve bunun da mezkûr güçler açısından Baas rejimini aratacağının belirginleşmesiyle birlikte söz konusu çevrelerin tereddütleri, tedirginlikleri öne çıkmıştır. Bilhassa da Mısır’da yaşanan gelişmelerden sonra ise gerek Batılı güçlerin gerek İsrail’in kaygıları çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır.
Bu konuyla ilgili olarak gerek Batılılar, gerek Siyonist rejim yetkilileri zaman zaman yaptıkları açıklamalarda Suriye’de gelenin gideni aratmasından endişe ettiklerini açıkça dile getirmektedirler. Örneğin İsrail Savunma Bakanlığı üst düzey yöneticilerinden Tuğgeneral Amos Gilad, Esed rejiminin yıkılmasının bölgede bir İslam imparatorluğunun yolunu açacağını ve bunun da İsrail için felaket olacağını söylemiştir.
Suriye’de intifadanın başından itibaren işlenen insanlık suçlarına karşı tepkileri birileri “NATO gelecek, ABD müdahale edecek!” propagandasıyla etkisiz kılmaya gayret etmişlerdir. Aradan bir yıldan fazla bir zaman geçmesine ve katliamın bu süreçte ivme kazanarak sürmesine rağmen hâlâ birilerinin NATO öcüsüyle zulmü, vahşeti perdelemeye devam etmeleri ibretlik bir manzaradır.
Oysa NATO yetkilileri sürekli biçimde bu tür bir niyet taşımadıklarını beyan etmektedirler. Daha olayların taze olduğu bir zamanda, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 27 Mart 2011 tarihinde CBS televizyonuna yaptığı bir açıklamada Suriye’ye yapılacak her türden askerî müdahaleye karşı çıkmakla kalmamış, aynı zamanda Başkan Beşşar Esed’in, “bir reformcu” olduğunu söylemişti.
Peki, zaman zaman verilen sert mesajları nasıl anlamak gerekecek? Doğrusu bu türden sözlerin hiçbir karşılığı bulunmuyor. Açıktır ki, bu kadar yoğun bir katliam ve vahşet karşısında Batılı güçlerin sessiz kalmamak adına birtakım demeçler sarf etmeleri, göstermelik bazı girişimlerde bulunmaları doğaldır. Ne de olsa serde insan hakları şampiyonluğu, barış ve demokrasi savunuculuğu var! Bu ülkelerin, Rusya ya da Çin’in yaptığı gibi, dikta düzenlerine açıktan destek vermeleri ya da despotik icraatları desteklemeleri beklenemez. Dolayısıyla her zaman insan hakları hassasiyetiyle davrandıkları imajını sürdürme çabası içinde olmaları normaldir.
Suriye’deki Baas rejiminin geçmişten bu yana Batılı güçlerle hep kavgalı olduğu tezi doğru değildir. Bu rejim zaman zaman çok esnemiş ve uzlaşma içerisine girmiştir. Örneğin Hafız Esed döneminde Suriye, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ABD öncülüğünde teşkil edilen koalisyonda yer almıştır. 1991 Madrid sürecinde İsrail ile masaya oturmuştur.
Suriyeli muhalifler Baas rejiminin tam 40 yıldır İsrail ile ağız dalaşından ibaret bir mücadele verdiğini, bunun danışıklı bir dövüş olduğunu iddia etmektedirler. İsrail açısından da Suriye sınırının gayet güvenli görüldüğünü ileri sürmektedirler. Gerçekten de Suriye rejiminin bugüne kadar İsrail ile savaş içinde olduğu iddialarına karşın Filistinli direniş gruplarını desteklemek haricinde doğrudan bir karşıtlığı söz konusu değildir.
İsrail ise sürekli atak konumunda olmuştur. 1982’de Lübnan’ı işgal ettiğinde Bekaa Vadisinde Suriye mevzilerini bombalamıştır. Ekim 2003’te İsrail uçakları Şam’a 15 km. mesafedeki İslami Cihad kampını vurmuştur. 2006 yazında Beşşar’ın yazlık sarayı üzerinde uçmuşlardır. 2007 Eylülünde Suriye’nin nükleer tesisini vurmuşlardır. Tüm bu saldırılara Suriye herhangi bir karşılık vermemiştir.
