Özgür-Der'in düzenlediği 'Küresel Sistem ve Kavramları' başlıklı müzakereli seminerlerden 'Sivil Toplum ve Sivilleşme' konulu oturum, 8 Haziran 2002 Cumartesi günü Zübeyde Hanım Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi.
Konuyla ilgili Abdurrahman Arslan'ın sunduğu tebliği Av. Macide Göç, Kadrican Mendi ye Av. Bülent Deniz tartıştılar.
Abdurrahman Arslan, sivil ya da sivilitenin, kavram ve gerçeklik olarak kente ait olduğunu, sivilite kavramının medeni/uygar, nazik, kibar olma anlamı taşıdığını ve seçkinciliğe işaret ettiğini vurgulayarak konuşmasına başladı. Arslan özetle şunları söyledi:
"1980'li yıllardan itibaren sivil toplum tartışmalarının gündeme gelmesi, aslında batılı paradigma içinde devlet ve toplum ilişkilerinin yeniden tartışmaya açılması anlamını taşımaktadır. 'Sivil toplum' yeni bir mesele sayılmaz, yaklaşık 13.yy'dan itibaren batıda kullanılmakta olan ve tarihsel süreç içinde anlaşılmasında tartışmalar olan bir kavram. Sivil toplum kavramı A. Ferguson, Hobbse, Rousseau, Lock, Hegel ve Marks tarafından ele alınarak tartışılmış. Kavram Hegel tarafından zenginleştirilmiştir. Hegel'e göre sivil toplum üyeleri arasında hiçbir zorunlu uyum ve özdeşlik bulunmaz. Yani ailedeki gibi sevgi ve sorumluluk ilişkisi söz konusu değildir. Ona göre bu oluşumların büyük bir kısmı çıkarlarını korumak üzere bir araya gelmiş insanlarca meydana getirilmiştir... Önceden sivil toplum ve devlet aynı şeyler olarak düşünülür, birbirlerinin yerlerine kullanılırken bu durum Hegel'le birlikte değişime uğruyor. Marks ise sivil toplumu, tarihsel olarak toplumun doğal bağlarının burjuva rekabetçiliği tarafından çürümesi ve çözülmesi olarak gördü. Ona göre sivil toplum profan bir varoluş biçimidir, ama tarihsel süreç içinde aşılacaktır. Marks ve Engelse göre sivil toplum burjuvazi ile beraber gelişmiştir; bireyler arasındaki maddi etkileşimin bütünlüğünü kapsar.
Sivil toplum kavramı daha sonra Gramsci tarafından yeniden gündeme getirildi. Ona göre sivil toplum yönetici sınıfın kendi hegemonyasını sağlamlaştırmak üzere ideoloji üreten ve yönlendiren kurum ve toplulukların bütünü olarak modern toplumda yer almaktaydı.., Sivil toplum ve devlet ayırımının muhtevası, demokratik toplum olma cihetinden her zaman önemli olmuştur. Zira sivil toplumu devlet karşısında bağımsız kılmanın tek imkanı örgütlenme hakkında bulunuyor. Modern sivil toplum anlayışı her şeyden önce kapitalist ekonominin öngördüğü örgütlenmeleri içermektedir."
Sivil toplumun ekonomik olmayan örgütlenmeleri de bünyesinde taşıdığını söyleyen Arslan, İslam veya Müslüman toplumlarda hem teorik düzlemde hem de tarihsel olarak, şimdilerde ise Müslümanlar cihetinden sivil toplumun varlığı ya da imkanları meselesinin gündeme geldiğini belirterek konuşmasını sürdürdü.
Söz konusu olan meseleyi üç düzeyde ifade eden Arslan; işe ekonominin dünyası olarak tanımlanmış bir kavram olarak, toplum kavramını söz konusu etmemiz gerektiğini söyleyerek buradan hareketle üç soru sordu: "Sözgelimi İslam'a, sivil toplum ve siyasal toplum ayrıştırmasını esas alan bir paradigma içinden bakabilir miyiz? İkinci olarak; kendi Osmanlı mirasımıza bu gözle baktığımızda ne görmekteyiz?
Üçüncü olarak; bir modernleştirme projesi olarak cumhuriyet deneyiminde, acaba modern siyasal anlayışın öngördüğü bir sivil toplum var olabilmiş midir?"
