Özgürlükçü bir toplum oluşturmanın aracı olarak görülen "sivil toplum" ve sivil toplum kuruluşları (STK) kendisinden çokça söz ettirilen kavramlar olarak karşımıza çıkmakta. Bunun nedenin ise Doğu Bloğunun çökmesi, kapitalist yaşam tarzının ve çıkarlarının küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni söylemleri ile tek belirleyici olması, liberal–özgürlükçü düşüncelerin prim yapması, teknolojinin ilerlemesi ile birlikte haberleşmede görülen kolaylıklar, dünya sorunlarının gittikçe artması, yerel ölçekte yoksul-zengin, global ölçekte ise kuzey-güney yarım kürelerde ki sosyo-ekonomik adaletsizlikler ve tüm bunların bileşkesi olarak hayatın kendisine duyarlı ve bir şeyler yapmak isteyen insanların nitel ve nicel olarak artması sıralanabilir.
Günümüzde sivil toplum kuruluşları siyaset, ekonomi, kültür, eğitim, çevre ve sosyal sorunlar gibi birçok alanda faaliyet sürdürmektedir. Sivil toplum ve STK kavramlarına olumlu anlamlar yüklenerek gündeme gelirken, bu kavramlar üzerinden sivil toplum, kamusal alan, örgütlenme ve karar mekanizmalarına katılma ya da etkileme gibi konularda tartışmaya açıldı.
I- Sivil Toplum Kavramının Tarihsel Seyri
Sivil toplum kavramı üzerine düşünenler Antik Yunan'a kadar geri gitmişlerdir. Yunan site devletlerinde ve bu çağ filozoflarında toplum ile devlet kavramları birbirinin yerine kullanılan kavramlar olduğundan belirgin bir "sivil toplum" kavramından söz edilemezdi. Ortaçağ Avrupası'nda şehirlerin ortaya çıkmasına kadar sivil toplum – devlet ayrımı yoktu. Bu dönemlerde kentlerin ortaya çıkması sivil toplumun gelişmesinin ön aşamasıdır. Yine Ortaçağ'ın sonlarına doğru gelişen ticaret, burjuva sınıfının doğmasına sebep olmuştur. Sivil toplumun meydana gelmesinde en önemli etken yine burjuvazidir. Ticaretle gelişen kentler kendi işlerini kendileri yapar ve yönetir hale gelmişler, feodalite karşısında özerklik kazanmaya başlamışlardır. Bu dönemde burjuvazi feodal beylere (aristokrasi) ve kiliseye karşı mücadele vermeye başlamıştır. Ticaret geliştikçe merkezi hükümetin vergi gelirlerinde artışlar görülmekte ve bu merkezin (kral) güçlenmesine dolayısıyla kralın burjuva sınıfına ve kentleşmeye sıcak bakmasına neden olmuştur. Burjuva veya kentlerin ise karşılıklı çıkar ilişkilerinden dolayı güvenlik, ticari serbestlik ve ulaşım için merkezi devleti desteklemeleri gerekiyordu. Ortaçağın sonlarına doğru ticaretin gelişmesi ile birlikte artık kentleri anlatmak için "sivil toplum" kavramının kullanıldığını görürüz.
16. yüzyılda yeni su yollarının bulunması ve coğrafi keşifler ile buralardan yağmalanan değerlerin Avrupa'ya aktarılması kentlerde ekonomik hayatın daha da renklenmesine yol açmıştır. Ayrıca kentlerde üretilenlerin toprak sahipleri tarafından alınması, kentler arası ticaretin gelişmesi burjuvazinin sermayesinin artmasına neden olmuştur. Burjuva gelişimini hızlı bir şekilde devam ettirmek için zayıf bir merkezi devlet yerine daha güçlü bir merkezi devlete vurgu yapıyor ve destekliyordu. Bu ise burjuva ile toprağa dayalı feodalite arasındaki mücadelenin kızışmasına neden olmakta idi. Feodalite aynı zamanda yerel yetkileri ve nüfuzundan dolayı merkezi devlete engel teşkil ediyordu. Yine feodal sınıflar arasındaki gümrük vergileri, ticari sınırlamalar, kentler arası rekabet, feodal beylerin yüksek harcamaları, ulaşım yollarının yetersizliği ve açık hukuk kurallarının yokluğu ticaretin gelişmesine engel teşkil ediyordu.