Acaba “verememiştir” mi demeliydik? Doğrusu olayın güç yetirememe boyutu olabileceğini reddetmiyoruz ama bugüne kadar asla İsrail karşısında görmediğimiz tankları, helikopterleri Baas rejiminin kendi halkına karşı kullanması da dikkat çekicidir. Suriyeliler ordularının deniz muharebe araçlarına sahip olduğu bilgisini ancak Lazkiye’deki halk isyanı üzerine Filistinlilere ait Remle mülteci kampının denizden bombalanması neticesinde öğrenebilmişlerdir!
Beşşar rejiminin Batı ile zaman zaman gayet uyum içerisine girdiğini söylemiştik. Bunu bir örnekle açalım: Suriye yönetiminin ABD ile ilişkilerinde 11 Eylül’den sonra kısmi bir düzelme yaşandı. Mahir Arar olayı bu sürece ilişkin çarpıcı bir vaka olmuştur. Suriye kökenli bir Kanada vatandaşı olan Mahir Arar 2002 yılında ABD tarafından kaçırılıp el-Kaide yöneticiliği suçlamasıyla Suriye’ye teslim edilmiş, 10 ay hapis yattığı ve yoğun işkence gördüğü Suriye’den ancak Kanada hükümetinin ısrarıyla kurtulabilmiştir.
Bazılarının iddia ettiği gibi gelişmeler Esed rejimini devirmek için Batı tarafından tezgâhlanmış olsaydı, bunun çok daha önce harekete geçilip icra edilmesi gerekirdi. Çünkü Batı-Suriye ilişkileri son intifada sürecinin öncesinde hiç de kötü değildi. Bilakis uzun gerilimlerden sonra ilişkiler düzelme yolundaydı. Öyleyse emperyalistlerin dün çok daha sorunlu oldukları dönemde Esed rejimini devirmek için harekete geçmeyip, bunu ilişkilerinin düzeldiği bir döneme denk getirmeleri hiç makul değildir.
Gelişmeleri kısaca hatırlayacak olursak, Hariri suikastı sonrasında ilişkilerin gerilmesi üzerine ABD Şubat 2005’te Şam’dan elçisini çekmiş ve baskısını artırmıştı. Nisan 2005’te Suriye Lübnan’dan tüm askerlerini çekmek zorunda kaldı. 2008’den itibarense ilişkiler yumuşadı ve Türkiye aracılığıyla Suriye ve İsrail arasında dolaylı görüşmeler başladı. Katar aracılığıyla da Suriye ile Lübnan uzlaştılar. Sarkozy, Esed’i Avrupa-Akdeniz Konferansı için Paris’e davet etti. Beşşar Esed 14 Temmuz 2008’de Fransa’da devrimin yıldönümü törenlerinin onur konuğuydu. Ocak 2009’da Obama’nın ABD Başkanlığına seçilmesinden sonra Şam ile ABD ilişkileri daha da gelişti ve ABD Büyükelçisi Şam’a geri döndü.
Bölgesel planda da ilişkiler yumuşamıştı. Lübnan’dan çektiği elçisini Suriye Mayıs 2009’da geri gönderdi. Saad Hariri Kasım 2009’da Şam’ı ziyaret etti. Suriye ile Irak arasında gerilen ilişkiler de 2009’da elçilerin çekilmesiyle tırmanmıştı ama 2010’da tekrar düzeldi ve elçiler geri gittiler. Yani zannedildiği gibi Suriye, Batılı emperyalist güçler ve onların bölgedeki uzantıları açısından son dönemlerde itirazı, karşı çıkmayı değil, uyum ve yakınlaşmayı temsil ediyordu.
- Esed zalim ve gaddar olsa da Suriye muhalefeti emperyalistlerin yönlendirmelerine açık olduğundan ötürü rejim karşıtlarını desteklemek emperyalizme hizmet olmaz mı?
Bir kere şu husus açıklığa kavuşmalı: Muhalifleri destekleyip desteklememek bir tercih, Esed rejimini desteklemekse apayrı bir tercihtir. Muhalifleri şaibeli bulup destek vermekten kaçınmak belki anlaşılabilir-tartışılabilir bir tutum olarak görülebilir ama her ne gerekçeyle olursa olsun kan içici bir rejimden yana tavır belirlemek asla savunulamaz.
