Gazze mezaliminin sorumlusu Siyonist çete ile direniş arasındaki çatışmaların üzerinden bir ay geçmemişti ki, Siyonist rejim tek taraflı ateşkes ilan edip “savaş”ın galibini ilan etmişti! “Hedeflerimize ulaştık!” şeklindeki beyanatlar, sadece dünya kamuoyunda değil, İsrail içerisinde de uzun soluklu tartışmaların başlayacağının işaretiydi adeta. Siyonist çetenin “zafer naraları” attığı dönemde direnişin saldırıları sürmekteydi ve bu yazının yazıldığı saatlerde ajanslara halen düşmanla direniş arasındaki çatışma haberleri düşmekteydi.
Yakın geçmişe yönelik hafızalarımızı tazeleyerek bu propagandanın hangi düzeyde, ne tür bir gerçekliğe sahip olduğunu irdelemeye çalışalım.
Hatırlanacak olursa Siyonist rejim, 2006 yılındaki Temmuz Savaşı’nda Kana’daki (Lübnan) Birleşmiş Milletler (BM) kampını vurarak bir katliama imza atmıştı. Amacı ise Lübnan’a saldırı sürecinin başında koyduğu hedefleri gerçekleştirmesini engelleyen Hizbullah direnişini durdurmak, böylelikle savaşın nihayete erdirilip BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının çıkmasına zemin hazırlamaktı.
Bu taktik bazı formülasyonların üzerine kurulmuştu. Bu formülasyonların başında Hizbullah’ın tamamen silahsızlandırılıp çökertilmesi gelmekteydi. Bu ise bazı adımların atılmasıyla sağlanacaktı ki bunların başında da direnişin öncelikle Litani Nehri’nin kuzeyine çekilmeye zorlanması ve direnişten boşalan bölgeye örgütün yeniden silahlanmasını önleyecek olan çok uluslu gücün yerleştirilmesi gelmekteydi. Bunu Lübnan içerisinde çıkartılacak olan karışıklıklar izleyecek, yaşananların sorumluluğu da ülkenin maruz kaldığı yıkımda en büyük pay sahibi olduğu propagandasıyla Hizbullah’ın omuzlarına yüklenecekti. Böylelikle direnişin geniş kitleler nezdinde yalnızlaştırılması da sağlanmış olacaktı.
Siyonist rejim aynı taktiği Gazze’deki Hamas direnişine karşı da uyguladı. Bu açıdan BM binasının vurulması aslında Lübnan’da yaşatılmaya çalışılan senaryonun tekrarından başka bir anlama gelmemekteydi. Yani “savaş”ın Hamas aleyhine sonuçlandırılması ve Lübnan’dakilere benzer taktiklerin burada da uygulanması. Yine uluslararası güç ve bu güç sayesinde de Lübnan için planlanan ama başarıya ulaşamayan stratejinin bu defa Gazze’de uygulamaya konulması…
Bu açıdan Hamas’ın 1860 sayılı BM kararını reddetmesi, bazı mahfillerce ileri sürüldüğü gibi bir “inat” ya da “kör siyaset” değildi. Aynı taktiğin burada da uygulanacağını öngören Hamas, bu kararı reddetmekle sadece Siyonist rejimin planlarını bozmakla kalmıyor, aynı zamanda hem uluslararası güçlere hem de Arap dünyasına inisiyatifin Siyonist rejimde değil, Hamas’ta olduğunu da taktiksel olarak göstermiş oluyordu. Bu taktiğin bir hedefi de İsrail’in savaşta zorlandığı, sivil halkı öldürmek dışında bir seçeneği başaramadığı, en başında koymaktan imtina ettiği hedeflerin birçoğundan geri adım attığı ve bütün bunları başaranın da direniş olduğu mesajını kanıksatmaktı.