Sanayi devrimi ile birlikte daha bir gelişen ve palazlanan burjuvazi, merkezi hükümetle çekişmeye ve rekabete girmeye başladı. Bu arada devlet kapitalist girişimcileri destekliyordu. Burjuva bu desteğe olumlu bakıp artmasını isterken diğer yandan devletin denetimi dışında özerk bir ekonomik hayat oluşturmak istiyordu. Kapitalist sermaye, devletin maliyeti artırmayacak şekilde yöneltilmesi konusunu tartışmaya açarak devlet ile mücadelenin işaretlerini vermeye başladı. Bu mücadele aydınlanma düşüncesiyle yeni bir siyasi sistem ortaya konulmasıyla daha da belirginleşmiştir. Kapitalist sermaye artık güçlü devletin egemenliğini sınırlamayı amaçlamıştır. Burada ortaya konan en önemli argüman ise devletin toplum karşısında sınırlanması idi. Bunun için de devletin meşru müdahale sınırlarının belirlenmesi gerekiyordu. Böylece sivil toplum kavramı belirgin bir hal alıp toplum-devlet birlikteliğinden sıyrılarak özerk bir yapı haline geliyordu.19. yüzyıl başlarında artık "sivil toplum" terimi ile burjuvanın özgürleşmesi ve feodal egemen anlayışından uzaklaşma anlaşılıyordu. Bu durumda sivil toplum kavramı ile devletin doğrudan yer almadığı, siyasal faaliyet dışında bulunan, mülk sahiplerinin egemen olduğu, sadece ekonominin ve kişinin sınırsız mülkiyet özgürlüğünün meşru karşılandığı toplumsal boyut kastediliyordu.
16 yy. ile 19 yy. arasındaki siyasal alandaki tartışmaların iki farklı grupta olduğu söylenir. Birinci grupta devletle toplumu aynı, özdeş gören düşünürler gelmektedir. Bu çizgideki düşünürler genelde devletle toplumu bir düşündüklerinden devleti öncelemiş ve düşünce merkezlerine devletin ve onun otoritesinin sağlam ve sürekli olması fikrini oturtmuşlardır. Machiavelli ve J. Bodin bunlara örnektir. Özellikle Machiavelli'nin Hükümdar adlı eseri bu tür vurgular üzerine kuruludur. İkinci grupta ise bireyi önceleyen, bireyi devlet karşısında koruyan düşüncedir. Bu düşüncenin bariz örneklerini liberal ve kapitalist düşüncelerde görebiliriz. J.Locke, Adam Smith bu düşünürlere örnek olarak verilebilir. 1
Hegel sivil toplumu burjuva toplumu olarak anlamakta ve sivil toplumu ihtiyaçlar ve öz çıkarların çatışma alanı şeklinde tanımlamaktaydı. Hegel'e göre sivil toplum ahlaki bir varlıktır.2 Beraber yaşama formu olarak sivil toplum, birbirine karşı sorumlu ve duyarlı olan, fakat efendi aramayan ve efendi olmak istemeyen, yani tahakküm ilişkilerine hevessiz insanlardan oluşmaktadır. Böyle bir sivil toplum ancak araçsal değil, amaçsal bir doğaya sahiptir. Dolayısıyla farklıkları koruyan, ama onların ayrıcalık haline gelmesine izin vermeyen bütünlük formunu kazanmaya yönelir.
Sivil toplum kavramı sırf liberal, özgürlükçü düşüncelerde değil Marksist düşünce tarafından da tartışılmıştır. Marks sivil toplumu hukuksal, dinsel, politik kurumların ortaya çıkışını ekonomik üretim ilişkilerinin, yani alt yapının belirlediğini söylediği gibi sivil toplumu da alt yapının biçimlendiğini söyler. Hegel, sivil toplumu burjuva toplumu olarak tanımlarken, Marks komünizmi burjuva toplumunun aşılması ile oluşacak bir toplumsal durum olarak ifade etmektedir. Marksizm'e göre sosyalizme giden yolda sınıf ayrılıkları ortadan kalkacaktır.3
İtalyan Marksist düşünür Gramsci ise Marks'tan farklı olarak üst yapıdaki her şeyin altyapı tarafından kesin bir şekilde ortaya çıkarılıp değişime uğratıldığı görüşünü kabul etmez. Gramsci sosyalizme giden yolda toplumun ikna edilmesi üzerinde durur. Bunu yapacak olanlar ise öncelikle o toplumdaki aydınlardır. Devlete giden yolda sivil toplum örgütlerinin kullanılması ile devletin elinde bulunanlar dışındaki alanlarda hegemonya kurmanın gerekli olduğunu düşünür. Bu bağlamda Gramsci'nin sivil toplum anlayışının yaygın olarak sol fraksiyonlarca kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Devrim konusunda yumuşak geçişleri önceleyen ve tamamen legal bir düzlemde faaliyet sürdüren yapıların sivil toplum ve STK algıları İtalyan düşünürün sivil toplum algısı ile örtüşür.