Muhalefeti “şaibeli” bulup destek vermeyenler, asgari bir tutarlılıkla ve ahlaki sorumluluk gereği mevcut rejimi temize çıkartıcı hiçbir söylem ya da tutum içinde olmamalıdırlar. Çünkü birileri muhalefet hakkında zihinlerinde birtakım kuşkular, sorular taşısa bile, mevcut rejimin zalimliği ve gayrı meşruluğu hususunda hiçbir kuşkuya mahal yoktur.
Şu soru sorulmalıdır: Muhalif koalisyon içinde bulanık kimlikli birilerinin mevcudiyeti o hareketi tümden reddetmeyi gerektirir mi? Sonuçta bir koalisyondan söz ediyoruz. Koalisyonlar içinde ana damar yanında çok farklı, hatta marjinal unsurlar da olabilir. Örneğin İran’da devrim sürecinde Kutbizade, Kerim Sencabi, Beni Sadr, Mehdi Bazergan gibi şahsiyetlerin, üstelik de çok etkin konumlarda bulunmaları o hareketin bütününden kuşku duymayı haklılaştırdı mı?
Aynı şekilde muhalefetin Batı’da yerleşik olması neden garip sayılıyor? İran Devriminin rehberi Humeyni de sürgündeki son 3 ayını Paris’te geçirmedi mi?
Yaygın bir eleştiri konusu da Burhan Galyun’un pozisyonu. Şüphesiz Suriye sokaklarında sürekli biçimde ve en net ifadesiyle İslami şiarlar yükselterek mücadele eden ve her gün onlarcası ölüme koşan bir hareketi Burhan Galyun gibi liberal-Batı yanlısı isimlerin temsil etmesi yanlıştır. İslami çevre ve oluşumların pek çoğunun ruhuna işlemiş sığınmacı tutumun bir tezahürü olan bu durumu tabi ki tasvip etmiyoruz. Mamafih benimsememekle beraber hangi kaygılarla bu tür isimlerin vitrine konulduğunu da biliyoruz. Bazen kuşatıcılık adına, bazen Batılı güçlerin desteğini elde etmek, hatta kimi zamansa sadece olumsuz, tehlikeli görünmemek kaygısıyla bu tür vitrin dizaynı çabaları sergileniyor. Bu tutumlar Suriye muhalefetine has zaaflar değil! Türkiye’de de, başka yerlerde de bolca örneklerini gördük, yaşadık. Örneğin Mısır’da İhvan’ın, Refik Habib adlı Kıpti bir düşünürü Özgürlük ve Adalet Partisinin başkan yardımcılığına getirmesi de aynı yaklaşımın ürünüdür.
- Destek veren bazı unsurlardan yola çıkarak Suriye muhalefetinin ABD ve Batı güdümünde olduğu söylenebilir mi?
Ortadoğu’daki hiçbir gelişmenin ABD izni ve onayı alınmadan gerçekleşmeyeceğini iddia edenler örneğin Tunus’un da Mısır’ın da ABD projesi doğrultusunda değişim yaşayan ülkeler olduğunu savunmaktalar. Gerekçe olarak da ABD istemese tüm bu rejim değişikliklerinin mümkün olamayacağı “delili”ni getiriyorlar! İyi de bu çok güçlü ABD İran’da devrimi önleyebilmiş miydi?
Ortadoğu’da hoşlanmadıkları her gelişmeyi, neredeyse her olayı “büyük güçlerin tezgâhı” mantığı ile değerlendirenler, emperyalizme büyük bir kudret atfedip, muhalif hareketlerin, kitlelerin büyük mücadeleler neticesinde elde ettikleri kazanımları ise değersizleştirmekteler. Suriye özelinde de aynı şekilde binlerce cana mal olan mücadele kararlılığını göremeyip, tüm olan biteni büyük güçlerin kâr hanesine yazanlar nasıl teslimiyetçi ve edilgen bir mantık dizgesi ürettiklerinin farkında bile değildirler. Burada tek yaptıkları, seçili bazı verilerden yola çıkarak asıl argümanları olan “Emperyalistler istemedikçe kolay kolay -hatta bazılarına göre, asla- bir şey olamaz!” kalıbını tekrar etmektir.*
“Madem Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar gibi ülkeler Suriye’deki devrimi destekliyorlar ve bu ülkeler de ABD güdümünde; öyleyse olay tamamen ABD kontrolü altında seyrediyor.” şeklinde bir mantık yürütenler şu denklem üzerinde de biraz düşünsünler: Iraklı Maliki ABD işgali altındaki bir ülkenin başbakanı ve Esed rejimini destekliyor, destekleyebiliyor.
