Dini metinler dahil, tarihi birçok malzeme, ahlaki yozlaşmanın insanlıkla yaşıt olduğunu göstermektedir. Elçilerin gönderiliş hikmeti de bir anlamda nefislerinin azıtması neticesinde fıtri değerleriyle sorunlu hale gelen beşeriyetin inşasına matuftur. Sodom Gomore halkı, Eyke, Lut ve Semud kavimlerinin toplumsal yaşamındaki genel çürümüşlük bunun en bariz örnekleridir.
Lidyalılar, Eskimolar, Hindistan ve Mısır'da zina ve benzeri ahlaksızlıkların konukseverlikle algılanması bu toplumsal yozlaşma sürecinin elçilerin, geliş hikmetiyle ilişkili olduğu dikkatten kaçmamalıdır.
Zevkçiliği (hedonizmi) hayat tarzı haline getiren Kur'an'ın tabiriyle "bel hum adal" olan genellikle de her dönemde kalbur üstü mele ve mürtefin zümresinden olan ifsad ediciler, bazen cinsel ahlaksızlığın veya yaygın fuhşiyatın en önemli prototipi olan Sodom Gomore şehirlerinin sokaklarında, bazen Batı'daki seküler kültürün ahlaki düşüşünü sembolize eden Roma'nın Pompei şehrinde, bazen de Mısır Kralı Keops'un yaptırdığı büyük piramidin gölgesinde, kimi zaman rahiplerin gizemli manastırlarında, kimi zaman sultanların ışıltılı saraylarında ve kimi zaman da modern uygarlığın ürünü olan alan ve araçlarda karşımıza çıkmaktadır.
Tolstoy'un sanatı insanla Allah arasında kurulan kutlu bir birlik olarak değil; metafizik derinliği dışlayan, cinselliği ilahlaştıran, Greko-Romen kültürünün sanat adı altında işlenmesi, sürece ayrı bir vahamet kazandırmıştır. Eski Atina'dan başlayarak Rönesans'a kadar birçok düşünürün ahlaki yozlaşmanın bir devletin çöküşünde önemli bir etken olduğunu savunmaları bu kaygıdandır.
Emevilerle başlayan saltanat süreci, beraberinde çok boyutlu kirliliği ve çürümüşlüğü getirmiştir. Önü alınmayan ihtiraslar, zorba politikalar, sindirilip omurgasızlaştırılan kitleler, sulandırılmış fetvalarla bulandırılan kültür ve kimlikler, ümmete ağır bir maliyet çıkarmıştır.
İstisnai ara dönemler hariç tutulursa saltanat geleneği ümmetin, birçok dinamiğini hoyratça aşındırmış, yüz yıllarca toplumsal dokuyu fıtrata aykırı bir çerçevede şekillendirmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde, iki büyük dünya savaşının insanlıkta yarattığı ahlaki, sosyal ve psikolojik travmalar, günümüze kadar etkisini göstermiştir. Geçmişi marazlı, muhteris birkaç ulus liderin dünyanın dengesini bozan politikaları yüzünden insana özgü tüm değerlerin buharlaşmasına neden olacak bir zemin oluşturulmuş, nüfus dengesizliği, göç, ucuz istihdam alanları, kadının çalışmak zorunda bırakılması, yoksulluk vb. yakıcı sorunların oluşmasını tetiklemiş, netice olarak bugünün en büyük günahı olan modernizm ile beraber yozlaşma sürecine kapı aralanmıştır.
Bu sürece bağlı olarak emperyalist hesaplar neticesinde doğudaki, özelde de Müslüman topraklardaki sömürgeci hesaplar, masa başlarında çizilen haritalar veya ulus devletlerin başına ihdas edilen temsili güçlerle bu süreç daha da ürkütücü boyutlara getirilmiştir. Sömürgeci ülkeler boyutunda da sömürge alanların genişlemesiyle beraber özelde Batı'da şekillenen Pavlus öğretilerinin söz konusu hesapta tuz biber olması yozlaşmayı bu noktaya getirmiştir.
Lale devri ile başlayıp, Tanzimat ile beraber şekillenen Batılılaşma çabalarının hız kazanması, Batı'nın Greko-Romen pozitivist/materyalist anlayışından büyük bir kompleksle beslenen Batıcı aydınların inisiyatifi ele geçirmesi, dönemin İslamcılarının yapısal ve düşünsel bir dinamizmden yoksun olmaları, Misak-ı Milli sınırlarıyla çerçeveli coğrafyada T.C. laik ulus devletinin kurulmasını doğurmuştur. "Kurtuluş Savaşı"nın duygusal ortamı iyi değerlendirilerek ön plana çıkan laik-Batıcı ekol, ülkenin genel sosyolojik ve psikolojik dokusuna aykırı uygulamalarla tarihe geçmiştir. Bu paralelde gelişen ve üretilen politikalar neticesinde Türkiye gibi farklı dinamiklere sahip bir ülke çok boyutlu ifsadın her tarafı sarmalamasına neden olabilecek bir noktaya getirilmiştir.