Nitekim İsrail basınında yer alan ve Hamas komutanlarının ekranlarda -Siyonist medyanın kendi deyişiyle- “eşit şartlarda savaşıp zafer kazanmış komutan edalarıyla” konuşmalarının büyük kızgınlıkla verilmesi ama bunun sorumluluğunun da savaşı yönetmekten aciz İsrail ordusu ve yöneticileri olarak görülmesi, “savaşın” Siyonist medyada, dolayısıyla İsrail’de yarattığı etkiyi ortaya koyması bakımından manidardı.
Katliam amaçlı saldırıların başladığı ilk günden itibaren “Hedeflerimizi gerçekleştirene kadar operasyon sürecek!” açıklamaları yapan Siyonist rejimin bu hedeflerin neler olduğu hususunu adeta siyasi analizcilere bırakır(!) bir tavır takınması da kendilerine olan güvensizliği göstermesi açısından bir o kadar anlamlıydı. Yapılmak istenen neydi? Zaten iki yıldır sürgit devam eden bir ambargoya ek olarak Mısır ve el-Fetih’in de işbirlikçi pozisyonuyla içinde yer aldıkları bu “operasyon”da hedeflenen unsurlar nelerdi?
Hamas’ın alt yapısını çökertmek mi? Füze atmasını engellemek mi? Tünelleri tahrip edip silah ve mühimmat girişini engellemek mi? Bu bölgeye uluslararası gücü yerleştirip, Lübnan’da olduğu gibi yıkımdan Hamas’ı sorumlu tutup, halk nezdinde Hamas’a verilen desteği ortadan kaldırmak mı? Yoksa bunların hepsi mi?
Bütün bu seçeneklere bakıp Siyonistlerin bunlardan hangisini başardıkları ve bundan sonraki süreçte hangisini başarmaya çalışacaklarını düşünüp bir sonuca varmak mümkün.
Siyonist rejim Gazze’de hiç ummadığı bir direnişle karşılaştı. Bu durum, İsrail ordusundan subayların “Aadeta şehrin altında bir şehir daha vardı, sanki hayalet askerlerle savaşıyorduk!” şeklindeki itirafları, direnişin lojistik olarak az kayıp vermesi ve Siyonist ordunun hedeflerine ilerleyememesinden de anlaşılmaktaydı. Ama bundan da öte Siyonist rejimin ısrarla Gazze halkını cezalandırmak amacıyla okul, hastane, ambulans demeden sürdüregeldiği bilinçli/nokta saldırılarla adeta Gazze halkına “Hamas’a verdikleri desteği kesmedikleri müddetçe bu türden saldırılarla her zaman karşılaşacakları, büyük yıkımlar yaşayacakları ve Gazze’nin yaşanmaz hale geleceği, bu açıdan tercihlerini değiştirmeleri” yönündeki telkinlerinden öte, Siyonistler açısından bir başarıdan söz etmek mümkün olabilir mi?! Ki bu da mesajın yerine ulaşmadığı gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde geçerliliğini yitirmiş olmuyor mu? O zaman soruyu tekrar hatırlatalım: “Siyonistlerin bu savaştan kazancı ne oldu?”
Siyonist rejimin değişmez gündemini oluşturan hedeflerle ilgili bazı hususları hatırlamaya çalışırsak bu sorunun cevabına bir parça yaklaşmış oluruz.
Siyonist rejimin en fazla isteyeceği şeylerden biri Gazze’nin tekrar Filistin Özerk Yönetimi’nin egemenliği altına sokulması ve direnişin liderliğinin sürgün edilip şartlarının tamamen kendisinin belirleyeceği bir barış planını dayatmaktır ve elbette uluslararası ya da bir Arap gücünün bölgeye yerleştirilmesi. Peki konjonktür, Siyonist rejimin bunlardan hangisini yapabileceğini bize işaret etmekte?
Siyonist rejimin, işbirlikçi Abbas-Dahlan çetesi ve bazı Arap rejimleriyle birlikte sürdüregeldiği arayışları düşündüğümüzde, geçmişten bugüne neyi hedeflediği ve bu saldırılarla da hangi sonucu almak isteyip neyle karşılaştığını bir parça anlamak mümkün.