Demek ki, uluslararası siyasi ilişkiler zemininde bu kabalıkta bir kategorileştirme yapmak doğru sonuçlara götürmeyebilir. Maliki örneğini bilhassa, “ABD’ye rağmen Cezire, ABD’ye rağmen Türkiye, ABD’ye rağmen Suud nasıl olur da aykırı bir tutum geliştirebilir?” diye soranlar iyi düşünmeli!
Anlaşılması gereken şey şudur: Evet, Suudi Arabistan genelde ABD güdümünde bir hanedan ile yönetilmektedir. Ama ABD ilişkisi Suud’un her eylemini açıklayamaz. Böyle olsaydı, örneğin Suud’un Filistin direnişine yaptığı mali yardımlar nasıl yorumlanırdı? Aynı şekilde Katar’ın pozisyonu üzerinden el-Cezire’nin yayınları hakkında çokça spekülasyon üretenler, el-Cezire’nin ABD işgali sürecinde Afganistan ve Irak’a ilişkin yayınlarını nasıl izah edecekler? Suriye konusundaki yayınları dolayısıyla adeta ABD’nin propaganda kanalı muamelesi gören el-Cezire’nin hem Afganistan hem de Irak işgalleri sırasında ABD güçlerinin füze saldırılarına uğradığı, mensupları arasında Guantanamo’ya götürülenler olduğu neden hatırlanmıyor?
Suriye muhalefetinin arkasında İsrail’in bulunduğunu ve Esed rejiminin İsrail karşıtı olduğundan ötürü yıkılmasına çalışıldığını iddia edenlerin tezleri, Hamas’ın FKÖ’yü zayıflatmak için İsrail tarafından kurulup desteklendiği iddialarına çok benziyor!
Yine bu tür iddialar, karalamalar bize Afganistan’ın Sovyet işgaline uğraması karşısında direnişe geçen mücahitlerin Amerikancılıkla suçlanması ve ABD güdümünde oldukları tezlerini hatırlatıyor! Buna Taliban hakkında söylenenleri de eklemek mümkün! Güya Taliban ABD ve Suud desteğiyle Afganistan’da iktidar olmuştu, değil mi? Peki, Taliban’ın bir Amerikan komplosu olduğunu iddia eden çokbilmiş stratejist ve yorumcular acaba Taliban yönetiminin iktidara gelişinden çok değil iki yıl sonra yoğun biçimde ABD saldırılarının hedefi haline gelmesine ve 2001 yılında Afganistan’ın topyekûn işgal edilmesine ne demişlerdi, hatırlayan var mı?
Baas rejiminin komployla karşı karşıya kaldığı tezi hiç yabancısı olmadığımız bir demagojiyi çağrıştırıyor. Bu ülkede çok sık karşılaştığımız bir iddia olan, darbecilerin-cuntacıların ulusalcı ve vatansever oldukları için ABD tarafından tasfiye edildikleri propagandası ile birebir örtüşüyor.
Suriye muhalefetinin bazı girişimleri, örneğin BM Güvenlik Konseyinden ya da Genel Kurulundan Esed rejimi aleyhine karar çıkartılmasına yönelik talepleri ya da Suriye Halkının Dostları toplantısında yer alması ve benzeri çabaları emperyalist güçlerle ittifak arayışı olarak mahkûm ediliyor. Bu mantıktan hareket edildiğinde mevcut uluslararası mekanizmaların ve güç ilişkilerinin tümden reddedilmesi gerekir. Oysa bilhassa Suriye muhalefetine bu açıdan yöneltilen İran kaynaklı eleştirilerin tutarlılıktan uzak olduğu çok açık. Neden? Çünkü mevcut mekanizmayı İran da reddetmiyor. İşte ülkesini nükleer denetime açıyor. Türkiye’de emperyalist güçlerle oturup onların talepleri doğrultusunda müzakereler yürütüyor.
