Londra’da Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulunda (School of Oriental and African Studies) profesör olan ve siyasal bilimler okutan Gilbert Achcar, Libya’da büyüdü. Başlıca kitapları arasında yer alan “Barbarlıklar Çatışması”, “Marksist Aynada Ortadoğu”, “Araplar ve Soykırım: Arap-İsrail Savaşı Hikâyeleri”, “Tehlikeli Güç: ABD’nin Dış Siyaseti ve Ortadoğu” (Noam Chomsky ile beraber) Türkçeye de çevrildi. Ayrıca “Arap Baharı”nı analiz eden bir kitabı yayınlamaya hazırlanıyor. İngilizceden çevirdiğimiz bu röportaj, kendisiyle Arapça olarak Oudai al-Zoubi tarafından günlük el-Kuds el-Arabi için yapılmıştır.
***
Bazı solcu aktivistlerin devrimin İslamileşmesinden korkuyor olmaları Suriye devrimine karşı çıkmalarına ya da hiçbir şekilde devrimi desteklememelerine sebep oluyor. Suriye devriminin bu durumu karşısında bir Marksist olarak sizin düşünceniz nedir?
Demokrasiye inananların -ki demokrasi açıkça sekülerizmi gerektirir- halkın iradesi yerine mevzuat olarak kutsal metinleri kaynak alan esaslı dinî bir kuvvetten korkmaları normaldir. Hepimiz büyük umut bağladığımız Arap ayaklanmasının gerici bir dönüşüm geçirmesinden korkarız. Bunun tarihsel bir örneği de var: Başlangıçta demokratik devrim olarak başlayıp köktenci bir devlete yönelen İran devrimi. Bu sebeple demokrasiye inanan herkesin bundan korkması doğaldır.
Şunu ekleyeyim, Arap dünyasında şu aşamada dinî yapılar iktidarı ele alabilecek en güçlü pozisyondalar. Sol ve ulusalcı yapılar çok zayıflar ya da zayıflatıldılar. Ama ben tüm bu vurgularıma rağmen iyimserliğimi sürdürüyorum. İran’da Humeyni’nin iktidara gelmesiyle, Arap devriminde İslamcıların gelmesi arasında muhakkak büyük fark vardır. Humeyni, İran devriminin başındaydı; bugünkü İslami hareketlerinkinden farklı olarak hareketin lideriydi. İslami hareketler ise Arap devrimlerinin aslını oluşturmuyorlar; onlar sadece devrime katıldılar. Aynı zamanda şunu da not edebiliriz ki, Tunus ve Mısır’da İslami hareketlerin iktidar olmaları genelde halk ve özellikle de gençler arasında çok keskin bir eleştirel ruhun gelişimine yol açtı.
Üstelik bitmiş bir devrimden değil, çok uzun yıllar sürebilecek ve sosyo-ekonomik çelişkilerin belirleyici rol oynadığı uzatmalı devrim aşamasından bahsediyoruz. Bu çelişkiler sadece herkes tarafından lanetlenen yüzeydeki yolsuzluklardan ibaret şeyler değil, mevcut sosyo-politik sistemin doğasından kaynaklanmaktadır. Doğrusu İslami hareketler bunu değiştirmek için ciddi bir programa sahip değiller. İslami hareketlerin programlarından yansıyanlara baktığımızda mevcut ya da devrilen rejimlerin neo-liberal politikalarına uygun çözümler önerdikleri görülmekte. Bu yüzdendir ki, gelişim bahsettiğim çelişkiler çözülünceye kadar devam edecek.
Suriye devrimini bir “sınıf mücadelesi” olarak okumak mümkün mü?
