Türkiye’de siyasetin alabildiğine içe yöneldiği 7 Haziran – 1 Kasım tarihleri arasında Suriye sathında önemli gelişmeler yaşandığına tanık olundu. Sırtını İran ve Rus emperyalizmine dayayan Esed’in katliamları ülkede dinmezken, Suriye’den Avrupa’ya doğru baş gösteren göç dalgası ise Suriye meselesinin bir kez daha küreselleşmesini sağlayan temel gelişme oldu.
AK Parti’nin göç ve göçmenler üzerinden uluslararası diplomasinin temel gündem maddesine dönüşen Suriye meselesini, ülkedeki siyasal belirsizliğe rağmen bu süreç boyunca iyi yönettiği söylenebilir. Türkiye’nin uzun süredir başta ABD olmak üzere Batılı ülkeleri ikna etmeye çalıştığı Suriye’de Güvenli Bölge tesisi projesinin, Avrupa kıyılarına vuran göç dalgasının yol açtığı korkuyla ve biraz da pragmatik hesaplar sonucunda Batı’dan yoğun rağbet gördüğü anlaşıldı. Batılı ülke yönetimlerini endişeye sürüklemenin yanı sıra kamuoyunun duyarlı kesimlerinin de vicdanını ayaklandıran son göç dalgası, Batılı ülkelerin Suriye krizinde muhalefetin lehine ve Esed’in aleyhine daha etkin bir tavır takınacağı beklentisi oluşturdu.
Tam da bu noktada süreci olumsuz etkileyen bir faktör olarak Rusya’nın Neo-Sovyet emperyal ruhu bir kâbus gibi Suriye semalarına çöktü. Batılı ülkelerin de desteğiyle Türkiye’nin stratejik değer atfettiği Güvenli Bölge projesi bu kez gerçekleşecek derken, beklenenin aksine Rusya ülkeyi Esed için güvenli bir limana dönüştürmek üzere Suriye’yi resmen işgal etti. Başdöndürücü bir hızda Rusya’nın IŞİD’i vurma bahanesiyle Esed karşıtı tüm direniş örgütlerini ve sivil halkı hedef alan bombardımanları karşısında özellikle de ABD’nin sergilediği pasif yaklaşım, zihinlerde ABD’nin samimiyetine dair zaten süre gelen soruları daha da artırdı. Sürecin zamanlaması ilgi çekiciydi ve muhtemelen ABD-Rusya arasında bir antlaşma söz konusuydu. Nitekim ilerleyen günlerde sürecin öne çıkardığı Esed’li veya Esed’siz Geçiş Süreci tartışmaları da bunu teyit ediyordu.
An itibariyle halen de sürmekte olan Geçiş Süreci tartışmalarına ve bu tartışmalarda Rusya’nın pozisyonuna bakıldığında Rusların Esed’i orta vadede gözden çıkardığı anlaşılıyor. ABD’nin Rusya’nın Suriye’deki son atraksiyonu karşısında pasif kalmasının temel açıklaması da bu olsa gerek.
Bu süreç boyunca bir diğer gelişme de ABD’nin başlangıçta büyük önem atfettiği ve Türkiye’nin de bir şekilde dâhil olmak durumunda kaldığı Eğit-Donat Projesi alanında yaşandı. Gelinen noktada ABD bu projenin başarısızlıkla sonuçlandığını ve dolayısıyla iptal edildiğini açıklamış olsa da buna temkinli bakmakta yarar var.
Bu yazıda Suriye gündeminin son zamanlarda ekseninde döndüğü ve yukarıda kısmen değinilen Güvenli Bölge Projesi, Eğit-Donat Projesinin mahiyet ve akıbeti, Neo-Sovyet Rus Emperyalizminin Suriye’yi işgal girişimi ve Esed’li-Esed’siz Geçiş Planları merkeze alınarak gelişmeler tahlil edilmeye çalışılacak. Böylece hem şuan yaşananların mahiyetine projektör tutulacak hem de ilerisi için sağlıklı bir kavrayışı kolaylaştırıcı bir arka plan oluşturulmaya gayret edilecektir.
GÜVENLİ BÖLGE PROJESİ VE DEĞERİ
Ağırlıklı olarak Türkiye’nin zorladığı uluslararası zemindeki Suriye diplomasisinin öne çıkardığı başlıca gündem maddelerinden bir tanesi Güvenli veya Uçuşa Yasak Bölge Projesidir. Şimdilerde daha yoğun tartışmalara konu olan bu konu, esasen uzun zamandır Türkiye tarafından gündeme getirilmektedir. Öneri, ilk olarak 2012 yılı başlarında Suriyeli sığınmacı akınının artması ve Suriyelilerin sınırın karşı tarafında karşılanması bağlamında dile getirilmiştir. Daha sonraki dönemde de Esed rejiminin zayıflatılması çabalarının bir parçası olarak düşünülmüştür. Güvenli bölge konusu son olarak Haziran 2015 ayı içinde PKK/YPG’nin Tel Abyad’ı ele geçirmesi, IŞİD’in Azez’e doğru ilerlemesi ve Suriyeli sığınmacıların Avrupa ülkelerine akın etmeye başlamasını takiben, yine Türkiye tarafından ‘terörden arındırılmış bölge’ adıyla gündeme gelmiştir.