Özetlersek, Türkiye'de yozlaşma olgusunu ortaya çıkaran faktörleri şöyle sıralayabiliriz:
*- Sistemin temel ideolojik yapısından kaynaklanan sistematik/kurumsal ifsad çabaları. (Laik, pozitivist, karma eğitim, ahlaki değer ve normların sosyal hayattan dışlayıcı politikaları, modernizm vs.)
*- Türkiye'nin jeopolitik yapısı ve sosyal dokusu; Akdeniz ve Ege'deki sahil gerçeği ve turizm sektörü.
*- Laik ulusalcı Kürt gruplarının Doğu, Güneydoğu ve metropollerdeki Kürt tabanının dokusunu zedeleyici politikalar geliştirmeleri. (Kız-erkek ilişkileri, sanat ve kültürel adı altında popüler, ideolojik kültürün yaygınlaştırılması.)
*- Tevhidi endişeye sahip Müslümanların konjonktürel politikaya ve bürokrasiye mesafeli-çekinceli yaklaşımlarının neticesinde üst bürokraside gidişatın kaygısını çekebilecek kadroların yokluğu veya bir şekilde sıyrılan bürokratların da değişmesi gerçeği. Dolayısıyla nispi de olsa ıslaha yönelik çabaların sekteye uğraması.
*- İslami uyanışın kitleselleşmede temsiliyet sorunu yaşaması.
*- İfsadın yaygınlaşmasına karşılık, İslami hassasiyeti merkeze alan ve aynı zamanda küçümsenmeyecek bir potansiyele sahip çevrelerin grup maslahatı adına popülist politikalar gütmeleri ve bu süreci durdurmaya yönelik çabalar konusunda kolektif ruhtan yoksun olmaları.
Söz konusu bu olgu, İslami camiayı diğer kesimlere oranla nispi şekilde etkilemiştir. Kuşkusuz bu, öpüp başımıza koymamız gereken bir hal olduğu anlamına gelmez. Beşer olmamız gerçeğiyle günaha ve kusura meyilli olduğumuz bu durum, sınanmanın da bir sonucudur. Kutsal metinlerdeki helal-haram çizgisinin incelikle işlenmesi belki de bundandır. Melek formunda da yaratılmamışız. Ama günahtan, her türlü iç ve dış arızi hastalıklardan kurtulabilme imkânını sağlayacak dinamiklerle süslendiğimizi de unutmamalıyız. Şu andaki çaba, endişe ve çırpınışlarımız bu dinamiklerimizi en verimli bir şekilde nasıl sosyal yaşamımızda anlamlandırabileceğimize yöneliktir.
Bugün Müslümanların, cahili sistemin ve kültürün ürettiği kirliliklerden azade kakmamalarının en önemli nedeni, Türkiye'deki İslami uyanışın kadim, güçlü, köklü bir geleneğinin olmamasıyla ilişkilendirilebilir. Lale devriyle başlayan çürüme, Tanzimat'la beraber Batıcı aydınların alt yapısını güçlendirmesiyle belirginleşen ve laik-ulus devlet sürecinin uygulamalarıyla (Latin alfabesine geçiş, kılık-kıyafet devrimi, eğitimde tek tipleştirme çabaları, köy enstitüleri vs.) zirveye çıkan ve sosyal hayatta İslam'ın tüm sembol ve değerlerini dışlayan bir süreçle devam etmiştir.
1970'lerde ön plana çıkan İslami hassasiyet ve çabalarda, milli reflekslerin neredeyse belirgin olması, 80'lerde Ortadoğu damarından önemli ölçekte sağlıklı İslami düşüncenin coğrafyamızda maya tutmasına yönelik çabaların olması önemli bir milat olarak kabul etmekle beraber, hikmetli bir özümseyiş sıkıntısını beraberinde taşıdığı gerçeğiyle de bizi yüzleştirmiştir.