Hamas’ın seçim zaferinin ardından el-Fetih’le ulusal birlik hükümeti kurmasının engellenip İsrail’i tanımaması karşılığında ekonomik ambargoya maruz bırakılması ve ardından Dahlan merkezli çatışma sürecinin hızlandırılıp, Gazze-Ramallah bölünmesinin önünün açılması stratejinin çatısını oluşturmaktaydı. Hamas her ne kadar İsrail-Suud (Mekke ant.)-Dahlan üçgenindeki şeytani plana karşı gelip direnişi tercih ettiyse de sözünü ettiğimiz bölünmeden de sorumlu tutulmak istendi.
Ardından Mısır, Refah kapısını kapatarak Hamas’ın devrilmesi sürecini hızlandıracak ihanete imza attı. Bunu, İsrail’in güvenliğini sağlama planına endeksli ateşkes dayatması izledi. Planın bundan sonraki safhasına yaklaşık bir aylık bir süreçte hep birlikte şahit olduk. Hamas’ın ateşkesi bozduğu iddiasıyla Siyonist ordu Gazze’ye yönelik saldırılarını başlattı. Böylelikle bu süreçteki katliamlarından Hamas’ı sorumlu tutmak da kolaylaşacak, katliamların meşruiyet zemini sağlamlaşacaktı.
Ateşkesi bozanın Hamas olmadığı, zira ateşkes şartlarından en önemlisinin bizzat ablukayı kaldırmak olduğu, dolayısıyla ateşkesin zaten İsrail tarafından çoktan bozulduğu ve aslında İsrail’in bu “operasyon”a yaklaşık yedi aydır hazırlandığı sadece dünya kamuoyunda değil, Siyonist basında da manşetlere çıkan bir husus oldu.
Günlerce süren çatışmalar sonucunda İsrail’in BM binasını vurarak -tıpkı Lübnan’daki gibi- adeta “Artık bu savaşı bitirmek istiyorum!” dercesine başta ABD olmak üzere küresel hegemonik güçlere mesaj vermesi ve direnişin halen tüm olumsuzluklara rağmen sürüyor olması; Hamas, İslami Cihad gibi direniş cephesindeki oluşumların çok az kayıp vermesi ve hatta güçlerinin sadece beşte birini kullandıklarını ifade etmelerini de hesaba katarsak bazı sonuçlara ulaşmak mümkün.
Hamas liderlerini kastederek “Onların kellesini istiyorum!” diyen Mısırlı İstihbarat Şefi’nin medyaya yansıyan sözleri ve Mısır’ın adeta ABD-İsrail mandası gibi hareket ederek (Ki İsrail sınırının gözetim altına alınmasına ilişkin Rice-Livni görüşmesinden Mısır’ın haberdar edilmemesi ve sadece kendisine bazı detayların sonradan bildirildiği hususu basına ve siyasi analizcilerin tahlillerine yansımıştı.) Hamas’ın devrilmesi, hatta ortadan kaldırılması için İsrail’e sınırsız kredi açmasından, Suud’un Arap bankalarından Filistin’e gidecek paranın akıbetini Hamas aleyhine kontrol eder bir pozisyon takınmasına ve Hamas’ın kendi rejimlerini tehdit ettiklerini düşündüğü İran-Suriye-Hizbullah hattına bağlı olarak görülmesine kadar, işbirlikçiliğin Araplar nezdindeki kabulü İsrail’in bütün bu bölünmüşlükten cesaret almasını sağlamıştır. Bu durum aynı zamanda direnişin yegâne politika ve yegâne strateji olduğunun ispatlanması yanında, direniş dışındaki seçeneklerin zillet içerisinde bir kuşatılmışlık ve ardından emperyalizm-siyonizmin bölgeye ilişkin planlarının hiçbir engelle karşılaşmadan uygulamaya geçirilmesi anlamına geldiğini de pekiştirmiştir.