Suriye’nin kuzey bölgesinde 2012 yılının ortalarından itibaren kontrolü giderek azalan rejimin nihayetinde sınırlı alanlar dışında kontrolü kalmamıştır. Ortaya çıkan güç boşluğu, zaman içinde Türkiye tarafından “terör örgütü” olarak kabul edilen IŞİD ve PKK’nin uzantısı YPG tarafından doldurulmuştur. Kasım 2015 itibarıyla Türkiye-Suriye sınırının yaklaşık %90’ı IŞİD, YPG ya da rejim tarafından kontrol edilmektedir. Sadece kalan %10 Türkiye’nin de desteklediği Suriyeli muhaliflerin kontrolü altındadır. Türkiye ise en üst ağızlardan sınırlarında bu üç aktörü görmek istemediğini dile getirmiştir. Orsam’dan Oytun Orhan’ın da yerinde tespitiyle, güvenli bölgenin oluşturulması, IŞİD ile paylaşılan yaklaşık 100 km’lik sınırın Özgür Suriye Ordusu gibi müttefik unsurlar tarafından kontrol ediliyor olmasını beraberinde getirecektir. Böylece en azından IŞİD kaynaklı güvenlik riskleri azaltılacaktır.1
Türkiye’nin Esed rejimini siyasi çözüme zorlama çabaları açısından muhaliflerin askerî alanda sağlayacağı başarılar önemlidir. Bu nedenle, Türkiye muhaliflerle ve yakın çıkar alanı olarak gördüğü Halep ile coğrafi bağlantının korunmasına büyük önem vermektedir. Hâlihazırda bağlantı Azez-Afrin arasında kalan hat ve İdlib üzerinden sağlanmaktadır. Ancak Türkiye açısından kritik olan Halep’teki gelişmelerdir. Bu bağlantı ise Azez-Afrin arasında kalan dar bölge üzerinden kurulmaktadır. Güvenli Bölge ile Türkiye-muhalifler, Türkiye-Halep coğrafi bağlantısı güvence altına alınacaktır. Dolayısıyla hattın güvenlik altına alınması, Türkiye’nin uzun vadeli Suriye politikasının güvence altına alınması açısından da önemlidir.
Kuzey cephesinde rejim ile mücadele eden muhalif güçler açısından en büyük zorluklardan biri, aynı zamanda IŞİD ile savaşmak durumunda kalmalarıdır. Güvenli bölge, muhalifler üzerindeki IŞİD baskısını azaltarak Halep’te güç dengelerinin rejime karşı muhalifler lehine değişmesine de imkân verebilir.
Güvenli bölgenin oluşturulması konusunda dikkate alınacak faktörler arasında söz konusu coğrafyadaki nüfusun demografik yapısı, yerel halkın Türkiye koruması ve güvenli bölgeye nasıl yaklaşacağı, bölgenin coğrafi durumu, yerel unsurların Suriye rejimi ve muhalefeti ile ilişkisi gelmektedir.
Bu açılardan bakıldığında şu şekilde bir tablo söz konusudur:
Azez ve Cerablus arasında kalan hatta toplam 278 köy bulunmaktadır. Bu köylerin nüfusunun ağırlığını Türkmenler oluşturmaktadır. Bunun dışında Araplar ve az sayıda Kürt nüfus bulunmaktadır. Yerleşimlerin %70’inden fazlası IŞİD işgali altındadır. Burada yaşayan toplumsal gruplar, baştan itibaren büyük oranda Suriye rejimine karşı Suriyeli muhaliflerle birlikte hareket etmiştir. Hatta IŞİD’in bölgeye girmesi öncesinde bölgedeki köy ve kasabalar yerel muhalif direniş örgütleri tarafından kontrol edilmekteydi.
Bölgenin yerel halkı, büyük oranda ne rejim ne IŞİD ne de YPG’nin yerleşimlerinde otorite olmasını istemektedir. Güvenli bölge planında ise karadan Türkmenlere bağlı Sultan Murad Tugayı başta olmak üzere, 14 farklı muhalif grubun ilerlemesi hedeflenmektedir. Bu gruplar yerel halk tarafından desteklenmektedir.
Aynı şekilde, bölgenin Türkiye korumasında olacak olması meşruiyet zeminini güçlendirecektir. Çünkü bölge halkı, Türkiye’ye sempati ile yaklaşmaktadır. Türkmen ve Arapların sınırın Türkiye tarafındaki halk ile yakın akrabalık ilişkileri vardır. Coğrafyanın da Irak sınırından farklı olarak düz olması gerektiğinde askerî operasyonları kolaylaştırabilir.
Türkiye’nin Güvenli Bölge projesinin son süreçte daha gür biçimde gündemleşmesinde rol oynayan başat faktörlerden biri de Suriyeli sığınmacıların Avrupa’ya akın etmesi idi. Bu gelişme, hem Batı’nın Suriye sorununa daha fazla angaje olmasına hem de Türkiye’nin mülteci sorunu açısından temel ortak olarak öneminin artmasına neden olmuştur. Böylece Türkiye’nin Suriye konusundaki talep ve tezleri daha fazla dikkate alınmaya başlamıştır.
Türkiye’de Kasım 2015 itibarıyla resmi olmayan rakamlara göre 2.5 milyon civarında Suriyeli barınmaktadır. Göç akını Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ile artarak devam etmektedir.
Suriyelilerin Batı’ya akını ile sığınmacı meselesi, sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da sorunu haline gelmiştir. IŞİD’den arındırılmış bölge, eski adıyla güvenli bölge Avrupa’ya Suriyeli akınını azaltmak açısından da bir önlem olarak teklif edilmektedir.
Türkiye ve dünyanın birçok ülkesinin Suriye içindeki sivillere yaptığı insani yardımlar Türkiye üzerinden Suriye’ye ulaşmaktadır. Bu yardımların büyük bölümü, Öncüpınar sınır kapısı üzerinden ve Azez ile Afrin arasında Suriyeli muhaliflerin kontrolündeki ince hat üzerinden gönderilmektedir. Söz konusu hattın IŞİD’in ya da YPG’nin eline geçmesi, Türkiye’nin insani yardımları, başta Halep olmak üzere Suriye içine ulaştırma imkânlarını sınırlandıracak ya da ortadan kaldıracaktır. Halep’teki gelişmelere büyük önem veren Türkiye, bu hattın korunması ve genişletilmesi açısından da güvenli bölgenin kurulmasını talep etmektedir.