1980'lerdeki İslami düşünsel birikimin değişik oluşumlara gitmesi, yapısal ciddiyet arzetme çabalan, ne yazık ki tarihi sosyal ve siyasal gerçeklerini nazari itibara almama gibi bir sıkıntı doğurmuştur. Bu durum kimi çevrelerde gayri İslami ideolojilerin ve yapıların mantık ve stratejilerine özenme, kimi çevrelerde dini usul ve algılamada arızalı bir sürece girme, kimi çevrelerde de ilahi sorumluluk, ümmet ve vahdet adına hizipçi, dışlayıcı, ben merkezci mantıklar ve pratikler sergileme gibi ürkütücü tarihi yanlışlıkların yaşanması neticesinde güven bunalımını yaratarak bireyselliği beslemiştir. Modernizm, 28 Şubatlar, dünyevileşme, İslami renkte olma iddiasında olan holdinglerin sermaye sınavında sınıfta kalmaları, göz doyurucu, gözü kara model şahsiyetler kıtlığı vs. unsurlar bireysellik ve neticesi olan dünyevileşme zilletini adeta tetiklemiştir. Bireysellik de modernizmin yemlik alanıdır. Kontrol dışı, bir yaptırım hissetmeyen, kimseden arlanmayan, hatır dinlemeyen, örfü öteleyen, kendini ve zevklerini merkeze alan bireyi, artık çeşitli derinliklerde girdaplar beklemektedir. Ahlaki yozlaşma ve çürümüşlük de bu girdapların en bulanık ve derin olanıdır.
Bireysel anlamda yapılabilecekler:
*- İç donanım
*- Kimlik ve kişiliği önemseme
*- Aidiyet bilincinin canlı tutulması
*- Sade ve mütevazı bir yaşam
*- Ailede mektebi bir gelenek oluşturma
*- Ölüm ve ahiret bilincinin canlı tutulması
Müslüman ailelerin yapması gerekenler:
*- İslami mücadele alanında ibadi sorumluluklarını yerine getirmede aktif rol alan ailelerin kendi kimlik ve kapasitelerine duydukları özgüvenden hareketle kendilerinin birinci dereceden sorumlu oldukları bireyleri ihmal etmelerine neden olunmaması. Özellikle yetenek, emek ve ehliyet gibi kazanımlarla belli çevrelerde saygınlık kazanan ailelerde bu boşlukların oluşması, ailedeki her bireyin muhtemel davranış bozuklukları, yıpratıcı gündemlere davetiye çıkaracaktır.
*- Müslüman ailelerin özellikle 9-14 yaş grubundaki çocuklarını İslami çaba ve programlarının birer parçası olarak görmeleri gerekir. Sözgelimi; seyahat, kamp, hediyeleşme vb. konularda ortak bir duyarlılık duygusuyla kuşatıcı bir davranış geleneğine güven ve birbirlerine uyarıcılar olma zemini de yaratacaktır.
*- Bilgisayar ve TV'ye odaklanan çocukların anne-babaları, onlarla ilgili düşündüklerini mektupla ifade etmeleri, ev içi eğlenceler yapmaları, çocukların katıldığı "aile meclisleri" oluşturmaları gibi çabaların incelikle sosyal yaşama geçirildiğinde bu damardan bünyeye sirayet etmesi muhtemel mikroplara karşı anlamlı birer iletişim paketleri oldukları görülecektir.
*- İmkanlar ölçüsünde kişilikleri, yoksulluk karşısında aşınmamış şahsiyetli alt sınıf grubundaki ailelerle, toplu olarak ziyaretlerin yapılması. Bu mütevazı dostluk ve ziyaretleşmeler her türlü dünyevi konfor ve ayartıcı tüketim çılgınlığına karşı aile fertlerini daha alçak gönüllü bir formda tutmayı sağlayacaktır.
*- Müslüman aileler, çocukların yaş grubunu, şahsiyet kazanımlarını, otokontrolde başarılı olma durumunu göz önünde bulundurarak çanak ve internet ağlarının ciddi bir risk taşıyabileceğini göz önünde bulundurmalılar.
*- Müslüman ailelerin fıtri ve sosyal yapıyı muhtevi tüm ihtiyaçların karşılanabileceği, kompleks yapılaşma projeleri (site, kooperatif, toplu konut vs.) de yozlaşmaya karşı nisbi bir arınma getirebilir. Bu alternatif yapılaşmada ilişkilerin sorunlu bir noktaya kaymaması için, gözardı edilmemesi gereken Müslüman bayanların takva ve özveri gibi vasıflarının olmasıdır.
Genel anlamda yapılması gerekenler:
*- Her şeyden önce Müslümanlar güven bunalımı sorununu aşmalıdırlar. Güven buhranını oluşturan sosyal, düşünsel ve ahlaki boyut, sağlıklı tahlil edilmeli, İslami uyanışın yakın tarihi yazılmalı ve okunmalı. Yeni bir sayfa açmaya dair samimi gayretler desteklenmelidir. Model şahsiyet kıtlığını/tıkanıklığım aşarak emekler ve duyarlılıklar harmanlanmalıdır.
*- Öz/güven bunalımını aşmanın yollarını zorlamak için Müslüman kamuoyu nezdinde güvenilir ehil şahsiyetler kuşatıcı, üretici bir çaba içine girmelidirler. Yol azıkları: Çaba, basiret ve ihlas olmalıdır.
