Türkiye'de 1970'lerden itibaren müslüman kimliğinin netleşme süreci, 12 Eylül darbesinin baskıcı havasına rağmen biraz da İran İslam Devrimi'nin etkisiyle ivme kazanmış ve Körfez Savaşı sırasında sergilenen tavırla da sevindirici bir noktaya ulaşmıştır. Ancak, son yıllarda bağımsız bir müslüman kimliği oluşturma sürecinin içten ve dıştan kaynaklanan nedenlerle bir olumsuzluğa yönelmiş olduğunu görüyoruz. Müslüman kimliğine Kur'ani olmayan unsurların eklemlenerek Türkiye'de bu konuda katedilen mesafenin "yeniden" bulandırılması, sapma ve savrulmalar gerçekten kaygı vericidir.
İDKAM'da 25 Mart'ta düzenlenen, Burhan Kavuncu'nun yönetici, Beşir Eryarsoy, Ali Bakaner ve Hamza Türkmen'in konuşmacı olarak katıldığı panelde müslümanların son gelişmeler karşısında yaşadıkları kimlik sorunu geçmişe yapılan bazı atıflarla birlikte tartışıldı.
Giriş konuşmasında Burhan Kavuncu, Türkiye'de bugün müslümanların net bir kimlik oluşturma hususunda karşı karşıya kaldıkları sorunları anlayabilmek için Cumhuriyet tarihine bakılması gerektiğini söyledi. Müslümanların bugün kimliklerine sirayet etmiş olan sağcılık ve muhafazakarlık anlayışının 1945'de muhafazakar kimlikli dört CHP milletvekilinin (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü) TBMM'ye demokratikleşme ve liberalleşmeye geçilmesini talep eden bir önerge sunmalarıyla başladığım ve bu olayla rejimin sağ kanadının meydana geldiğini söyledi. Sağcı ve muhafazakar unsurların müslüman kimliğini örten unsurlar olduğunu belirten Kavuncu, günümüzde kısmen netleşmiş olan müslüman kimliğinin tekrar geleneksel bir boyuta oturtulmak İstendiğini vurguladı.
İlk konuşmacı Beşir Eryarsoy, kendimizi korumamız ve sorumluluklarımızı yerine getirmemiz açısından müslüman kimliğinin çerçevesinin çizilmesinin ve boyutlarının belirlenmesinin önemli olduğunu söyleyerek konuşmasına başladı, Bu konuda ilk referans ve müracaat kaynağımızın Kur'an-ı Kerim sonra peygamberimizin ve ondan önceki peygamberlerin ortaya koydukları mücadele çizgisi olduğunu belirten Eryarsoy, kimliğimizi tesbit ederken sahip olduğumuz tarihi mirası dikkatli bir şekilde elekten geçirmemiz gerektiğine dikkat çekti. 1945'ten sonra, müslümanların, kimliklerini bulmalarını önlemek için kendilerine kimlikler biçildiğini ve bu kimlikleri müslümanların kabullendiklerini belirtti. Bu kimlikleri resmi ve gayri resmi olarak ikiye ayırabileceğimizi, resmi kimliğin düzenin Diyanet İşleri aracılığıyla müslümanlara sunduğunu ve bu kimliğin şekilsel ibadetler, ahlakiyat ve camilerle sınırlı olduğunu ifade etti. Gayrı resmi kimlikler olarak adlandırdığı kimliklerin ise Nurculuk, tarikatçılık, muhafazakarlık ve sağcılık gibi kimlikler olduğunu ve bunların ortak özelliklerinin mevcut kurulu düzene hiç bir şekilde muhalefet etmemeleri olduğunu söyledi.
İkinci konuşmacı Ali Bakaner, müslüman kimliğinin şu unsurları barındırdığını söyledi: Kur'an ve sünnet çizgisinden asla ödün vermemek, emrolunduğu gibi dosdoğru olmak, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmemek, her türlü beşeri otoritelere karşı işbirlikçi, uzlaşmacı, teslimiyetçi anlayışları reddetmek, zalim güçlere karşı hakkı haykırmak, her türlü sapmalara karşı ayaklarını sabit tutmak, gayri İslami güç odaklarına karşı mücadele etmek.