Sivil toplum tartışmalarında devletin ve toplumun ortaya çıkışına dair düşüncelerde devlet öncesi var olduğu söylenen durumu ifade etmek için doğa durumu varsayımını ortaya atmışlardır. Buna göre doğa durumu yada doğal durum insanların sınırsız özgür oldukları, herkesin eşit olduğu, mal ve can güvenliğinin olmadığı dolayısı ile mülkiyet edinmeden söz edilemeyecek bir durumu ve atmosferi tasvir etmektedir. Yani doğal durum aslında özgürlük ve eşitlik gibi pozitif kavramları içerisinde barındırmasına rağmen genel olarak olumsuz bir durumun ifadesidir. Bu yüzden sosyal bir sözleşme sonucu bireylerin özgürlüklerinden ve eşitliklerinden feragat ettikleri, can ve mal güvenliğinin sağlanıp kendilerini güvende hissedecekleri bir kurumun üyesi oldukları devletin ve bu sözleşmeyi kabullenmiş bir toplumun doğal durumunun iyiye ve olumluya doğru bir ilerlemesi olarak görülmekte.
Nasıl kentlerin gelişmesi ve burjuvanın güçlenmesinin sivil topluma ivme kazandırdığını yada ortaya çıkardığını söyleyebiliyorsak benzer şekilde düşünsel olarak doğal durumdan devlete geçiş fikriyatları da özellikle burjuvanın gelişmesi için tek ve güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyulmasından ötürü sivil toplum kavramının ortaya çıkmasında önemli bir yeri vardır.
II- İslam ve Sivil Toplum
Tüm dünya ile birlikte İslam dünyasında ve Müslüman düşünürler arasında da bir süredir sivil toplum ve STK'lar konuşulmaya başlamıştır. Özellikle emperyalizmin Müslüman halkları yeniden dizayn etme atağı olan BOP kapsamında STK'lar gündeme getirilmiştir. Öyle görülüyor ki proje kapsamında Müslüman halklara "demokrasi ve özgürlük" vaat eden (!) küresel egemenlerin işbirlikçi iktidarlar dışındaki en önemli destekleri işbirlikçi STK'lar olacaktır. Bu yüzden projenin hayata geçirilmesinin bir ön şartı olsa gerek Ortadoğu ülkelerinde demokrasinin gelişememesinde bu ülkelerdeki STK'ların yetersiz yada güçsüz olduklarına değinilerek bu kuruluşların desteklenmesi ve çoğalıp güçlenmesi üzerinde durulmakta.
İslam'ın hem birey (kul) hem de toplum bazında önemli vurgulara sahip olması, Hz. Peygamber'in mücadelesinin değişik evrelerinde ki farklı metotlar ve sonraki yıllarda Müslümanların ortaya koyduğu siyasi, kültürel ve sosyal farklılıklar birer referans kaynağı olmuş ve olmaya devam etmektedir. İslam tarihi sürecinde zalim sultanlara karşı yapılan kıyamlar dinin özündeki devrimci ruhu her dem canlı tutmuştur. Şia ve Mutezile gibi muhalif hareketler İslam toplumu içerisindeki zulmün odağı haline gelmiş devlete karşı direnişin ve mücadelenin iki örneği olarak çağdaş birçok harekete örneklik teşkil etmişlerdir. İslam'ın Asr-ı Saadet'ten sonraki seyrine baktığımızda Sünni ekolün: "Zalim de olsa halifeye isyan edilmez; bozgunculuk çıkar, çok Müslüman kanı akar." söylemine karşı "Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez." temel esprisi ışığında tevhidi ve adaleti önceleyen hareketlere şahit olmuşuzdur. Yine başta Ebuzer'in İslam'ın ilk yıllarından gelen, kurumların değil değerlerin (Kuran hükümlerinin) öncelenmesi gerektiği vurgusu ve devrimci duruşu ile Ebu Hanife gibi izzetli alimlerin saltanatlara ve gayri İslami uygulamalara karşı muhalif duruşları bizlerin referansları arasında yer almaktadır.4
Hz. Peygamber'in henüz vahiyle muhatap olmadığı zaman diliminde vuku bulan ve güçsüzlerin güçlüler karşısında korunmasını amaçlayan bir birliktelik olan Hılfu'l-Fudul, STK'lara benzer örnek olarak verilmektedir. Hılfu'l-Fudul bu bağlamda bir dayanışma platformudur ve STK ile aynileştirme gibi bir zorlama içine girilmektedir. Sivil toplumun batıdaki gelişmesinde kentleşmenin önemli bir yeri olduğuna işaret ederek Mekke'nin o yıllarda bir şehir devleti olarak kentli yaşam tarzına ve yoğun ticari ilişkilere sahip olduğu, dolayısıyla böyle bir ortamda Hılfu'l-Fudul gibi bir STK örneğinin oluştuğu ifade edilebilmektedir.
