Şiir asasıyla putlar deviren Ali Abi’ye.
Âli Emre’ye tabi ki!
“Ruhunu açık tutmanı istiyorum senden, çünkü sözcüklere aldanabilirsin.”
Saint-EXUPERY
I-Yörük Saz Semai: İlk Söz
Bir yazıya başlamanın ne kadar zor olduğunu çok iyi bilirim. Başladıktan sonra da neredeyse yazı sizi yönlendirmeye başlar. O halde nasıl başlayacağınız çok önemli. Yine de tam bir güven içinde başlanılamaz yazılara çoğu kez. Şair ve şizo-freni üzerine bir yazıya film anlatısıyla başlamak pek tekin olmayabilir. Bu tehlikeyi göze alıyorum. Pink Floyd’u bilmeyen yoktur demeyi çok isterdim fakat dilim varmıyor. Bilmeyenler de bu vesile ile adını duymuş olacaklar. Bu yazıyı fırına sürme aşamasında eski dergileri karıştırırken elime aldığım Gergedan dergisinin ilk sayısında, Alper Soysal’ın, Pink Floyd Duvarı başlıklı yazısı duygularıma biraz tercüman oldu. Mezkûr yazı, Pink Floyd’un meşhur albümü ‘The Wall’ın yapılan filmi üzerine bir değerlendirmesinden oluşuyor. Filmin değerlendirilmesi bizim yazımızın kapsamı dışında kalır. Burada üzerinde durmak istediğim mesele ise Alper Soysal’ın filmin kategorik olarak ikinci bölümü olarak nitelediği dilimde geçen değişim sürecindeki ‘olumlu/müspet şizoidlik’ durumdur. Burada kahramanımız Pinky’nin, Soysal’ın deyimiyle “şizofrenik bir durumda bulunup arabaya sürüklenmesi ve arabada geçirdiği metamorfoz ile sonuçlanan” bir bölüm vardır. Pinky, “Bu duruma kadar derin bir içe kapanma ve gerileme içindedir, sonunda kurtlanmaya başlar; gövdenin çürüyüşü, ruhun çürüyüşüdür aslında… Filmin can alıcı dönüm noktası arabadaki dönüşümle ortaya çıkar. Pinky çığlıklar içinde çürümüş yüzündeki maskeyi sıyırıp atar ve karşımıza bir SS benzeri kişi çıkar.” Filmi değerlendirmeye devam eden yazarın ilerleyen satırlarında şunları okuyoruz: “Sevgi değerlerle olumlu yoldan ilişkiye girmekse, nefret de olumsuz yoldan ilişkiye girmektir. Olumlu olan [yani iyi] olanaksızlaştığında, olumsuz olan, sevginin olanaksızlığı ile kendisini ortaya çıkartır: Nefret ile. Pinkyşizoidliği ile iyinin son burçlarını korumaktadır ve son burçların düşmesiyle ilk Pinky [metamorfozdan önceki] ölür ve yerini faşist Pinky, kötünün kahramanı alır. ‘Günışığı sana kötü haberlerim var’ diye başlar ve Pinky’nin iyi olmadığını, onu otelde bırakıp, onun yerine kendilerinin vekil olarak geldiğini söyler.” Bu kadar alıntı ne anlama geliyor? Bu değerlendirmede bizim bulduğumuz olumlu şizoid durum nedir?
Kestirmeden bir önermede bulunmak cesaretini göstererek şöyle diyebiliriz: Şizo-frenik hal meta/morfozdan önceki son müspet duraktır. “Delirmek” hakkını kaybetmediysek eğer, daha yürünecek yolumuz var demektir. Yani filmin sonuna daha var. Kaybedilmiş bir savaş yok ortada. Dünyanın bugün içinde bulunduğu durumun bize sormayı gerekli kıldığı bir soru var: Bizim kliniklerimizin çeşitli isimlerle kategorize ederek rahatsızlık kümesi altında saydığı ruhi durumların gerçekten bir rahatsızlığa/hastalığa tekabül edip etmediğidir. Kaldı ki rahatsızlık kelimesi doğası gereği olumsuz bir anlam taşısa da her zaman olumsuz bir manayı ifadelendirmez. Bu durumda günümüz liberal kapitalist ve özünde [saklı] faşist dünyasının karşısında bir dinamik olarak şizo-freniyi olumlayabiliriz. Şizoid durum iyi olan’a ait umutlarımızı diri tutmamıza yarayacak bir veri olarak algılanabilir. Bundan sonraki meta/morfoz artık faşist bir insandışılığa işaret etmektedir. Ve artık faşizmin önderleri iyinin vekilleri olarak karşımızda bize bildiriler sunmaya başlarlar. Çünkü Pinky artık yoktur. Şizo-freni yoktur. İnsan acılarını ancak bir meta/morfozla aşabilir. Aksi halde psikozu içinde sıkışmış bir pre-mature olarak vardır dünyada. İnsan kendiliğinden bir çocuksuluk taşır. Hissediş son derece trajiktir. Toplumda bütün iyi görünümüne rağmen soyut bir yıkıcılık hâkim olmuştur. Şizo-freni bir meta/morfozla sonuçlandığında artık o son ada da yok demektir. Fakat burada bir paradox ortaya çıkıyor: Şizoidkişi toplum dışı kalmakla bir yandan bir korunmuşluk avantajına sahipken diğer yandan toplumu değiştirmek [iyi olana yönlendirmek] şansını da elinden kaçırıyor. O halde biz şizo-freniyi toplumun içinde varlığını sürdürmeye teşvik etmeliyiz.