Hele şu Suriye Halkının Dostları toplantısına getirilen eleştiri ise çok daha ilginç. İran, Afganistan’ın NATO tarafından işgal edilmesinin hemen akabinde ABD öncülüğünde 2001 Aralık ayında Bonn’da gerçekleştirilen Afganistan Konferansına katılmamış mıydı? Daha birkaç ay önce de Aralık 2011’de yine Bonn’da yapılan ve 86 ülkenin katıldığı Afganistan toplantısında yer almamış mıydı?
Suriye muhalefetinin Amerikancılıkla, Batıcılıkla suçlanması çok kaba bir propaganda taktiği. Oysa Suriye’de muhalefetin ağırlıklı olarak İslami eğilim taşıdığı ve İslami kimlikli bir hareketin ise istese dahi ABD ve Batı desteği alabilmesinin mümkün olmadığı ortada. Nitekim gerek Batılı, gerek Siyonist pek çok yetkili ve yorumcu İslami kimliğinden ötürü Suriye muhalefetine mesafeli durulması gerektiğini defalarca ifade ettiler.
Kaldı ki, Esed rejiminin Batılı emperyalistlerce devrilmeye çalışıldığı tezinin doğru olduğunu varsayacak olsak dahi, halkına zulmeden bir rejime, halkını ağır silahlarla katleden bir iktidara, bir diktatörlüğe anti-emperyalistlik vasfı atfederek destek olmak çok çirkin ve gayrı ahlaki bir tutum olacaktır. Siyasal düzlemde emperyalizme karşıtlık belirleyici bir kriter ve çok önemli vasıftır elbette ama her türlü tahlilin ve saflaşmanın tek anahtarı, biricik kriteri olabilir mi?
Suriye’de muhalefete ABD’nin destek olduğu iddiası üzerinden Baas rejimini savunanlar, sonuçta “ABD neredeyse biz tam karşısındayız.” demiş olmuyorlar mı? Bu durumda acaba bugün yaşanmış olsa idi, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgaline ve Bosna ve Kosova’daki Sırp katliamlarına karşı nasıl konumlanırdılar? İşgalci Kızıl Ordu’nun ve Miloseviç’in barbarlık eylemlerini meşru mu görürdüler diye sormak lazım!
Temel bir tutum olarak şu ilkenin altını kalınca çizmekte yarar var: Halkını ezen bir rejime, hâkim olduğu coğrafyada insanlara zulmeden bir güce asla anti-emperyalistlik vasfı tanınmamalı! Anti-emperyalizm gibi olumlu, onurlu bir sıfat zalimlerin süsü, dekoru haline getirilmemeli! Hele de sırtını Rusya gibi işgalci, emperyalist bir güce dayamış bir rejimle bu sıfatlar yan yana bile getirilmemeli!
- Zaman zaman ekranlardan seyrettiğimiz bazı geniş katılımlı mitingler halkın Beşşar Esed rejimini desteklediğini göstermiyor mu?
Esed rejiminin savunucularının sıkça gündemleştirdiği iddialardan biri de Suriye’de muhalefetin halkın bütününü temsil etmediğidir. Rejim karşıtı gösterilerin belli bölgelerle sınırlı kaldığı, örneğin Şam ve Halep gibi büyük şehirlerde muhalif eylemlere katılımın cılız olduğu, buna karşın Esed rejimine destek gösterilerinin ise çok geniş katılımla gerçekleştirildiği ileri sürülüyor.
Öncelikle şunun sorulması lazım: Madem rejimin taban derdi yoktu ve bu kadar çok seviliyordu, öyleyse neden bugüne kadar muhalefete göz açtırmadı, neden sandığı halkın önüne koymadı?
Bir kere muhalif gösterilerle destek gösterilerini karşı karşıya koyup kıyas yapmak ayıbın da ötesinde bir çirkinlik, bir zulümdür. Bu ikisi nasıl karşılaştırılabilir? Birinde tanklara karşı yürünüyor ve her gün onlarca insanın ölümüyle karşılaşılıyor; diğerinde ise kalabalıklar teşvik görüyor ve ülkemizde de geçmişte çokça karşılaştığımız üzere bu kalabalıklar büyük ölçüde devlet yönlendirmesi, zorlaması ve yoklaması ile oluşturuluyor.