Böylelikle direniş, bize ve tüm dünyaya şunları da bir kez daha hatırlatmış ve öğretmiştir:
İsrail, uzun soluklu mücadelelere girişmekte başarısızdır ve başarısızlığa mahkûm olacağı kompleksine de iyiden iyiye girmiştir. Bunu Lübnan’dan sonra bir kez de Gazze’de yaşamıştır. Direniş stratejisi sadece hamasi bir arka plandan değil, birtakım hazırlık safhalarından oluşmakta ve sınırlı şartlara rağmen direniş güçleri bunları başarıyla uygulamışlardır. Füze atışları durdurulamamış; yeraltına açtıkları dehlizler gerilla savaşında taktiksel fiziki ve moral üstünlük sağlamış; uygulanan savaş stratejisi İsrail’in ilerlemesini engellemiş, hatta tamamen durdurmuş; düşman ordusu içerisinde infialler, psikolojik rahatsızlıklar, operasyonu protestolar ve askerlik yapmayı reddetmeler başta olmak üzere, bizzat Siyonist medyaya yansıyan daha pekçok yıpranmaya sebebiyet vermiştir.
Direniş dünya kamuoyunu da böylelikle arkasına almış, halklar nezdinde adeta küresel bir intifadanın provası yapılmış; Venezuella, Bolivya, Katar örneklerinde olduğu gibi devletler düzeyinde tepkiler verilmiş, İsrail mallarına Siyonist rejimi rahatsız edecek boyutta küresel boykotlar oluşmuş, kısacası direniş stratejisinin yegâne çözüm olduğu bir kez daha ispatlanagelmiştir.
Siyonist rejimse yukarıda saydığımız hedeflerinden hiçbirine ulaşamamış; yapageldiği operasyonla direnişe verilen halk desteğinin daha da artmasına sebebiyet vermiştir. Aynı zamanda savaş esnasında İslami Cihad liderliğini arayarak bölgeye gelmek istediğini bildiren ama liderlikten “Biz Hamas’ız!” cevabını alan işbirlikçi Dahlan ve Abbas çetesinin bırakın güçlenmesini bilakis zayıflamasına sebebiyet vermiş ve neredeyse hiçbir hesabı tutmamıştır.
Bunların yanı sıra yaşanan süreç Ortadoğu halkları nezdinde de sadece İslami hareketlere destek veren kesimlerin değil, her cepheden/kimlikten insanın nezdinde direnişin tek seçenek olduğunun kavranmasını sağlamış ve ABD-İsrail-işbirlikçi rejimler koalisyonunun da kadir-i mutlak, yenilmez olmadığını bir kez daha ortaya koymuştur! Bu aynı zamanda Filistin içerisindeki direniş gruplarını da birbirlerine yakınlaştıran bir süreç olmuştur.
Sonuç olarak İsrail’in elinde zaten birkaç yıldır sürdüregeldiği İsrail sınırının kontrolü, ekonomik ambargo, işbirlikçi unsurlara destek dışında koz kalmamıştır. Bu anlamda yukarıda saydığımız kayıplarını hesaba katmasak bile sadece başladığı yere geri dönmüştür. Bundan sonrası, Obama döneminin direnişi bitirmeye çalışacağı parlak(!) stratejilerini izleyeceğimiz siyasi süreçlere gebe gibi görünmekte. Tıpkı Oslo, Madrid vb süreçlerde olduğu gibi bir dizi plan; bölge ülkelerinin işbirliğiyle devreye sokulmaya çalışılacaktır. Kahire toplantısı bu alışılageldik stratejinin yeni bir adımı olarak okunabilir. Alışılageldik diyoruz; çünkü bu tür toplantılar yeni işbirlikçi/münafıkları ve yeni direniş stratejilerini tarihe kaydetmekten başka bir işlev görmedi bugüne kadar. Bakalım, bugüne dek basiretli politikalarına şehadet ettiğimiz direniş, bu yeni süreci nasıl karşılayacak? Geçmiş tecrübelerimiz bize yaptıklarının yapacaklarının teminatı olduğunu göstermekte!