Güvenli bölge kurulacak ise yapılması gerekenlerin başında, bölge oluştuktan sonra sivil idaresinin nasıl olacağı, günlük yaşamın nasıl organize edileceği konusunda hazırlıkların yapılması gelmektedir. Bu bölgede hâlihazırda önemli sayıda insan yaşamaktadır. İlk aşamada bu bölgede yaşayan Suriyelilerin geri dönüşlerinin sağlanması planlanmaktadır. Bunun ötesinde yeni göç dalgalarının bölgede karşılanması söz konusu olabilir. Dolayısıyla güvenli bölgede yoğun bir nüfusun yaşayacağı öngörülebilir. Burada, IŞİD, rejim ve PYD’den farklı olarak gerçek anlamda güvenli ve her türlü ihtiyacın sistemli bir biçimde karşılandığı alternatif yönetim modelinin kurulması, başarılı bir örnek oluşturması açısından önem taşımaktadır. Bu nedenle sağlık ihtiyaçlarının karşılanması, eğitim hizmetinin verilmesi, belediye hizmetlerinin sunulması, sivil idarenin oluşturulması, iç güvenliğin sağlanması, gıda-barınma konularında hazırlıkların yapılması, ekonomik yaşamın canlandırılması, elektrik ve su ihtiyaçlarının karşılanması gibi konularda planlamaların önceden yapılması gerekmektedir. Bölgenin başarısı, bundan sonraki aşamada rejim ve IŞİD dışında başarılı bir modelin varlığı konusunda örnek oluşturacaktır.
Davutoğlu’nun Avrupa sınırlarına vuran göç dalgasının oluşturduğu vasat içinde Suriye sınırında (büyük ihtimalle Azez ve Cerablus hattında) 3 adet mülteci şehri kurma projelerinin olduğu vurgusu Türkiye’nin güvenli bölge vurgusunun içi boş bir proje olmadığını gösteriyor. Ve büyük bir ihtimalle bir yandan sahillere vurup kamu vicdanını yaralayan mülteci cesetlerin yol açtığı duyarlılık, bir yandan da Avrupa’yı baştanbaşa kaplayan mülteci akını korkusu birçok Avrupa ülkesini Davutoğlu’nun bu projesini destekler konuma getirmişti. Kısmen Türkiye’de 7 Haziran – 1 Kasım arası oluşan siyasal belirsizliğin yol açtığı diplomasi trafiğini iyi yönetememe ama ağırlıklı olarak da Rusya’nın başdöndürücü bir hızda Suriye’yi işgal etmesiyle bu fırsat bir kez daha geri tepti. Sonrasında ise diplomatik zeminlerde Türkiye ve Suriye muhalefetinden yana tavır sergiliyor gibi yapan ancak güven vermeyen ABD’nin de emperyalist Rusya’nın Suriye işgaline karşı sessizliği Amerika’nın Suriye muhalefeti ve Türkiye’ye ihaneti olarak değerlendirilse yeridir. Özellikle ABD’nin Rusya’nın işgaline karşı etkili bir karşı tutum geliştirmemesi Batılı birçok ülkenin siyasetsiz kalmasında, geliyorum diyen güvenli bölge projesinin bloke olmasında rol oynayan başat faktördü ki Rusya’nın gün geçtikçe elini kolunu sallaya sallaya işgali derinleştirmekte bu kadar pervasız davranmasının da temel açıklaması bu olsa gerek.
ABD’NİN GÜVENLİ BÖLGE TALEBİNE CEVABI: EĞİT-DONAT PROJESİ
Türkiye’nin özellikle de muhaliflerin kontrolündeki bölgelerin hava saldırılarına karşı güvenliğini amaçlayan güvenli bölge talebine, uzun zamandır ayak direten en önemli gücün yine diplomaside Türkiye ve Suriye muhalefetine yakınmış gibi bir pozisyon takınmayı elden bırakmayan ABD olması dikkat çekicidir. Güvenli bölge projesinin karşısında çeşitli bahanelerle duran ve projenin gerçekleşmesini erteleyen en önemli güç ABD olmuştur. Çünkü ABD, Suriye savaşında öteden beri direnişin gün geçtikçe daha da belirginleşen İslami kimliğinden rahatsızlığını ortaya koymuştur. Bu nedenle direniş güçlerine kendi ajandasını dayatmaya çalışmış, tutmayınca direniş hareketinin kendisine mecbur hale gelinceye kadar Esed, İran, Rusya ve IŞİD tarafından dövülmesine göz yummuş ve son olarak bu da olmayınca Eğit-Donat Projesi marifetiyle kendi “ılımlı muhalif”ini kendisi yaratma tutumunu geliştirmiştir. Bu bağlamda aslında ABD’nin şimdilerde dondurduğunu iddia ettiği Eğit-Donat Projesi, doğrudan veya dolaylı olarak bir tür Türkiye’nin Suriye halkı ve muhalefetinin de lehine olan Güvenli Bölge Projesine alternatif olarak geliştirilmiştir.
Türkiye’nin dillendire geldiği güvenli bölge talebinin ABD tarafından ertelene gelmesi, yanı sıra ABD’nin IŞİD’i vurup YPG’ye alan açma taktiği akıllara “Muhalifler için nefes borusu olan Türkiye’nin manevra alanı daraltılmak mı isteniyor?” sorusunu getiriyor. Dikkat edilirse ABD’nin Eğit-Donat Projesi için öncelikle tercih ettiği bölge Suriye’nin kuzeyidir. ABD, bu bölgenin İslamcı muhaliflerdense “ılımlı muhalifler”in elinde olmasını, o profilde muhalifler bulunamıyorsa YPG/PYD gibi laik güçlerin elinde kalmasını yeğlemiştir. Dolayısıyla ABD, Eğit-Donat Projesi marifetiyle Türkiye’nin yaslanmak istediği İslamcı muhalif yapılara alan bırakmama, bunun yerine bölgeyi IŞİD’den arındırıp kendi “ılımlı muhalif”lerine veya müttefiki unsurlara emanet etmek istemiştir. Hatta proje kapsamında eğitilen insan unsurunun önüne tek ve öncelikli hedef olarak da Esed değil, IŞİD konulmuştur.