*- Müslümanlar, İslami mücadelede yoğunlaşmanın yanında sosyal hayatın doğal dengesiyle ilgili beşeri haz ve temayüllerimizin neticesinde arzu edilen ortam ve şartlar (seyahat toplu piknikler, helal-haram sınırların korunması kaydıyla şenlik ve şölenler, düğünler, müzik vs.) dışlanmamalıdır. Temel hassasiyetlerimize ait çerçeveyi iyi korumak kaydıyla Müslüman camianın bu yönünün gelişmesi bir yamulma olarak değil aksine toplumsal alanda daha tabii, kaynaşmacı, mütevazı daha da ötesi değerlerimizi bu doğallıkla ifade edebileceğimiz bir imkan olarak görülmelidir.
*- Örnek, güvenilir, donanımlı şahsiyet ve topluluklar bireysellikten cesaret bulan her türlü ahlaki yozlaşmaya karşı önemli bir unsur olarak görülmelidir. Örnek duruşlar tarihte iz bıraktığı gibi kitlelerin arınmasına vesile olabilecek bir dönüşümü sağlamada da katkı sunar.
Bu dik duruş, güven ve örneklik mesajının toplumsal hayata açılımı yönünde önemli bir olay. İslam'ın Güney Hindistan'a, Seylan, Hint Okyanusu'ndaki Maldiv ve Makkadiv adalarına Tibet'e, Çin sahillerine, Filipin, Endonezya ve Malezya adalarına, orta Afrika'da Senegal, Nijerya, Somali, Tanzanya, Madagaskar ve Zengibar gibi ülkelere yayılması, bu ülkeler halkına doğrulukları ve güvenilirlikleriyle örnek şahitlik sergileyen inançlı tüccarlar aracılığıyla olduğu unutulmamalıdır.
Özetle, siyasi argüman ve dinamikler kadar ahlaki argüman ve dinamiklerin de öze dönüşümü sağlamada ve yapısal çabalarda hayati bir gereklilik olduğu bilinmelidir.
Ali Şeriati bunu dört maddeyle özetler:
1- Toplumun dindarlarını ve özgürlük düşüncesi sahiplerini bir araya getirmek (vahyi sorumluluk çatısı).
2- Toplumda muharrer, yozlaşmış din anlayışına karşı mücadele.
3- Batılılaşmış gençliği ıslah (popüler kültür araçlarıyla mücadele).
4- Öze dönüş (gelenekten ve modernizmden vahye dönüş).
*- İlk ve orta öğretimde yaklaşık on dört milyon öğrencinin okumuş olması, yüz binlerce eğitim kadrolarını yeni samimi projeler üretmeye itmelidir. Türkiye'de sendikalar dahil sistem içi araçlar, hep bürokraside kişisel mevziler kazanma alanları olarak görülmüş, Müslümanca hassasiyetlerimiz gereği olan sorumluluklarımız gözden kaçmıştır. Kur'an merkezli ahlaki değerler, Müslüman eğitimciler tarafından cesaretle istenmelidir. Bürokrasinin abartılı dünyasını, memuriyet prototipini aşabilmenin yolları tartışılmalıdır.
*- Samimi ilahiyatçı, akademisyen ve aydınlar süreç itibariyle fayda sağlamayan kelami, fıkhi gündemler yerine, ahlaki yozlaşmanın boyutlarını, maliyetini, geleceğe ait değerlendirmeleri, istatistikler, anketler vs. bilimsel verilerle işleyerek ailelerin dikkatlerini çekmeli.
*- Müslümanlar, içe dönük uzun yılları alan kelami/diyalektik gündem yoğunluğundan sıyrılıp, söz konusu ürkütücü ifsadın boyutlarını ve hepimize olan maliyetini, pragmatist bir eda ile söyleme intibaına yol açmayacak şekilde samimiyetle dillendirmeli, bu konuda yeni açılımlar, organizasyonlar yapılmalıdır. Bu girişim, sistemin kokuşmuş boyutunu afişe etme, gerçek emellerini ortaya koyma açısından önemlidir. Daha ötesi Müslümanların fıtri değerleri sahiplenişleri açısından, topluma kızarak değil, merhametlerinin gereğini yapmış olmaları açısından da önemlidir.
*- Sivil inisiyatif güçler harekete geçirilerek, sağ muhafazakar iktidarlarda müzminleşen geleneksel ürkeklik ve komplekslerin yenilmesini sağlayıcı baskı unsurları oluşturulmalıdır. Oluşturulacak baskı unsurlarıyla, ahlaki yozlaşmaya karşı yaptırımcı önlemler almanın/ aldırmanın ülkenin genel maslahat ve asayişi açısından da gerekli olduğu gerçeği basın-yayın, kurum ve kuruluşlarla gündeme getirilmelidir.