II-Körük Söz Semai: Orta Söz
myspecialty is livingsaid
aman (whocould not earn his bread
because he would not sell his head)
e.e.cummings
“Beni öldürmeyen şey beni daha güçlü kılar.” diyor Nietzsche. Şizo-freniyi diğer organik hastalıklardan ayıran en önemli husus bu cümle ile ifade edilebilir. Öldürmediği sürece güçlü kılar. Şizoid kişi kendi imgeleminin farkında olan kişidir. İmgelem ustası desek abartmış olmayız. Bu yönüyle en çok şaire benzer. Şair de bir imgelem ustasıdır. “Şizo-fren” kendi imgeleminin farkında olmakla kalmaz aynı zamanda o imgelemi yoğun biçimde yaşar. Bu yönüyle de şairle bütünleşir. İyi bir şair de imgeleminin farkındadır ve şiirini imgeleminde yaşar. Büyük Alman şairi Hölderlin’in, Deliliğin Arifesinde’si hâlâ büyük bir tutkuyla okunuyorsa, beğeniliyorsa bu onun [şizoid] ruh dünyasının nasıl yaşamıyla bütünleştiğini gösterir. Dolayısıyla şizo-freninin kendisinde bir şiirsellik bulunduğunu söylersek abartmış olmayız.
Max Horkheimer ile birlikte Frankfurt Okulu’nun en önemli iki isminden birisi olan Theodor Adorno “Psikanalizde abartmalardan başka hiçbir şey doğru değildir.” der Minima Moralia’da. Yine onun güzel ifadesiyle “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” Psikanaliz, Freud’un at gözlükleri içerisinde daha çok bocalamak zorunda kalacak. Birçok yerde Jung boşuna haklı çıkmıyor. Yada Lacan’dan neden korkuyor bunca Freudyen? Zihnî ve ruhi problem yaşayan, psikiyatri kliniklerinde tedavi gören insanları “deli” diye nitelemek, acımasız ve gerçekdışı bir önyargı. Onların zekâsından şüphe etmek yerine beyinlerinin alıştığımız şekilden farklı çalıştığını kabul etmek; bizden farklı ama bizden önemsiz veya daha basit olmadıklarını görmek; ‘normal’leştirmelere karşı olmak gerekiyor.
İnsanlar, yargıçlar ve mahkûmlar olarak ayrılıyor. “Beyaz” olmak bilerek işlenmiş bir günahtan başka bir şey değil artık bu dünyada. Dil [söz/söylem] bazen kurşun atmaktan daha değerli oluyor. [Burada Karl Marx’a nazire yaparak söyleyelim bunu, çünkü ‘Eleştiri silahı silahların eleştirisinin yerini tutmaz!’ der Marx.] Jean Genet’in ifadesi daha çarpıcı: “İşkenceciye kendi dilinde hitap etmek gerekir.” İnsan bu dünyada geç kalmış bir yaratıktır diyor şair. Geç kalmışlığı ontolojik bir sorun elbette. Fakat bu geç kalmışlıkla insan söylemek ve eylemek mevzuunda hayli gayretkeş. Bu durmaz bilmezlik insanın acûl olarak yaratılmasından kaynaklanıyor. Pre-mature [Buradaki pre-mature kavramı epistemolojik olarak ahsen-i takvim kavramına karşıt olarak kullanılmamıştır.] ve geç kalmış bir varlık olarak insanın sözü en kesif biçimde şairlerden sâdır oluyor. Şairler sözleriyle toplumdan ayrılırlarken, şizo-frenler suskunluklarıyla toplumdan soyutlanırlar. Birincisi dış âleme söz söylerken ikincisi sözünü kendi derûnuna söyleme peşindedir. Mevzuunu bulamamış iki adam var karşımızda: Biri “deli” diğeri “şair”. Şairler de mevzuunu bulamadığı için mevzilerini şaşırmış adamlardır şizo-frenler de. Belki de onun için [düz yazı yazmış olsa da]Beckett “Başka bir halta yaramadığım için yazıyorum.” demişti. Yine Adorno’ya dönecek olursak onun “Gerçek düşünce kendisini anlamayan düşüncedir.” önermesi bu noktada daha bir haklılık kazanıyor. Ne ‘şair’ kendisini anlamıştır aslında ne de ‘deli’. Burada şiiri logosun alanına soktuğumuz zannedilmesin. Sadece meramı anlatmak bakımından düşüncenin kendini anlayamaması durumu ‘şair’ ve ‘deli’ kavramsallaştırmalarına uygun düşüyor. Yoksa niyetim bu değil.