Türkiye bu projeye diplomatik zeminde uzun süre boyunca direndi. ABD’nin 2014’te gündeme getirdiği Eğit-Donat Projesi öncelikle IŞİD’e Karşı Uluslararası Koalisyon kapsamında Ürdün’de start almıştı. Sonrasında bu koalisyona Türkiye’yi katmaya çalışan ABD Türkiye ile pazarlık yapmaya çalıştı. Bu bağlamdaki görüşmelere her daim temkinli ve çekinceli bir tutum sergilemekle birlikte Türkiye, nihayetinde IŞİD’e destek olmadığına dair “uluslararası toplum”u ikna etmenin bir yolu olarak yani uluslararası baskılar sonucunda hem IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyona katılmak hem de Eğit-Donat Projesine ortak olmak zorunda kaldı.
Eğit-Donat Projesi ilk olarak Washington ve Ankara arasında 2014 Eylül’ünde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın New York’ta yaptıkları toplantıda gündeme gelmiş ve üzerinde prensipte anlaşma sağlanmıştır. Ancak 19 Şubat 2015’te de Amerika’nın Ankara Büyükelçisi John Bass ve Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu arasında imzalanan belgeyle kâğıda dökülen program yaklaşık sekiz ay süren müzakerelere rağmen sık sık tıkanma noktasına gelmişti. Çünkü tarafların projeden beklentileri oldukça farklıydı. ABD’nin yetiştirmek istediği “ılımlı muhalif” profili sahada Türkiye’nin desteklediği direniş örgütlerini kapsamıyordu. Öte yandan ABD “ılımlı muhalif”leri IŞİD’e karşı kullanmayı düşünürken Türkiye ise projenin ajanda dayatmasından uzak olarak sahadaki muhalifleri kapsamasını ve hedefin eşzamanlı olarak hem Esed hem de IŞİD olması gerektiğini savunuyordu. Aslında anlaşılan o ki; Türkiye, kendi Güvenli Bölge Projesine ayak direten ve onu Eğit-Donat marifetiyle boşa çıkarmak isteyen ABD’nin oyununun içine girerek “oyun içinde oyun kurucu aktör”lüğünü göstermişti. Nitekim taraflar arasındaki yaklaşım farklılıkları giderilemedi ve her ne olduysa ABD bir anda Eğit-Donat Projesini iptal ettiğini açıkladı! Proje Türkiye’nin istediği yönde gerçekleşseydi muhtemelen Suriye halkı ve direnişine katkısı güvenli bölgeden pek farklı olmayacaktı.
Tüm bunlara karşılık ABD’nin “bitti” dediği Eğit-Donat Projesi gerçekten bitti mi? Bu iddia bütünüyle gerçekliği yansıtmıyor. Çünkü ABD, özellikle de Kobani’deki IŞİD-YPG savaşından sonra fiilen YPG güçlerini “ılımlı muhalif” olarak görme niyetini icraatlarıyla ortaya koydu. Ve Türkiye’nin Kobani’ye doğru koridor açmaya zorlanması da hatırlandığında büyük ihtimalle ABD Eğit-Donat kapsamında müttefiki YPG’yi de “ılımlı muhalif” olarak Türkiye’ye dayatacaktı. Nitekim Türkiye’nin ayak sürçmeleri karşısında Suriye’nin kuzeyinde YPG şemsiyesi altında oluşturulan “Demokratik Suriye Güçleri”nin hemen akabinde ABD’nin “Eğit-Donat’ı iptal ettik” demesi manidardı. Proje aslında isim düzeyinde bitmişti ama mahiyet itibariyle bir bitmişlik halinden ziyade tamamlanmışlık halinden söz etmek daha doğru olur. Çünkü ABD IŞİD’i havadan vuruyor ve ondan boşalacak alanları da müttefik gördüğü bu “ılımlı muhalifler” yani YPG/PYD ve onun şemsiyesi altında oluşturulan “Demokratik Suriye Güçleri”ne emanet edecekti. Hatta 27 Kasım tarihinde ABD’nin ilk kez 500 askerden oluşan kara kuvvetini Suriye’nin kuzeyinde konuşlandırdığı medyaya yansımaya başlamıştı. Bu unsurların görevinin her ne kadar “Kürt ve Arap güçleri”ni eğitmek olduğu söylense de bunlardan kastedilenin YPG ve onun şemsiyesi altında oluşturulmuş “Demokratik Suriye Güçleri” olduğunu tahmin etmek zor değil. Dolayısıyla bittiği söylenen Eğit-Donat’ın bitmişliği sadece bir iddiadan ibarettir. ABD projeyi kâğıt üzerinde şimdilik her ne kadar durdurmuş gözükse de fiiliyatta Suriye muhalefeti ve Türkiye’nin meşruiyetini tanımadığı YPG ve “Demokratik Suriye Güçleri” üzerinden kendi “ılımlı muhalif”ine yatırım yaptığı çok açık.
Sonuç olarak IŞİD tehdidinden arındırılıp sırtını Esed’e, Rusya’ya veya çıkarları elveriyorsa ABD’ye yaslayan YPG’ye emanet edilmiş bir Azez-Cerablus hattının son kertede muhalifler için yine tehdidin sürmesi anlamına geleceği tartışmasız bir gerçek. Nefes borusu olan Türkiye ile muhaliflerin temasının bu kanaldan olduğu dikkate alındığında Suriye siyasetinde Türkiye’ye sözde müttefik gözüken ABD’nin samimi ve iyi niyetli olmadığı Güvenli Bölge Projesine ayak sürçmesi, onun yerine koyduğu Eğit-Donat’ta istediği olmayınca yine bu hususta da “müttefikim” dediği Türkiye’yi satmasında bir kez daha görüldü. Sonuçta IŞİD’den alınıp YPG’ye peşkeş çekilmiş bir Azez-Cerablus hattının Suriye halkı ve muhalefetine hiçbir katkısı olmaz. Aksine bu her iki durumda da Türkiye’ye uzanan nefes borusunun kesilmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin “Cerablus kırmızı çizgimizdir!” söyleminin stratejik değeri tam da buraya oturuyor.