Şüphesiz Baas rejimi sınırlı oranda da olsa bir kitle desteğine sahiptir. Mezhebi azınlığa dayalı rejimin çökmesi durumunda ellerindeki tüm imkânları yitirecekleri endişesi ve misillemelere maruz kalma korkusuyla Nusayri kesimin intifada süreciyle birlikte rejime canla başla sarılması anlaşılabilir bir tutumdur. Ayrıca Hıristiyanlara yönelik “İslamcılar gelecek ve siz baskı göreceksiniz!” propagandalarının da belli ölçülerde etkili olduğu ve Hıristiyan azınlığı mevcut rejime destek vermeye ittiği görülmektedir. Yani rejimin belli bir kitle desteğine sahip olduğu inkâr edilemez ama bunu Suriye halkının genelinin ya da büyük bir çoğunluğunun tavrı şeklinde sunmak temelsiz bir propagandadır.
Aynı şey Şam ve Halep’te geniş katılımlı gösterilerin yapılmadığı, eylemlerin bu şehirlerin kenar semtleriyle sınırlı kaldığı iddiaları için de geçerli. Her gün kitlesel katliamların gerçekleştirildiği bir ülkede, insanlar sanki özgür iradelerini ortaya koyma imkânına sahipmiş gibi, “Neden Sünni Halep ayaklanmıyor?” diye sormak ve muhalefetin zayıflığına delil getirdiğini zannetmek ne kadar saçma bir tutum! Oysa bu sorunun çok basit ve insani bir cevabı var: İnsanlar korkuyor! Ve korkmaları için de haddinden fazla gerekçeleri var.
Neden diğer şehirlerin halkı korkmuyor diye sorulacak olursa, konu sosyolojik zeminde tartışılabilir elbette. Doğaldır ki, en basit, sıradan taleplerin dahi dillendirilmesine izin verilmemiş, onlarca yıldır her türden muhalefetin vahşi yöntemlerle ezildiği bir ortamda metropollerde muhalif örgütlenmelerin oluşturulması kolay değildir. Akraba, aşiret, hemşerilik ilişkilerinin yoğun olduğu kırsal bölgelerde ve küçük yerleşim birimlerinde dayanışma olgusunun güçlülüğü muhalif hareketlerin kitleselleşmesini kolaylaştırır. Buna karşın modern şehir hayatının öne çıkardığı, bireysel ilişkilerin belirleyici olduğu metropollerde ise bu olgu doğal olarak zayıftır. Ayrıca şunu da görmek gerekir ki, Baas rejimi büyük şehirleri kontrol altında tutmak ve bilhassa da şehir merkezlerinde protesto eylemlerinin düzenlenmesini engellemek üzere çok yoğun bir çaba içinde. Ne pahasına olursa olsun Suriye’de bir “Tahrir Meydanı” oluşumunu önlemeye çalışıyor ve bu mantıkla bu iki şehir merkezini kontrol altında tutmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Eğer Annan Planı gerçekten uygulanmış olsaydı, BM gözlemcileri tüm şehirlere dağılacak ve kitlesel gösteriler rejimin müdahalesine maruz kalmayacaktı. Böylesi bir ortam ise Şam ve Halep’te de kaçınılmaz olarak milyonların meydanları doldurmasını getirecekti. Ne var ki, bunun zaten sallanmakta olan iktidarı için tam bir çöküş olacağını bildiğinden Baas rejimi bunu göze alamadı ve süreci engelledi.
- Muhalefet sabırlı davranmak yerine rejime savaş açarak Esed’in reform süreci ile rejimi normalleştirmesini sabote etmiş olmadı mı?
Bu normalleşme, sabırlı olma söylemlerinin sahiplerinin Baas rejimini hiç tanıma zahmetine katlanmadıklarının öncelikle altını çizmekte yarar var. Ne geçmişte ne de intifada süreci öncesinde hiçbir biçimde halkın taleplerini, arzularını dikkate alan bir iktidar mevcut değildi. Hama örneğinde de görüldüğü üzere Baas rejiminin kitle katliamından çekinmeyen bir rejim olduğunu tüm Suriyeliler biliyorlardı. İhvan mensuplarının defalarca uzlaşma çabalarında bulunduğu, bilhassa Beşşar’ın iktidara gelmesinden sonra hatta haddinden fazla esneklik gösterip, ılımlı mesajlar verdiği biliniyor. Tüm bunlara rağmen rejim en küçük bir esneme belirtisi bile göstermemiştir.