Şairin aurasışizoid bir alandır. Psişik kabiliyetleri olan kişilerin aura’yı görebilecekleri söylenir. Bitkilerin çevresindeki aura, 1950’lerdeMoskova Parapsikoloji Enstitüsü’nde Kirliyan[Chirlian] fotoğraf tekniği ile kanıtlanmıştır. Şairin aura uzamı genişledikçe şairliği bir anlam ifade eder. Şairler bir düzeyin adamlarıdır. Söz söyleme sultanlarıdır onlar. Kelimeler onların elinde bir harikuladelik kazanır. Şizo-freniyi de biz bir düzey [level] olarak algılayabiliriz. Yüksek veya alçak ama bir düzey. Şizoid böyle bir levelda bir state [durum] olarak varlığını sürdürür. Şizoid neredeyse bir ektoplazma [ectoplasm] boşalmasıyla mütecânis hale gelir. Şizoid artık damarlarında kan dolaşan bir heykel gibidir. Şiirde de benzer bir yan var: Şairim geleminin ektoplazmasını süzerek kelimelerle cisimleşmiş bir eser vareder: Şiir. Birincisi kendi bedeninde bir boşalma yaşarken ikincisi anlam dünyasında bir boşalma yakalamak peşindedir.
Şairlerin de şizo-frenlerin de dünyaları bir Atlantis’tir. İkisi de vecd içinde büyük birer guru gibi dururlar. Secretdoctrine [gizli öğreti] sahibi bu gurular toplum dışı olmanın ötesinde toplum üstüdürler.
Şairler yorgunluğun, şizo-frenler yalnızlığın yalvaçlarıdırlar. İkisi de melanurya balıklarına benzerler. Kılçıklı ve tatsızdırlar. Kül rengi sabahlarda, aklın dölyatağına vurmuş düşüncelerin yankılarıyla uyanırlar. Hep kendi kapılarını çalarlar. Dünyayı umursamaz bir yiğitliktir gösterdikleri. Irmaklar pasaportsuz geçer bütün ülke sınırlarından. Oysa şair, yasakların ve putların üzerine konuşan adamdır. Şizo-fren putlara ve yasaklara susan adamdır. Ve putların laneti düşer şairin gölgesine. Lanetli gölgeler her an peşindedir şairin. Özyaşamları, olmamış yada olamayacak olaylara şiirler dizmekle geçer şairlerin. Yalanlara bezenir, nesnesini, öznesini kendi yaratır. Yarattığına can verir. Sonra vade yeter, tutar ölüm buyruğunu uygular. Şair budur ve bu işin sonu küfre varır. Küfre varmayan şiir, hangi sevaba kafiye düzebilir? Şairler ve şizo-frenler huzur vermez çoğu kez. Hüzün verirler ancak.
III-Çarık Köz Semai: Son Söz
Bir daha giymemek üzre
Devirip taçlarını
Şuuraltında,
Karanlıkta oturuyor küskün krallar.
