Rumeli'yi yurt edinen Osmanlı'nın sığındığı son melce, ihmal ettiği Anadolu toprağı olmuştu. Anadolu, Malatya'dan Ardahan'a kadar Hz. Ömer döneminde fethedilmeye başlanan bir tarih. Yerleşik halkıyla ve göçmen kavimleriyle birlikte 1400 yıl boyunca İslami kültür değerlerini paylaşan bir coğrafya. İttihad Terakki Dönemi'nde halkının %30 veya 40'a yakınını oluşturan gayri müslimler ve tasavvufi sünnilik ile alevilik telakkileri arasında yer alan diğer çoğunlukla beraber halkının aidiyeti, asırlar boyunca İslam'dan yana olduğu tarihi bir vakıa. Gerek İslam ümmetine bağlılık eğilimi ve gerekse gayri müslimlerin ümmet statüsünden adalet bekleyen kabulleri, bu topraklarda en önemli ortak paydayı İslam olarak belirlemiş.
Lakin Osmanlı Devleti'nin çöküşüyle başlayan ve II. Mahmut döneminde somutlaşan batılılaşma temayülü, sonuçta kendini Batı'ya adamış, tarihinden ve ümmet kültüründen kopmuş, ulus kurgusuna sığınmış ve türkleşme dayatmasını kabul etmeyenleri tasfiyeye yönelmiş bir Türkiye Cumhuriyeti olarak karşımıza dikildi.
Cumhuriyet ideolojisi, yeni üretilen Türk ulusunun Batı ailesinin evladı olduğunu ispatlayabilmek için, Güneş Dil Teorisi gibi kurgularla 5 bin yıllık Anadolu kültürünün taşıyıcısı olduğunu ilan ederek işe başladı. Bu batılılaşma ruhu Turgut Özal'ın "La Turquie en Europe" adlı kitabında daha da somutlaştı. Kitaba göre Avrupa uygarlığının temelleri Mezopotamya, Anadolu, Ege Havzası ve Roma idi. Türk ulusu da Anadolu uygarlıklarının mirasıydı. "Türkler" her ne kadar Orta Asya'dan getirdikleri kültürü İslam ile Anadolu topraklarında, Anadolu kültürü ile bütünleştirerek sentezleseler de, asıl rengin, Yunan kültürünü hatta Roma'yı etkileyen Anadolu olduğu, bunun için de Anadolu ile bütünleşen Türk ulusunun antropolojik olarak da, etimolojik olarak da batılı olmaya layık olduğu iddia ediliyordu.
Batılı değerlere aidiyet özlemi ve batılı olma tutkusu ne hikmetse cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bir türlü hukuka, yargı süreçlerine, yönetim tarzına, düşünce hayatına, gelir dağılımına, eğitimde fırsat eşitliğine yansımadı. Demokratikleşmeyen, farklı kültürlere serbesti tanımayan, düşünce ve eğitim özgürlüğünü onaylamayan, işkenceyi ve insan hakları ihlallerini utanç envanterinden silmeyen, yolsuzluklar trafiğini engellemeyen bir batılılık serüveni dün sırtı sıvazlanan bir durumdu. Bu daytamacılığın ve despotizmin dün sırtı sıvazlanıyordu; çünkü bu, İslami aidiyeti sindirecek tek çareydi. Ama bugün AB sınırlarının çitlerine dayanmış bir Türkiye, AB içinde yer alacaksa Kopenhag Kriterleri'ne uyum sağlamak, halkının hukuki, kültürel ve ekonomik haklarını tanımak zorunda. Oysa keyfiliğe, despotizme, vurgunculuğa alışmış resmi ideolojinin taşıyıcıları için bu, yerine getirilmesi ve alışılması zor bir talep. Ülkeyi 230 milyar dolar borç batağına batıran, soygunlara kapı açan, Irak'a saldırmak için İncirlik Üssü'ne indirilen 25 bin kişilik ABD birlikleri için tek bir itiraz cümlesi kuramayan, ülke yönetimini mezat alanına dönüştüren, çifte standartçı, yalancı, dirayetsiz, günübirlikçi bu tüfeyli gurubunun batıcılıklarının gereği olarak AB'ye girme konusunda bile inandırıcılıkları yoktur. Çünkü bu tüfeyli ve talancı takımı Türkiye'yi bir hukuk devleti kılmaya değil, büyük bir çiftlik olarak ellerinde tutmaya çalışmaktadır. Tuğyanını standartlaştırmak isteyen bu güruhun, 71 yaşında hasta döşeğindeki bir teyzenin başörtüsüyle uğraşarak ölümüne neden olan bir cumhuriyet üniversitesinin hırsız rektörü ve idari personeli karşısında söyleyeceği söz yoktur. Hangi hukuk ve kimin adaleti detirtecek bir yasama sürecinin askeri darbe birifingleriyle yönlendirilen kararlarını eleştirmekten kaçan bir cumhuriyet neslinin Kopenhag Kriterleri'ni nasıl içselleştireceği şüphelidir. Bu şüphelerle ve kaygılarla baktığımızda 300 yıllık batılılaşma sürecimizin nimet ve külfet dengesinde gördüğümüz; sadece yönetici hakim kesimin güçlenip palazlandığı, halkın ve muhaliflerin ise itilip kakıldığıdır.
Kopenhag Kriterleri edebiyatının yapıldığı bu süreçte, yargının devam eden keyfiliği ve düşünceyi suç kategorisi içine hapseden yaklaşımı da Türkiye'de nasırlaşmış alışkanlıkların ve totaliter mantığın ne kadar köklü olduğunu göstermektedir. Dergimizin son sayısında yer alan Esra Çiftçi'nin "Teslimiyeti Değil, Alternatifi Tartışmalıyız" başlıklı yazısının 312. maddeyle irtibat kurularak İstanbul DGM Savcılığı tarafından toplattırılması buna somut bir örnektir. Başörtülü eğitim ve çalışma hakkını yasaklayan hakim anlayışın, hakları yasaklanan insanların nasıl nefes alacaklarını tartışmalarına bile tahammül gösterememesi, nasıl bir insanlık dramı ile karşı karşıya olduğumuzu, nasıl bir cendereye sıkıştırıldığımızı açıkça ortaya koymaktadır. Ancak kuşatma çemberini aşmanın yolu, münzevi bir sabır anlayışı olamaz. Kuşatmanın çemberi ince; daire içinde kalanların niceliği ise kocaman. Ama kocaman kitlelere nitelik kazandırılmadığı, çemberi kıracak örneklikler tanıklaştırılmadığı müddetçe kaderciliği aşmamız mümkün değil. Yük, bilinç ve erdem sahibi insanlara düşüyor. Kitleler mahrum ve kitleler insani olana muhtaç. İyi örneklikler gerekli. Zulmün, zalimin, cahiliyenin karşısında eğilmeyecek fidanları dikmek gerekli. Ve bu gerekliliğin küçük bir adımı olması için, soruşturmalarla; yasaklar, toplatmalar, baskınlar, gözaltılarla yılmayacağımızın bir ifadesi olarak toplatmaya neden olan kararın DGM'deki duruşmasını bekliyoruz. Kendimizi savunurken yasakçılara, özgürlük düşmanlarına, çifte standartçılara yönelteceğimiz sorular olacak. Bu yasakçı ve despotik mantığı kırmak için bir adım da biz atmalı, ilan edilecek duruşma gününde buluşmalıyız ve dayanışmamızı göstermeliyiz.
Eylül sayımızda buluşmak dileğiyle selamlar sunuyoruz.