Ali Bakaner, daha Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren Batı hayranı aydınların çabalarıyla müslüman kimliğinin hızlı bir erozyona tabi tutulduğunu söyledi. Cumhuriyet'in ilk yılları ve şeflik döneminde müslümanlara yapılan baskılarla dahi müslümanı kendi öz kimliğinden uzaklaştırıp başka bir kimliğe çevirmeyi başaramayan rejimin taktik değiştirip müslümanın kimliğini sulandırma ameliyesine giriştiğini belirtti. İmam Hatip Liseleri, İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulmasının rejimle halkın entegre edilmesi çabalan olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Bakaner, tüm bunlara rağmen İran İslam Devrimi, Afganistan, Cezayir ve Mısır mücadelelerinin etkisiyle müslümanların bağımsız bir kimlik geliştirdiklerini söyledi.
Son konuşmacı Hamza Türkmen, dünya egemenlik ilişkilerinin değişerek yeniden yapılanmasıyla birlikte müslüman toplumların yeni dayatmalarla karşı karşıya kaldıklarını, ne var ki bu dayatmalara karşı koyacak net bir müslüman kimliğin oluşmadığı için bu toplumlarda ciddi bozulmaların görüldüğünden bahsetti. İslam ümmetinin zindeliğini kaybetmesi sonucu ortaya çıkan bu bozulmaların giderilmesi ve kaybedilen zindeliğin yeniden sağlanması için mücadele verenlerin, 19. yy'daki ıslahat çabalarının sonucu olan ve 20. yy'nin ortalarından itibaren tüm dünyada 1970'li yıllardan beri de Türkiye'de filizlenen İslami hareketler olduğunu belirtti. İslami hareketlerin kendi iç problemlerinin olduğunu ve bunların irdelenmesi gerektiğini vurgulayan Türkmen, bununla birlikte bugün Yeni Dünya Düzeni'nin dayatmalarına karşı müslüman kitleleri uyandırmaya, kültürümüzü ıslah etmeye çabalayan tek alternatif gücün de yine İslami hareketler olduğunu ifade etti. Bugün müslümanların, kendi kimliklerine yönelik dışarıdan gelen dayatmalara karşı koyacak güçte olmadığını ve bunu gören Batı'nın bu durumun devam etmesi için İslam dünyasındaki tahrif olmuş geleneksel yapının beslenmesini arzu ettiğini belirten Türkmen, bugün Batı'da yapılan akademik çalışmalara dikkat çekerek şöyle dedi: "Batı'daki akademik araştırmalar dün, özellikle İran İslam devriminden sonra İslami uyanışları çözmeye yönelik iken, bugün İslam toplumlarının geleneksel-muharref kültürlerini güçlendirmeye yönelik bir hedefe kanalize edilmiştir. Bugün Seyyid Hüseyin Nasr gibiler bize geleneksel İslam diye muharref İslam'ı sunmaktadırlar. UNESCO panteizmin sembolü bir kişiyi öne çıkartmakta ve Uluslararası Hallaç-ı Mansur'u Anma Sempozyumu yapmaktadır. Türkiye'deki laikler de bize Mevlana'yı bir kimlik olarak dayatmaktadırlar."
Konuşmasının sonunda fikri netliği yakalamanın yeterli olmadığına vurgu yapan Türkmen, bilginin ve inancın eylemleştirilmemesi durumunda sapmaların olabileceğine hatta bunun en net fikri boyutlara ulaşan insanlar için dahi söz konusu olabileceğine dikkat çekti. Ve İslami mücadeleyi üstlenmeyen bir İslami kimliğin söz konusu olamayacağını söyledi. Türkiye'de İslami uyanışa Önemli katkıları olmuş olan kimi insanların 12 Eylül darbesinin bastına etkisiyle kendi istikballerini garanti altına alacak biçimde uzlaşmacı bir çizgiye kaymalarının üzücü olduğunu ifade eden konuşmacı, İslami hareketlerin toplumdan kopuk olduğuna dair olan eleştirilere de şöyle yanıt verdi: "Bir toplumun ifsat olmuş halini ıslah etmeye çalışan insan o toplumun değerleriyle kendi taşıdığı değerleri aynı görmez. Ancak bu, toplumu reddetmek anlamına da gelmez. Önemli olan toplumla barışık olmak adına toplum meddahlığı yapılmamasıdır."
Yoğun bir dinleyici katılımı ile yapılan toplantı sonunda konuşmacılar değişik sorulara muhatap oldular. Konunun tarihi süreçle de yakın alakası olduğuna dikkat çeken oturum başkanı Burhan Kavuncu, Türkiye'de müslüman kimliğinin oluşum süreci konusunda ayrıca bir oturum yapmanın kaçınılmaz olduğunu belirterek, bu konuda İDKAM yöneticilerini teşebbüste bulunmaya davet etti.