İslam'ın kendi müminlerini örgütleme isteği ve tarzını sivil toplum konsepti içinde değerlendirmenin mahzurlu olacağını belirten Arslan, şu görüşleri dile getirdi:
"Osmanlı deneyimine baktığımızda iki sosyal/siyasal varoluş alanı görmekteyiz. Bunlardan biri şeyhülislamlığı da içine alan iktidarla ilgili ve kendini onunla sınırlandırmış örgün ya da örfi hukuk alanıdır. Padişaha yasa koyma hakkı veren bu alanda yer alanlar can ve mal garantisine sahip değildi. Fakat bu, iktidar alanı pastasından pay almanın imkanıdır. İkincisi de iktidar alanı' dışında kalan Müslüman ve Müslüman olmayanlara ait olan 'seri alan'dır. Burada her dine inanan insanların kendi şeriatleri geçerlidir."
Sivil toplum devlet ilişkisi zamanla toplumun içinden geçtiği modernleşme ve dönüşüm süreçleriyle de yalın ilişki içinde cereyan eder diyen Arslan, söz konusu süreçler sadece devletin kutsal olduğu fikrini aşındırmaz; ama bunun yanında sivilleşme süreçleri cemaat olma imkanlarını da aşındıracağını belirtti ve gündelik hayata hakim hale gelen popüler kültür bu imkanı ciddi şekilde insan bilincinde deforme etmektedir diyerek konuşmasını bitirdi.
İlk olarak Av.Macide Göç, Abdurrahman beyin, sivil toplum kavramının 1980'lerden sonra yeniden gündemleşmesini, batılı paradigma içinde devlet-toplum ilişkilerinin tekrar tartışılmasına bağlamasını çok önemli bulduğunu ve böylece konunun hemen başında tartıştığımız gündemin İslam'ın toplum modeliyle ilgili değil, Türkiye'ye de hakim olan egemen dünya sistemiyle, ulus devlet ve ulusal toplum yapılarıyla alakalı olduğunu söyledi. Göç şu vurgular üzerinde durdu:
"Bizi kuşatan bir sistem var. Bu sistem bizim inancımıza ve kimliğimize göre işlemiyor. Yaşadığımız ülke sınırları içinde biz kendimizi değil, egemen sistem ve iktidar erki bizi tanımlıyor. Öncelikli kimliğimizin ne olduğunu söylüyor. Resmi ideolojiye nasıl biat edeceğimizi ilkokuldan itibaren dayatıyor. Ancak bize dayatılan kimliği ve statüyü teorik olarak kabul etmemek ayrı bir şey, dayatılan ulus devlet ve toplum yapısını, egemen batılı paradigmayı anlamak ve değerlendirmek ayrı bir şeydir.
Egemen batı sistemi içinde devlet statüsünün insanı ve toplumu teba, memur, kul, sürü olarak görmesi ve görme teamülü karşısında insan ve toplum için özerk alan arayışını ifade eden "sivil toplum" anlayışının aynı egemen sistem içinde yaşayan bizler için de imkanlı ve zaaflı yanlarıyla tartışılmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Olay bu bakış açısıyla da çok bağdaşık; çünkü yaşadığımız sistem içinde dayatılan zulme, baskılara veya tek tipçiliğe karşı kullandığımız Sivil Toplum Örgütleri ve Sivil İnisiyatif Girişimleri Sivil Toplum anlayışının ve arayışının araçları. Abdurrahman bey, daha ağırlıklı olarak kapitalist ekonominin ön gördüğü, yani ekonomik temelde ele alınan sivil toplum anlayışı ve tehlikesi üzerinde durdu. Bu doğru. İkinci önemli tehlike de, toplumsal muhalefetin egemen devletin bakış açısından yani resmi ideolojiden ayrıştırılmadan örgütlenmeye çalışıldığı "sivil toplum" anlayışıdır."
Son olarak Göç, Abdurrahman Arslan'ın sivil toplumun varlığı ya da imkanlarıyla İslam toplumu veya Müslümanlar arasında irtibat kuranlara yönelik yönelttiği üç soruya verdiği cevap ile müzakeresini bitirdi.
İkinci müzakereci Av. Bülent Deniz, özellikle sivil toplum örgütlenmesinden ne anlamamız gerektiği konusunda aydınların, halkın, hatta sivil toplum örgütleri İçerisinde bulunan insanların da aynı şeyi düşünmedikleri kanaatinde olduğunu söyledi. Deniz şu görüşlerini dile getirdi;
"Sivil toplumun gerek baskıcı hükümetlere, gerekse serbest piyasada tekel oluşturarak bireylerin halklarını ihlal eden sektörlere karşı bireylerin halklarını koruma gibi önemli işlevi var. Bir kere karar alma süreci birey için her zaman, sürekli, her yerde ve her şey için olmalı. Birey karar alma sürecine katıldığı oranda o devletin yurttaşı, o hakim gücün tebası ve devlet de, o hakim güç de o yurttaşın devleti olacaktır. Devlet devasa bir güç, birey tek başına bir kişi. Bir kere arasında eşitleme ilişkisini kurmak zaten mümkün değil. İşte bu arada devlet birey arasındaki bu ilişkinin köprüsü sivil toplum örgütlenmesidir...