NEO-SOVYET RUS EMPERYALİZMİNİN SURİYE İŞGALİ VE TÜRKİYE'NİN TUTUMU
Rusya’nın Suriye’yi işgal girişimi, sahadaki dengelerin özellikle de kara savaşında muhaliflerin lehine dönüştüğü ve Esed rejiminin buna bağlı olarak oldukça zayıfladığı bir sürece denk geldi. Rejimin sistematik katliamlarından kaçan binlerce Suriyelinin oluşturduğu ve Doğu Avrupa üzerinden batıya doğru yönelen mülteci akını ve bu umut yolculuğu esnasında yaşanan dramların küresel çapta gündem olması da yine Esed rejiminin işini bir hayli zorlaştırıyordu. Bu sürecin daha önce Doğu Guta’daki kimyasal saldırının küresel ölçekte yol açtığı duruma benzer şekilde Esed’in aleyhine güçlü bir tepkiye yol açacağı ve muhtemelen Doğu Guta katliamı sonrası elden kaçan müdahale durumunu bu kez getirebileceği yönünde beklentiler oluşturdu. Ayrıca Esed rejiminin sebep olduğu bu göç dalgası uzun zamandır Esed yerine IŞİD tehdidi ile gündeme gelerek eksen kayması yaşayan batıdaki Suriye algısının eksenini doğrulttu. Bu vesileyle uzun aradan sonra Suriye meselesi neredeyse ilk kez bu kadar güçlü şekilde IŞİD tehdidi yerine Esed’in katliamlarıyla gündeme geldi.
Bu durumun ya Esed rejimine müdahale ya da en azından göç krizini Türkiye’nin Güvenli Bölge Projesi üzerinden Suriye içerisinde çözmeyi getireceği bekleniyordu.
Ne olduysa bu esnada oldu. Rusya daha güçlü ve aktif biçimde Esed rejiminin koruyucusu olarak Suriye savaşına doğrudan müdahil olmaya girişti. Müteakip süreçte başta Paris saldırıları olmak üzere IŞİD’in üstlendiği birkaç saldırı uluslararası ilişkiler zemininde Suriye gündeminin yine IŞİD tehdidi ile özdeş biçimde algılanmasını beraberinde getirdi. Bu vasatta Türkiye’de toplanan G-20 Zirvesinden de Esed ve hamisi Rusya’yı ciddi anlamda sıkıntıya sokacak ve Suriye halkı ile muhalefetini rahatlatacak bir karar çıkmadı.
Bu müdahale Suriye’de kalıcı Rus askerî varlığını ve Rus koruması altında bir rejim bölgesi oluşması ihtimalini güçlendirmiştir. Bu da ABD’yi Suriye’de Rusya’yı dengelemek için daha fazla sorumluluk almaya itmiştir. Rusya’nın savaş uçaklarını getirmesi sonrasında hava üstünlüğünün bu ülkeye geçmesini takiben ABD’nin F-15 savaş uçaklarını Suriye’de kullanmak üzere İncirlik Üssü’ne getirmesi bu kapsamda değerlendirilebilir.
ABD her ne kadar Neo-Sovyet Rus emperyalizminin Suriye’de giriştiği işgali alttan alıcı bir dille savsa da özellikle de hava üstünlüğünün rakibi Ruslarla el değiştirmesinden çok da hoşnut olmadığı anlaşılıyordu. Hava üstünlüğünün yeniden ABD tarafına geçmesi güvenli bölge önünde engel teşkil eden Rus caydırıcılığını zayıflatmıştır.
Tüm bu nedenlerle Türkiye’nin birkaç yıldır dile getirdiği güvenli bölge meselesi, hem Türkiye açısından daha acil bir hal almış hem de bölgedeki gelişmeler Türkiye’nin bu talebinin hayata geçirilmesi için uygun zeminin oluşmasını sağlamıştır. Türkiye ve ABD’li yetkililerin açıklamaları, İncirlik Üssü’ndeki hareketlilik ve sınırda alınan tedbirlerden yola çıkarak, Azez ve Cerablus arasındaki IŞİD varlığına son vermek üzere askerî operasyonların başlaması beklenmektedir. Bu bölgenin IŞİD’den arındırılması çabalarında ilk seçenek yoğun hava desteği altında, uzun zamandır hazırlıklarını yapan Türkmen ve Arap silahlı birliklerinin karadan ilerlemesidir. Ancak ABD ve Türkiye ortaklığında IŞİD’e yönelik askerî operasyonların başarısızlığı, kabul edilemez olacaktır. Bu noktada havadan desteğe dayalı stratejinin yetersiz kalması durumunda karadan destek verilmesi de gündeme gelebilir. Bu da başarı ihtimalini artırırken riskleri artıracaktır.
Türkiye Rusya'nın Türkmen Dağı'nı işgalini ABD’ye daha fazla alan açarak ve onunla kol kola girerek Suriye'nin kuzeyinde IŞİD'i vurma ve ondan boşalan alanları sahadaki muhaliflere devredip süreç içerisinde özellikle de Azez-Cerablus hattında Güvenli Bölge oluşturma projesini gerçekleştirme girişimiyle karşılıyor. Rusya'nın aktif olarak sahaya inmesi sonucunda manivela alanı daralan ABD'nin müttefik gördüğü Türkiye’nin “YPG'den vazgeç” talebini karşılama ihtimali olabilir. YPG/PYD'nin son zamanlarda izlediği ABD'den ziyade Rusya'ya yanaşmacı dil de bunu düşündürüyor. Nitekim Rusya'nın Bayırbucak bölgesini işgal girişimiyle birlikte Türkiye jetlerinin ABD ile kol kola Suriye'nin kuzeyinde IŞİD hedeflerini vurmaya başladığı ve muhaliflerin de karadan bölgeye girdiği görüldü.