Eğer kast edilen şey, Suriye devrimini işçiler ve burjuvalar ayrımı şeklinde net bir sınıf mücadelesi şeklinde görmekse; o zaman benim cevabım ‘hayır’ olacaktır. Suriye’de mücadele, despotizme karşı devam ediyor: İşçilerden, köylülerden ve hatta bir kısım burjuvadan oluşuyor. Bahsettiğim sosyo-ekonomik çelişkilerle şekillenen bir dinamikte Suriye devrimi mevcut görünüşüyle her şeyden önce demokratik bir devrim olarak tanımlanabilir. Uzun dönemde diğer aşamaya geçiş ancak mevcut sınıf yapısının tasfiyesiyle ve devleti merkez alan gelişim politikaları benimsemekle mümkün olur, fakat elbette bu 1960’lardaki gibi diktatörce değil, demokratik çerçevede olmalıdır.
Sonunda insanlar despotizmden kurtuldukları zaman, sınıf farklılıkları kaçınılmaz olarak devrimci süreçte ortaya çıkacaktır. Fakat şimdilik zulümden kurtulmak isteyenler bütün sınıf bileşenlerini oluşturan insanlardır. Kendisini solda konumlandıran herkes zulme karşı mücadelesinde ancak Suriye halkının yanında durabilir.
Siz başlangıcından beri devrimin silahlanmasının kaçınılmaz olduğunu söylemiştiniz. Neden?
Barışçıl yeniliklerin başarıldığı Mısır ve Tunus’a bakın. Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlatılan hareket, büyük işçi grevleri ve “Kifaya” (Yeter) gibi hareketlerin liderliğini yaptığı politik protestoların zirvesine ulaştığı ve örgütlü dinî muhalefet güçleriyle birlikte meydanlara çıkmasıyla başladı. 25 Ocak gösterileri barutu ateşledi ama aslında önceki mücadelelerdi bu barutu biriktiren. Buna karşın Suriye’de ise aşırı baskı nedeniyle, Mısır ve Tunus’ta olduğu şekliyle hiçbir grev ve protesto birikimi yaşanmaksızın patlayan tepkiler, hareketin ülkenin başlıca şehirlerine yayılmasını geciktirdi. Yayılmadaki gecikme iddia edildiği gibi bu şehirlerin rejime sadakatinden dolayı değildi. Şam ve Halep şehirlerinin isyana başlamasının gecikme sebebi direniş güçlerinin kitlesellik, merkezilik ve mücadele birikiminin eksikliği gibi faktörlere bağlıdır.
Burada silahlanma sorusuna geliyorum. Ben silahlı mücadele taraftarı değilim, tercihim barışçıl devrimci gelişmeler. Silahlanmak büyük yıkıma ve doğmakta olan demokratik ortamı tehdit edecek muhalefet unsurunun zarar görmesine yol açar. Çünkü silahlı örgütlenmeler nadiren demokratiktir.
Buna rağmen sizin de hatırlattığınız gibi başından itibaren Suriye direnişinin silahlanmasının kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştim. Özgür Suriye Ordusu unsurlarının ortaya çıkmasından itibaren, Suriye Ulusal Konseyi üyeleri, askerîleşmeyi kontrol altına alabilme kaygısıyla dışarıdan müdahale çağrıları yaptılar. Bu çağrı tehlikeliydi ve ben buna karşıyım. Bazıları ise -özelde Ulusal Koordinasyon Komitesi üyeleri- silahlanmaya karşı çıkarak muhalefete kendisini barışçıl mücadeleyle sınırlandırması çağrısında bulundular.
Bence her iki yaklaşım da stratejik bir yetersizlik yansıtmaktadır. Suriye rejimi esas olarak Mısır ve Tunus rejimlerinden farklıdır. Suriye’de, öncesinde Libya’daki gibi, askerî yapı ve iktidar arasında organik bir bağ var. Mısır ve Tunus’ta ise Mübarek ve Bin Ali askerî yapının içinden geliyorlardı ama onu meydana getiren unsurlar değildiler. Devletin ve özelde de askerî yapının Kaddafi ve Hafız Esed tarafından inşa edilmiş olması bu rejimlerin barışçıl yollarla devrilmesini imkânsız kılmıştır.