Aslında rejimin yapısına ve geçmişine kısaca bir göz attığımızda tablo olanca açıklığıyla ortaya çıkmaktadır. Suriye açısından Golan’ın kaybıyla sonuçlanan 1967 savaşında Hava Kuvvetleri Komutanlığı görevini sürdüren Hafız Esed savaştaki “parlak başarısı”nı taçlandırmak istemiş ve 1970’te Baas içinde darbeyle iktidara el koymuştur. 7 yılda bir tekrarlanan seçimlerle 5 kez cumhurbaşkanı olmuştur. Veliahtı oğlu Basil idi ama 1994’te trafik kazasında ölünce Beşşar yeni veliaht olarak belirlenmiştir. Bu gelişmelerin yaşandığı ülkenin kendisini bir Cumhuriyet olarak adlandırdığını lütfen akıldan çıkartmayalım!
Hafız Esed 10 Haziran 2000’de ölünce, veliaht Beşşar henüz 34 yaşındaydı. Meclis hemen toplandı ve anayasada cumhurbaşkanlığı için 40 olan yaş sınırı 34’e çekildi ve 10 Temmuz 2000 tarihinde % 97,3 oy ile Beşşar koltuğa oturdu. 27 Mayıs 2007’de bu kez % 97,6 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Şimdi bir parantez açıp Beşşar’ın aldığı bu oy oranları ile halen devam etmekte olan isyan gerçeğini karşılaştıralım. Sadece bu karşılaştırma dahi bize rejimin ne kadar güvenilir olduğu, dolayısıyla muhayyel reform süreci hakkında yeterli fikir verecektir!
Geçtiğimiz aylarda yapılan bir anayasa değişikliğiyle Suriye görünürde çok partili sisteme geçti. Doğrusu bu değişikliği anlamak da kolay değil. Çünkü Suriye’de zaten pek çok parti mevcuttu. Sovyet sisteminde görülen şekliyle bir dizi muvazaa partisi Suriye’de de vardı. Nasıl Sovyetlerde Komünist Parti’nin alt örgütleri konumunda idilerse bu partiler, Suriye’de de Baas’ın kolları şeklinde işlev görüyorlardı. Hatta Cumhurbaşkanı Beşşar da aslında Baas Partisinin ve rejimin onay verdiği 9 partinin koalisyonundan oluşan İlerici Ulusal Cephe’nin başkanıydı. Yani Suriye’de Esed iktidarının çok partili sisteme geçmesine falan hiç gerek yoktu. Zaten çok partili sistem ve pek çok parti mevcuttu! Boşuna masraf yapmış oldular!
Beşşar Esed mecbur kalınca bol bol reform yapmaktan söz ediyor. Oysa 1963’ten beri ülkede olağanüstü hal rejimi yürürlükte. İsyan patlayınca güya kaldırıldı ve her gün onlarca insanın katledildiği “huzur ve güven ortamı”na geçildi!
Beşşar Esed iktidara geldiğinde muhalifler arasında reform sürecinin başlayabileceği ve ülkenin yavaş yavaş normalleşeceği beklentisi yaygındı. Hatta bu beklentilerle birtakım somut girişimler, inisiyatifler gerçekleştirildi. Ne var ki tümü sistem içi arayışlar şeklinde gerçekleşen ve Beşşar Esed rejimini hiçbir şekilde hedef almayan, sadece sınırlı çapta iyileştirme talepleri şeklinde ifade edilen girişimlerin hepsi fiyaskoyla sonuçlandı.
2000 Temmuz ve 2001 Şubat arasında Şam Baharı diye anılan süreç hayal kırıklığıyla kapandı. 2001’de Meclis’in iki bağımsız üyesi Memun el Huysi ve Riyad Seyf reform çağrısı yaptıklarından ötürü hapsedildiler. 2005’te ve 2006’da yeniden tazelenen reform çağrıları tutuklamalara yol açtı. Ve Ekim 2008’de Şam Deklarasyonunun 12 imzacısı hapsedildi.