Emperyalist Rusya’nın daha güçlü ve etkili bir aktör olarak sahaya inmesi, YPG gibi ABD’ce Türkiye’ye rağmen müttefik unsur addedilen laik unsurların Ruslara yelken açması acaba ABD’yi etkinliğini artıran Rus tehdidine karşı Türkiye’nin güvenli bölge oluşturma ve sahadaki muhalif dinamikleri koruma koşuluyla IŞİD’i defetme planına mı yaklaştırıyor? Özellikle Neo-Sovyet emperyalizminin Suriye’deki son atraksiyonlarının ABD ve Türkiye’yi mecburen de olsa ortak hareket etmeye götürdüğü anlaşılıyor. Çok aktörlü Suriye savaşında İran-Rusya paktıyla doğrudan karşı karşıya gelmeyi göze alamayan Türkiye’nin de özellikle de Bayır-Bucak kuşatması sonrasında ABD’nin hava gücü ve Suriye’deki etkinliğinden istifade etmeye açık olduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin Rusya’nın Suriye’deki son emperyal atraksiyonlarına en sert tepkisine Bayır-Bucak Türkmen bölgesi işgalinden itibaren fiilen tanık olundu. Öteden beri Rusya’yı uluslararası ilişkiler zemininde ABD üzerinden sıkıştırma ve Esed’siz bir Suriye’ye ikna etme yolunu seçtiği görülen Türkiye’nin, Viyana’da görünürde orta vadede Rusların Esed’in gidişine taraf görünmesini olumlu görmekle birlikte eşzamanlı olarak Suriye’deki varlığını tahkim eden politikalarına pek de güvenmediği anlaşılıyor. Bununla birlikte Rusya’nın Suriye’de son iki ay içerisinde Esed’in güvenliği için muhaliflere karşı giriştiği saldırılar karşısında Türkiye’den kamuoyuna yansıyan çok da güçlü bir tepkiye şahit olunmadı. Yer yer kınama dozu yükselmekle birlikte ortaya konulan dilin salt diplomatik boyutta kaldığı, alttan alıcı ve pasif olduğu görüldü. Rusların fiilen bu pasif ve alttan alıcı tutumu sergileyen Türkiye’nin yer yer tabiri caizse esip gürlemesine çok da itibar etmediği anlaşılıyor. Nitekim Bayır-Bucak bölgesine yönelik yaklaşık 15 günlük bir işgal harekâtı söz konusu oldu ve Türkiye bu süreç boyunca kamuoyuna yansıdığı kadarıyla çok da ciddi ve caydırıcı bir söylem ve icraat ortaya koy(a)madı. Ama Türkmen Dağı’nın kısmen düştüğü son süreçte Türkiye kamuoyunda ciddi bir sinir sıkışması olduğu ve Türkiye F-16’larının 24 Kasım günü sınırı ihlal eden bir Rus jetini düşürmesiyle birlikte gerek kamuoyu gerekse siyasette ciddi bir özgüven sağlandığı görüldü. Hatta kimileri haklı olarak bu durumu 1 Mart Tezkeresinin yeni bir versiyonu olacak şekilde tanımlamıştı.2 Türkiye’nin bu süreç boyunca perde arkasında neler yaptığını bilmiyoruz ama Neo-Sovyet işgali sürecinde salt diplomasiyle yetindiğini ve yerinde oturduğunu söylemek haksızlık olur. Nitekim Rus katliam jetinin düşürülmesinin hemen akabinde Türkmen Dağı bölgesinde bir Rus helikopterin daha direnişçilerce düşürüldüğü öğrenildi. Dolayısıyla bu helikopterin füzeyle düşürüldüğü gözönüne alındığında Türkiye’nin muhtemelen çok da boş durmadığı söylenebilir.
Rus jetinin TSK’ya ait F-16’lar tarafından düşürülmesi ve hükümetin bunun arkasında durması Türkiye’nin Neo-Sovyet Rus emperyalizminin Suriye’deki işgal girişimine verdiği en güçlü tepki idi. Rus uçağının düşürülmesi, aynı zamanda Türkiye'nin ABD ve NATO'yla kurduğu ittifak zemininin ve boyutlarının test edileceği sahici bir vakıa.
Bu yazının kaleme alındığı sıralarda söz konusu olayın etkileri halen sürüyordu. Rus-Türkiye ilişkilerinin alabildiğine gerilime konu olduğu bu süreçte Türkiye’nin bu adımın doğuracağı bütün riskleri göze aldığı ve iyi hazırlandığı anlaşılıyor. Nitekim Kremlin’in “Angajman kuralları ihlal edilmedi!” açıklamasını TSK medyaya servis ettiği belgeli raporlu haberle anında cevapladı. Burada tabiri caizse 1-0 öne geçen Türkiye’nin, bir de konuyu uluslararası zemine taşıyarak, NATO’yu acilen toplanmaya ikna ederek Rus kalesine bir gol daha attığı ve en azından elini siyasal-diplomatik zeminde güçlendirdiği anlaşılıyor. Kremlin’in Lavrov’un ziyaretini iptal etmesi, Türkiye ile sürmekte olan tüm askerî ilişkileri belirsiz bir zamana kadar dondurması ve yanı sıra ekonomik alanda var olan bazı anlaşmaları şimdilik iptal etmiş olması Türkiye’ye attığı bu adımın mikro ölçekteki bedelleri olarak döndü. Bundan sonra gerilim devam eder mi; etmesi durumunda Türkiye’yi bekleyen makro ölçekli bedeller söz konusu olur mu; daha da önemlisi her ne pahasına olursa olsun Türkiye Neo-Sovyet Rus emperyalizmine karşı başlattığı bu onurlu tutumunu sürdürecek mi? Bu sorular gelişmelerin seyrine bağlı olarak tarafların ortaya koyacağı tutumlarda vuzuha kavuşacaktır. Rus şımarıklığının sürmesi durumunda Türkiye şuan attığı bu adımı Rusya’ya güçlü bir “One Minute” çekme noktasına getirebilir mi? Şimdiden bir şey söylemek zor ama kamuoyunun duyarlı kesimlerinde bu yönde bir beklentinin kendisini hissettirmeye başladığını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bu isteğin çok da uzağında görünmediğini belirtmek mümkün. Bu bağlamda ele geçen fırsatın iyi değerlendirildiği, Rus uçağının düşürülmesiyle gerek siyaset gerek kamuoyunun özgüven tazelediği ortada. Ümit edelim de bu adımın devamı gelsin.