Bu çok iyi biliniyor ki, Hafız Esed askerî güçlerin yeniden inşasını mezhep bazında gerçekleştirdi. Bunu not ederken hiçbir şekilde belli bir dinî topluluğu (Alevi) kınamıyor, rejimin mezhepçiliğini kınıyoruz. Bir mezhepçilik yerine başka birini değiştirmekle de ilgilenmiyoruz, fakat devleti mezhepçilik olmadan yeniden yapılandırmaktan bahsediyoruz.
Libya ve Suriye gibi ülkelerde kimse elit askerî birlikler tarafından temsil edilen despotizmden kurtulmanın kolay yolu olduğunu düşünemez. Bu gibi ülkelerde rejimin barışçıl yollarla devrilmesi mümkün değil. Ulusal kurtuluş mücadeleleri türünden devrimler de çoğunlukla barışçıl biçimde başarıya ulaşmaz. Strateji arzu edilen yöntemlere göre değil, devletin doğasına göre tanımlanır. Başta bu yüzden Suriye rejiminin devrilmesi ancak askerî mücadele ile başarılabilir demiştim.
Buna rağmen harici müdahale ciddi bir yanlış. Stockholm’da Suriye muhalefetinin bir toplantısına katılıp böyle bir müdahalenin yol açacağı riskleri listelemiştim ve ardından bu makalem Beyrut’ta günlük el-Ahbar’da yayımlandı. Gerçekten de bu risklerin bazıları Batılı devletlerin baştan beri askerîleşmeyi reddetmesine sebep oldu. Batılı liderler bugün el-Kaide’nin Suriye’de yayılmasından çok fazla endişe ediyorlar; çok fazla kaygılılar. Ve eğer şimdi onlar direkt müdahale planlarlarsa, bu, kesinlikle, Suriye insanlarını sevdiklerinden değil sadece el-Kaide ve benzeri gruplardan korktuklarındandır. Libya’da da benzer bir durumla karşılaşma korkusu ile hareket ettiler ve bu ülkede yaşanacak gelişmeyi kontrol altına almak için müdahaleye karar verdiler ama sonuçta çabaları başarısızlığa uğradı.
Suriye ile alakalı ABD tarafından yayılan üçüncü bir illüzyon var: Bu da Obama’nın diğerleri arasında savunduğu Yemen çözümü diye adlandırılan illüzyondur. Bunun içeriğinde Esed’in asıl sponsoru Rusya ile antlaşma var ki, bu şekilde Suudilerin Ali Abdullah Salih’i devre dışı bırakması gibi bir mutabakatla Esed’in devre dışı bırakılması öngörülür. Bu saf bir illüzyondur. Suriye’de merkezî devlet yapısı organik olarak iktidardaki aileye bağlıdır ve mezhebî temelde inşa edilmiştir. Beşşar Esed’in de, Yemen’de Ali Abdullah Salih’in çekilişi gibi iktidardan çekileceğini varsaysak bile, alanda tümüyle yenilgiye uğratılmadan iktidarı terk edeceği düşünülemez.
Bu üç yanılgı bir taraftan Suriye ile Mısır arasındaki ve diğer tarafta Suriye’yle Tunus hatta Yemen arasındaki farklılıkların yetersiz değerlendirilmesinin sonuçlarıdır. Bu yetersizlik sebebiyle Suriye muhalefeti etkili bir askerî organizasyon geliştirmekte başarısız oldu. Şurası kesin, Suriye’de demokrasi rejimin yapısını bütünüyle tasfiye ile mümkündür ve bu da ancak mezhepçilikten veya diktatörlükten arındırılmış bir temelde askeri yapının yeniden inşasını gerektirir.
Bazıları silahlanmanın iç savaşa yol açacağını düşünüyor. Suriye iç savaşa girdi mi?