Sonuçta halkın önünde bu rejime karşı ayaklanma dışında hiçbir seçenek bırakılmamış oldu ve halk da Ortadoğu’nun bütününde esen intifada rüzgârının verdiği cesaret ve meydana getirdiği özgüvenle kıyam etti. Bugüne kadar büyük, çok büyük bedeller ödedi. Ama hakkından, taleplerinden geri adım atmadı.
Tam iki ay boyunca hiçbir şiddet içermeyen gösteriler düzenlendi, silaha başvurulmadı ama bu süreçte Baas rejimi oluk oluk kan akıttı. Sonunda rejimin katliamlarına ortak olmak istemeyen askerler ordudan firar ederek halkı savunma konumuna geçtiler. Aynı şekilde rejimin katliamları karşısında pasif, aciz bir tutumdan sıyrılarak aktif direniş safhasına geçildi.
Birileri silaha başvurmakla Suriye muhalefetinin hata yaptığını iddia ediyor. Çok kan döküleceğini söylüyor. Sanki silahlı direniş olmasa rejim çok insani davranacakmış gibi! Sanki savunmasız sivillerin onar, yirmişer katledildikleri ilk aylar boyunca Suriyeli mazlumlardan yana bir tavır ortaya koymuşlar gibi! Ne yani, destekledikleri iktidar karşısında Suriye halkının koyun gibi boynunu bıçağa uzatmasını mı bekliyorlardı? Cisr eş-Şuğur’da öldürülen asker ve polislerin muhalefete karşı rejimin sertleşmesini getirdiğini iddia ediyorlar. Bu da yalan! Cisr eş-Şuğur eylemi 5-6 Haziran 2011’de gerçekleşti. Baas rejimi ise Mart ortasından beri katletmekteydi.
İnananlar Allah Yolunda, Küfredenler Tağut Yolunda Savaşırlar!
Gerçekten de Suriye bugün tam bir turnusol işlevi görmektedir. Bir iktidar lanetlenmeyi hak etmek için bundan daha fazla ne yapabilir? Bir halk desteklenmek için bundan daha fazla ne kadar bedel ödeyebilir? Ve Suriye halkı, kardeşlerimiz “Menna ğayrek ya Allah!” diyerek bir gerçeği haykırıyorlar. Aslında desteğe ihtiyacı olanın, zor durumda bulunanın onlar değil, bizler olduğumuzu ilan ediyorlar.
Gerçekten çok bedel ödediler ama özgürleşmek için gerekirse bundan daha fazla bedel ödemeye hazır olduklarını da gösterdiler. Şimdi bize düşen şey, vesvesecilerin yaydığı kuşkulara, inkârcıların ve münafıkların kirli propagandalarına prim vermeden “el mevt vela el-mezelle” diye haykıran kardeşlerimizin onurlu mücadelesine gerektiği gibi şahitlik etmektir!
*Genel hatlarıyla Ortadoğu’daki intifada sürecini ve Suriye’deki gelişmeleri hep aynı edilgen mantıkla yorumlayıp mahkûm edenler muhtemelen kendilerinin de olumladıkları, değer atfettikleri pek çok hadisenin aynı indirgemeci mantıkla yorumlanıp, değersizleştirilebileceğini görmelidirler. Şu alıntı söz konusu bu mantığın nerelere vardırılabileceğinin bize güzel bir örneğini sunmaktadır:
“Brzezinski, Avrupa’da esen havaya sonuna kadar direndi ve ABD’nin ne yapıp edip İran’daki Humeyni Devrimi’ni durdurması gerektiğini savundu. Carter bu konuda ne yapacağını bilemiyordu. Avrupalılar ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı, İran halkının Şah’ı istemediğini, Amerika’nın direnmesi halinde ülkede iç savaş çıkacağını, İran’ın parçalanması halinde de bir bölümünün Sovyet denetimine gireceğini savunuyorlardı. Sonunda, Humeyni o sırada Fransa’da yaşadığı için d’Estaing’e İran’daki muhtemel komünist ayaklanmayı bastırması koşuluyla İran Devrimi’ne yeşil ışık yakması söylendi. Zirveden bir ay sonra da Şah İran’dan kaçtı. Zirve liderleri, İran’ın Sovyet denetimine girmesi riskine karşı Humeyni’yi tercih etti.” (Ardan Zentürk, Star, 9 Nisan 2012)