Tüm bunlarla birlikte sonuçta buz dağının yalnızca görünen yüzünü gördüğümüzü unutmamalıyız. Bu yüzden Rusya-ABD’nin olanca karşıtlığına rağmen karşılıklı bir mahvolma durumu yaşamamak için birbirine askerî planda didişmeme durumu var. Bunun somut gerekçesi şimdilik Rusya’nın orta vadede Esed’i gözden çıkarmış görünüyor olması. Ancak bu durum Rusya’nın uzun vadede Suriye’deki menfaatlerini gözden çıkardığı anlamına gelir mi? Buna ABD de inanmıyor. Pazarlıklar Esed’li-Esed’siz siyasal sürece bir şekilde geçiş yönünde. Sonrasında ise birçok aktörün çatışan çıkarları var. Çıkar çatışmalarına rağmen Rusya-ABD gibi aktörleri birleştiren tek husus radikal İslamcıların etkin olmadığı bir siyasa… Sahanın temel aktörü olan İslamcıların dışlanmasının getireceği sonuç ise en kestirmeden Irak olabilir. Buz dağının arkasında kim bilir neler var neler… Türkiye ABD ile girdiği bu tehlikeli yolda eğer oyun içinde oyun kuran bir aktör olma rolünü korur ve Suriye’de büyüyen Rus tehdidini ABD’nin gözüne sokup onu Azez-Cerablus üzerinden Halep’e uzanan Suriye’nin kuzeyinde karada sahanın asıl dinamikleri İslami oluşumlara ajanda dayatmak yerine onları destekleme noktasına getirebilirse buzdağının arkası Suriye direnişinin lehine, Rusya-İran-Esed vahşet koalisyonunun aleyhine çökebilir.
GEÇİŞ SÜRECİ TARTIŞMALARI VE MUHTEMEL GELECEK
Suriye’den Avrupa’ya doğru akan son göç dalgasının uluslararası Suriye diplomasisine bir etkisi de Suriye krizine siyasal çözüm arayışlarını hızlandırmasıydı. Aslında Suriye’deki halk ayaklanmasının birinci yılından bu yana uluslararası diplomasi zemininde bu yönde arayışlar, çabalar, tartışmalar hep olageldi. Bu diplomasinin şuana kadar doğurduğu en etkili sonuç “Suriye’nin Dostları” listesindeki ülkelerin mevcut Esed otoritesini gayrimeşru ilan edip sürgündeki hükümet koalisyonu SMDK’yı Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanıması kararı oldu. Yanı sıra krizin çözümüne dönük Doğu Guta’daki kimyasal katliam güçlü bir uluslararası müdahale beklentisi oluşturmuşsa da bu gerçekleşmedi. Bunun yerine özellikle de son iki yıldır “Suriye’nin Dostları” grubundaki Batılı ülkelerin çoğunun İslami direniş güçlerine yaklaşımının İran-Rusya bloğundan neredeyse farksız olduğu anlaşıldı. Direnişin İslami tonu belirginleştikçe bu durum daha da arttı. IŞİD faktörünün öne çıkmasıyla birlikte ise uluslararası Suriye diplomasisinde Esed rejiminin sistematik katliamları hep ikincil plandaki bir gündem olarak kaldı. Uluslararası Suriye diplomasisi Cenevre toplantılarında çöktü. Sonrasında toparlanayım derken De Mistura Planı’nın başarısızlığı ile neredeyse tamamen iflas etti. Şimdi son göç dalgasının da tetiklemesiyle “Suriye’nin Dostları” grubu ile İran-Rusya bloğu bir kez daha çözüm masasına oturdu. Masadan çıkan sonuç ise Esed’li-Esed’siz Geçiş Planı idi.
Esed’li veya Esed’siz Geçiş tartışması Esed rejimi ile karşısındaki İslami direniş güçleri arasında bir çözüm diplomasisinden ziyade fazlasıyla Suriye savaşında bir şekilde yer alan küresel ve bölgesel aktörlerin geleceğin Suriye’sini birbirine pazarlama ve ikna etme niyetini çağrıştırıyor. Sahada insani yardım dışında bu aktörler kadar çok da etkili olmayan Türkiye’nin ise masada bulunmaktan gayrı bir imkânı yok. Türkiye’nin bütün aktörlere tek başına ne toplu bir “One Minute” çekme imkânı ne de iradesi var. Bu nedenle mümkün olduğunca uluslararası diplomasiyi Suriye halkı ve mücadelesinin lehine kullanmaya çalışıyor.
Esed’li veya Esed’siz geçiş planının görünürde de olsa tek ittifak zemini Suriye’de siyasal bir geçiş sürecinin başlamasının gerekliliği olarak öne çıkıyor. Bu görece mutabakatın oluşmasına kaynaklık eden temel faktörler ise Esed’in sistematik katliamlarının küresel ölçekte kamu vicdanında yol açtığı rahatsızlık, Batılı ülkelerin bir kısmının kendi kamuoyunun da zorlamasıyla nispet olunan hukuk ve değerlerle tutarlılık mecburiyeti, yine Avrupa kıyılarına vuran ve bir tehdit olarak algılanan göçmen akını, IŞİD’in yaydığı korku ve panik hali, sahadaki durumun en azından karada giderek İslamcı direnişçilerin lehine ilerlemesi, Esed’le bu işin daha fazla gidemeyeceğinin farkedilmesi vb. olarak zikredilebilir.
İran-Rusya bloğunun bu tartışmalarda Esed’li Geçiş’in yılmaz savunucuları olarak öne çıkması sürpriz değil. Bu blok bir yandan hızlı değil yumuşak bir geçişi savunuyorken diğer yandan da Suriye’yi Esed sonrası için kendi çıkarlarına uygun hale getirmeye çalışıyor. Nitekim Rusya’nın bu tartışmaların sürdüğü bir vasatta aynı zamanda Suriye’ye de resmen emperyal bir ruhla yelken açtığı görüldü. Ve Lazkiye bölgesini güvenli bir limana dönüştürür dönüştürmez de hemen yakın-uzak bölge demeden IŞİD’i vurma bahanesiyle bütün direniş örgütleri ve onların kontrolündeki bölgeleri vurmaya başladı. Bunun son örneği halen de düşmemek için direnen Türkmen Dağı bölgesi. Esed’li çözüm ısrarında İran-Rusya bloğunun amacı en iyi haliyle Esed sonrası Suriye’sini Iraklaştırmak olsa gerektir. Bu ısrar en kötü haliyle ise Suriye’yi bir mezhebî parçalanmaya götürebilir.