Burjuvaziyle gelişen sivil toplum anlayışı günümüzde hakim gücün kendi hakimiyet alanını genişletmesi uğruna yapmış olduğu iki tane oyun var. Bir tanesi burjuva ahlakı kentte yaşayan insanlara yerleştirilmeye çalışılmış. Televizyonla ilgili, medyayla ilgili.
Kentte yaşayan insan prototipi nedir? Evinde televizyon bulunur, çok sık televizyon izler, her türlü manüpülasyona açıktır, 15 günde bir sinemaya gider, haftada bir defa çıka-bilirse yemeğe çıkar, iş arkadaşlarıyla ilişkisi rekabete dayalıdır, onun dışında hiçbir şey kabul etmez. Sadece kendisi ve çocuklarının yarım için çalışır. Bu kentli insan toplumu için hiçbir zaman endişelenmez. Yarı burjuva ahlakı diyorum. Tam burjuva da olamamış. Bu anlamda hakim gücün kentli insana oynamış olduğu bir numarayla karşı karşıyayız. Sivil toplumun engellenmesi açısından ikinci numara daha global düzeyde. BM, AGİT, AB gibi uluslar arası veya uluslar üstü kuruluşlar vasıtasıyla oynanan bir oyun."
Bülent Deniz, solcuların 1980'den sonra 1980 darbesiyle yakalamış olduğu sivil toplum ihtiyacını, örgütlenme ihtiyacını biz de 28 Şubatla bir anlamda yakaladık. 17 Ağustos'ta toplumun bütünü böyle bir fırsat yakalamıştı. Ancak maalesef hakim sistem bunu bitirdi diyerek müzakeresini tamamladı.
Hegel'in sivil toplumu, mutlak bir değer olarak gördüğü devlete giden yolda bir kademe olarak geçtiğini söyleyen üçüncü müzakereci Kadrican Mendi, Marks'ın ise sivil toplum iktidar mücadelesinin yada iktidar biçiminin siyasal faaliyetten feodal düzenle serfle köle arasındaki ilişkiden piyasaya geçmesi yani artık iktidar ilişkisinin siyasal bağlamda değil piyasa bağlamında şekillenmesi anlamında zikrettiğini, Gramsci'nin de temelde bir iktidarı ele geçirme perspektifinden olayı değerlendirdiğini aktardı ve devam ederek şöyle dedi;
"Sivil toplum tartışmaları batıda başlıyor. Ve batıda sivil toplumun gelmiş olduğu noktada neyi ifade ettiği bizim açımızdan önemli. 60'lı yıllarda batıda Mveç denen bir akım var. Yani bunlar ilk defa böyle büyük öğretilere karşı olmakla tanınır ya da savaş alehtarıdır. Amerika'da görüldüğü gibi. Belki ilk defa yeşil hareketin ilk nüveleri feminist hareketin ilk nüvelerinde gördüğümüz gibi ilk defa modern devletin karşısında birtakım başka devletin insanlara dayatmış olduğu siyasetlerin dışında da siyaset edebilme tarzları olacak şekilde bir itirazla başlıyorlar.
Sivil toplum devlete karşı, devletin merkezileşmesine karşı alternatif bir çıkış olur mu? Arayışlarının belki de bu birinci raundu 68 ve sonrasında çıkan manzara. İkinci raundaysa Abdurrahman Bey'de işaret etti. Bence o Polonya olayları dönüm noktasıydı. Dayanışma sendikası ve Katolik kilisenin birlikte Sovyet Bloku'na karşı bir özgürlük mücadelesi adı altında ortaya koymuş oldukları mücadele. Mesela bu Katolik Kilisesi'yle Dayanışma Sendikası'nın batı tarafından çok yoğun şekilde desteklenmesi var. Batı toplumu da artık totaliter bir toplumdur. Sivil toplum örgütleri üzerinden kendini yeniden üretebiliyor. İkincisi bizzat bu uluslar arası kuruluşlar ve sermaye tarafından yönlendirilen, manüpüle edilen BM bünyesinde de olabilir, onun dışında da birtakım örgütlenmeler olabilir. Türkiye'de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği olabilir. Bunlar toplumu sivilleştirmekten ziyade toplumu devletleştiren yani devleti topluma aktaran ya da devlet toplum karşısında küresel çapta ortaya çıkabilecek bir takım muhalif hareketlerin önünü kesme, onları manipüle etme anlamında bir işlev görüyor."
Program Abdurrahman Arslan'ın sorulara verdiği cevaplarla sona erdi.