Kesinlikle ve yeni değil, aylar önce. Fakat bu iç savaş mezhep savaşı anlamına gelmiyor. İç savaş aynı toplumun bazı kesimlerinin diğer kesimleriyle silahlı çatışma içerisine girmesi demektir, yani 1930’lardaki İspanya iç savaşı veya 1789 devriminden sonra Fransa veya 1917’den sonra Rusya’da olduğu gibi. İç savaşlar dinî veya mezhepsel savaşlar olmak zorunda değil. Bir yıldan fazla zaman önce Suriye kaçınılmaz olarak iç savaşa doğru ilerliyor dediğimde bununla mezhepsel bir savaşı kastetmemiştim. Sadece askerî karşılaşma olmaksızın rejimin alt edilmesinin imkânsızlığına vurgu yapmak istemiştim.
Ayrıca rejimin muhalefet içindeki bazı gerici güçlere destek sağlayarak mezhep savaşını tahrik de ettiğini görmek lazım. İlk günlerde rejimin ayaklanmayı nasıl Selefi gruplara veya el-Kaide’ye mal ettiğini gördük. Rejimin bu propagandası iki mesaj içeriyordu: Birincisi azınlıkları hedef alıyordu, ikincisi de Vahhabiliği reddeden sıradan Sünnileri. Batı ülkelerine gönderilen üçüncü mesajdan bahsetmeye bile gerek yok! Gerçekte ne kadar çatışma devam ederse mezhepçi güçler o kadar güç kazanır. Bu hüküm, mezhepsel mantığı önlemek için vazgeçilmezdir. Bunun için muhalefet mezhepçi söylemlere karşı katı bir pozisyon edinmelidir.
Diğer taraftan, Suriye solunun kimi kesimlerinin yaptığı üzere, mezhepçiliğe karşı önlem görüntüsü altında keskin bir barışçıl hareket vurgusu, rejimle diyalog çağrılarıyla iç içe geçti. Baştan beri bu çağrıların hiçbir anlama gelmeyeceği çok açıktı. Sol güçler hareketin başından itibaren radikal bir duruş benimsemeliydiler. Rejimle diyalog saçmalığına değil, rejimin devrilmesine çağrı yapmalıydılar. Suriye solunun bazı mensuplarıyla olan dostluk ve muhabbetime rağmen inanıyorum ki, bu çağrılar boşluğa seslenmekten başka bir şey değildi ve öyle de kalmaya devam ediyor.
Askerîleşme bir bakıma devrimin popüler barışçıl karakterini bastırmaya yönlendirmiyor mu?
Suriye devriminin asıl stratejik dilemmasının barışçıl çoğunluk hareketini askerî mücadele ile birleştirmeyi başarmak olduğunu zaten söylemiştim. Suriye rejiminin tabiatında bir rejimle karşılaşınca barışçıl mücadelenin sonsuza kadar devam etmesi hiç inandırıcı değil. Bu, barışçıl göstericilerin günden güne koyun gibi kurban edilmeye devam edeceklerini savunmakla eşdeğer olur. Öldürmede tereddüde düşmeyen despotik rejimlere karşı olan popüler devrimlerde bu klasik bir dilemmadır. Bu tür şartlarda barışçıl hareketi korumak için devrimin askerî kanadını oluşturmak ve rejimin güçlerine ve katil yedek askerlerine (Şebbiha) karşı gerilla savaşı sürdürmek gereklidir.
Diğer tarafta mezhep savaşına kayma çatışmayı uzatmaya ve Esed rejimi tabanını daraltmaktan çok genişletmeye yol açar. Buna çözüm ise bazı emarelerini görmeye başladığımız demokratik bir mutabakat çerçevesinde mezhepçiliği açıkça reddeden halk direniş ağlarını oluşturmaktır. Bu, devrimin geleceği ve Suriye devleti için hayati önemdedir.
Socialist Alternative
12 Eylül 2012
Çev: Zuhal Ayın