Esed’siz Geçiş ısrarı ise buna oranla kısmen daha iç açıcı görünüyor. Ve nitekim Suriye muhalefeti ve Türkiye’nin de konumu bu yaklaşım içerisinde belirginleşiyor. ABD’nin başını çektiği Batılı aktörlerin önemli bir kısmı Esed’siz hızlı bir geçiş istiyor. Kısa vadede bu istem Suriye muhalefeti ve Türkiye’nin lehine görünüyor ancak bu aktörlerin de sonuçta kafasındaki müstakbel Suriye’nin nasıl olduğunu bilemiyoruz. Bununla birlikte bu müstakbel Suriye’de sahadaki İslami direniş güçlerine, bilhassa da Nusra ve Ahraruş-Şam’a nasıl bir gelecek öngörülüyor? Bunu bilemiyoruz ama mevcut haliyle gerek Rusya-İran bloğunun gerekse de ABD’nin başını çektiği aktörlerin İslami direnişe özellikle de Nusra ve Ahrar’a karşı çok da iyi niyetli olmadıkları çok açık. Yine de planın kısa vadede politik değeri söz konusu ve dolayısıyla ille de bir geçiş durumu olacaksa Esed’li bir geçiştense Esed’siz bir geçişin kötünün iyisi anlamına gelebileceği söylenebilir.
Uluslararası diplomasi alanında seyreden ve merkezinde Suriye’nin olduğu bu tartışmaların tümünün en kırılgan noktası sahadaki duruma yönelik olumlu hiçbir yansımasının olmayışıdır. Küresel ve bölgesel aktörlerin birbirini ikna etmeye çalıştığı bütün bu gelecek tartışmalarının ortasında gerçek olan şu: Suriye’de Esed-İran-Rusya bloğunun sistematik katliamları sürüyor. Suriye yangını Neo-Sovyet Rus emperyalizminin daha etkin şekilde sahaya girmesiyle giderek daha da büyüyor. 21. yüzyıla kara bir leke olarak geçen bu insanlık yangınını pazarlıkçılıktan uzak tamamen vicdan, adalet ve merhamet değerlerini esas olarak söndürmeye çalışanlar o kadar az ki!
Bugün özellikle de Suriye’nin kuzeyinde yoğunlaşan harekât ve planlamaların hepsinin çok aktörlü olma özelliği dikkat çekiyor. Ve bu çok aktörlü manzara maalesef olumluluk yansıtmıyor. Bir Amerika’sı Rusya’sı iddia düzeyinde birbirine zıt kutuplar ama bu karşıtlığı silikleştirip tümünü eşitleyen baskın bir özellik öne çıkıyor. O da şudur: ABD veya Rusya’nın abiliğinde şekillenen aktörlerin hiçbirinin Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’e karşı kara harekâtı gerçekleştirme cesareti yok! Bununla birlikte bölgenin özgün dinamikleri olan Ahrar ve Nusra gibi İslami hareketlere pazarlıksız açılma gibi bir niyetleri veya burayı İslamcılara bırakma gibi bir gayeleri de yok! YPG’ye can simidi olarak sarılmalarının temel sebebi de budur. Denilebilir ki; bu aktörler arasında bir tek Türkiye’nin bölgenin asli dinamiklerine yaslanmaya niyeti var. Ne var ki Türkiye’nin bu koşulunu ne ABD’si ne Rusya’sı kabule yanaşmadı, yanaşmıyor. Çünkü Azez-Cerablus hattını güvene alarak ve muhalifleri karadan arkasına katarak IŞİD’i ve YPG’yi bölgeden söküp atmış bir Türkiye adı geçen aktörlerin tümünün çıkarlarını alt üst edecek bir aktöre dönüşebilir. Ne var ki Türkiye’nin bunlara yaranmak için bölgenin temel dinamiklerinden biri olan Nusra Cephesi’ni “terör örgütleri” listesine alması ve IŞİD Karşıtı Koalisyona dâhil olması bile söz konusu aktörleri ikna etmeye yetmiyor. Yetmediği gibi bu gidişle IŞİD’i aşıp maazallah bombaların doğrudan kendi unsurlarına yöneldiği bir koalisyonun parçası olan/olacak Türkiye’nin Ahrar, Nusra vb. bölgenin en nüfuzlu dinamiklerinin gözünden düşmesi de an meselesi olabilecektir.
Emperyalist Rusya’nın Suriye’deki son atraksiyonlarına karşı önce pasif duran Türkiye’nin uçağın düşürülmesi olayı sonrasında müthiş bir umut dalgası oluşturduğu görülüyor. İnşallah Türkiye bu karmaşık güç denklemi içerisinde Suriye politikasını insani yardım ve mültecilere dönük açık kapı siyasetinin ötesine çıkararak Rus uçağını düşürmekten de edindiği özgüvenle sahada özellikle de askerî planda daha etkili bir güce dönüşür. Temenni ederiz ki İran-Rusya katliam bloğuna karşı ABD’nin ipine kerhen de olsa tutunmaya çalışan Türkiye o büyüleyici terkiple “oyun içinde oyun kuran aktör” olabilir. Tüm bunlardan da önce Türkiye inşallah İslami direnişe ağır silah aktarmadaki gecikmişliğinin yol açtığı sonuçlar üzerinde muhasebe eder de direnişin bu hakkını hem açıktan destekleyen hem de uluslararası ölçekte dillendiren bir vizyon ortaya koyar.
Dipnotlar:
1- Oytun Orhan, Kuzey Suriye’de Güvenli Bölge ve Türkiye, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=5564
2- Örneğin bkz: Doç. Dr. Fatih Özbay, Uçak olayı, ilişkilerin 1 Mart'ı (Röportaj), http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/ucak-olayi-iliskilerin-1-marti