Cahit Koytak
Octavio Paz “Şiirsel düşünüşün işleyiş tarzı imgelemdir ve imgelemek aslında karşıt ve ıraksal gerçeklikleri ilişkilendirmek yeteneğinden oluşur.” der Öteki Ses’te. Ona göre “Şairin ağzından öteki ses konuşur.” Şizo-freni ise öteki sesin ötesidir. Yazmak değil konuşmak vardır burada. Bu sesi duymak zamanın sesini duymaktır. Deli bilgeliğin ve bilge deliliğin sesidir bu. Melankolik bir ilgisizlik vardır hem şairde hem de şizoidde. Bağlılık da büyük acılar verir insana. Şair ve şizo-fren bağımlı kişidir. Dolayımlarla yaşarlar. Dolayımla yaşadıkları için de topluma etkileri uzun zamanlarda ortaya çıkar eğer çıkacaksa.
Şizo-fren rekabetçi olmadığı gibi şair de rekabetçi değildir. Piyasa kurallarının dışında kalmışlardır. Şizo-fren kendi aurasında yaşar durur. Şair aurasını büyüttükçe şairdir. Bu benzerlik ikisini birden toplum dışına iter. Şair gecede yolunu kaybetmiş bir çocuktur. Yüzü çöllere bakan dağ yamaçlarında, kuru ağaç gövdelerine tutunmaya çalışan bir parça küftür. Bir damla olsun su tutmak için yaşayan bir tutam küf. Şizo-fren gündüzde yolunu bulamamış bir ergendir. Yüzü dağlara bakan çöllerde, milyarlarca kum tanesi içinde bir kum tanesidir. Varlık içinde bir yokluktur onunki! Çölde güneşin kızgın yalazı altında üşür. Yada suyun içinde susuzluktur çektiği. Şairdağlara yakışan adamdır şizo-fren çöllere.
Hermann Hesse’nin Bozkır kurdu’nda söylediği gibi söylersek eğer:“Şair”lerin ve “şizo-fren”lerin olağanüstü yetenekleri vardır. Bunlar çok yönlü bir benlikleri olduğunun farkındadırlar. Benliğin bir bütün olduğu imgesini kırmışlardır. Çünkü benlik bir benlikler kümesinden oluşur. Bunun farkına varıp da bunu yüksek bir sesle seslendirince artık insanın başına gelmedik kalmaz. Artık o bir “deli”dir. Hemen bilimi yardıma çağırmalı, ona beyaz gömlekler giydirilmeli ve kilitli kapılar arkasında tedavi edilmek üzere alıkonulmalıdır. Bu tehlikeli haykırışları sağlam kafalı ve sağlam vücutlu insanların duymasına engel olunmalıdır.
Şairler varlığın yolcusudurlar; şizo-frenler yokluğun yolcusu. Bu iki sıra dışı yaratık hayatın gerçek bilgisini normallere haykırır dururlar. Sibel Torunoğlu, Tımarhane Günlüğüm adıyla yayımladığı kitabında, siyasi görüşünün de şizofreni olduğunu belirterek şöyle diyor: “Şizofren cesur kişidir, merttir, faydacılıktan, çıkardan uzaktır; şairdir, ressamdır, oturduğu yerde ışık ve gölgenin duruşuna dikkat eder. Cansız olanla olmayan arasındaki bağdır.”
Çokluk kusurlarını görmemek için sırtını çevirir insan. Şair kelimelerle kusurunu, günahını faş eder; şizo-fren halüsinasyonlarıyla, hezeyanlarıyla, saçmalamalarıyla. İkiyüzlü değildir ikisi de. Yalanın mahrecini kırıp geçirmişlerdir. Onlar eteklerini yele çevirmiş hafif kadınlara benzemezler. Aşk onların içinde vardır. Çünkü Saint-EXUPERY’nin dediği gibi “Alınacak bir armağan değildir aşk.”Vermek, yalnızlık uçurumu üstünden bir köprü kurmaktır.
Eskilerin muhteşem tabirleriyle ‘insanın bilgisi/ilmi arttıkça suskunluğu da artarmış.’ Bilmek suskunluğu artırıyor. Yaman bir çelişki. Dostları da azalır o zaman insanın.
“Şizo-fren” tanısı konulan ve kendisini trenin altına atarak hayatını nihayete erdiren, çağdaş Macar şiirinin öncüsü Attila Jòzsef’in Flora isimli şiirinden bir bölümle bitirelim yazımızı:
Şimdi iki milyarlar zincirlemek için beni
Benden bir çoban köpeği yapmak niçin kendilerine
Fakat iyilik, şefkat ve nicelik duyguları
Göç ettiler onların dünyasından Güney'e.
Artık ışık içinde göremiyorum bu dünyayı
Göremiyorum, deney tüpüne bakan bir doktor rahatlığıyla
Diz çöküyorum, haykırıyorum yenilgimi
Sevgilim, bir an önce gelmezsen yardımıma