Yine Hz. Peygamber zamanında, İslami bir anayasanın temelleri olarak ifade edilen, günümüzde ise çoklu hukuk, farklı inanç ve düşüncelerin birlikte yaşaması gibi tartışmalarda sıkça adından söz edilen Medine Vesikası da "sivil toplum" örneği olarak verilmekte.5 Medine Vesikası'nı bir sivil toplum girişimi olarak görme, batılı düşünürlerin doğal durumdan sivil duruma yani devlete geçiş şeklindeki tanımlamalarına göre sivil toplum devlet ayrımının belirgin olmadığı bir durumu ifade edebilir. Sivil toplumun dolayısıyla devletin ortaya çıkması için toplumu oluşturan fertlerin yazılı bir sözleşme ile bazı hak ve özgürlüklerinden feragat etmeleri düşünüldüğünde Medine Vesikası batılı düşünürlerin tanımlamalarına göre sivil topluma yada devlete giden bir sözleşme örneği olabilir. Ancak bu tanım zorlaması "sivil toplum" kavramının ödünç alınıp içselleştirmesini ifade eder. Batılı insanın düşünme kodları ile İslam'a bakmak ve her olumluluğu onların popüler kavramları ile ifade etmek bir zaafın göstergesidir. Medine Vesikası İslami bir anayasanın veya toplum sözleşmesinin temel referans metinleri arasında yer alırken kurulan devlet ve ortaya çıkan toplum İslam toplumunu ifade eder.
Türkiye'de olduğu gibi İslam coğrafyasında da kendi insiyatifleri ile amaç ve yöntemleri yine kendileri tarafından belirlenen faaliyetlerde bulunmak isteyenlerin kullandıkları ve günümüzde STK'lara örnek olarak verilen kurumlar arasında vakıflar gelmektedir. Yasal olmalarına rağmen muhalif söyleme sahip olan ve faaliyetlerinin bir kısmını bu şekilde yerine getiren vakıflar olduğu gibi bazı vakıflar devletin boş bıraktığı yada yetersiz kaldığı yerlerde tamamlayıcı görev ifade ediyor. Türkiye de vakıflar Selçukluya kadar uzanan bir geleneğin devamıdırlar. Osmanlı döneminin medrese, cemiyet ve tarikatları, o dönemin "sivil" unsurları olarak ifade edilmektedir. Bu dönemde sağlık, sosyal yardım, eğitim vb. gibi alanlarda faaliyet gösteren birçok vakıf kurulmuştur. Ekonomik hayatı ise loncalar organize etmektedir. Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün kayıtlarına göre, Türkiye'deki vakıf sayısı 4547'dir.6 Türkiye'de çoğu vakıf bireyi devlete karşı korumayı değil, onun devlet ile kaynaşmasını sağlayan kurumlardır. Bu bağlamda vakıf toplumdaki zıtlaşma ve çarpışmayı önler.7 Vakıflar toplumun apolitize edilmesine, sorunların arkasındaki asıl nedenlerin gizli kalmasına neden olup bir manipülasyon görevi görür. Hepsi yasaldır ve belli bir vakıf senedi çerçevesinde faaliyet sürdürürler.8
III -Türkiye de STK Kavramının Serüveni
Osmanlının yıkılması ile kurulan cumhuriyetin öncü kadroları devlet ve toplumun önüne hedef olarak koydukları "münhasır medeniyetler seviyesine" çıkarmak için değiştirme ve dönüştürme faaliyetlerine hemen başlamışlardır. Jakoben zihniyetin ürünü olan devrimlerle dönüştürme sürecinin teorik alt yapısı hazırlanırken, ideolojisinin kitlelerde yaygınlaşması içinse Türk Ocakları, Türk Kadınlar Birliği, Halkevleri gibi kurumları devreye soktular.
Devlet her şeyi kendi kontrolüne almak istediğinden devletin bekası için yeri geldiğinde kendi kurduğu ve organize ettiği birimlerini tasfiye etmekten kaçınmamıştır. Bu bağlamda devlet sınıfları kendi denetimlerinden çıktığını düşündükleri Türk Ocakları'nı 1931 yılında kapatır.9 Bir toplumu yeniden dizayn etmenin başlangıç noktası olan aile ve özellikle kadının yeni bir şekle sokulması için görev üslenen feminist Türk Kadınlar Birliği 1935'te, önce devlet tarafından tam olarak kontrol altına alındıktan sonra kendi yöneticileri tarafından feshettirilir. İsmet İnönü'nün: "Bizim devrimimiz bir kadın devrimidir." anlamına gelen açıklaması birliğin kapanmasıyla aynı tarihlere denk gelir.10 1946 yılında Türkiye'de de bir İnsan Hakları Derneği kurulmuş; eski Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın başkanlığını üstlendiği bu dernek üç ay sonra "sol" eğilimi gerekçe gösterilerek kapatılmıştı.11
Tüm dünyada genel olarak sol-anarşist karaktere sahip, Vietnam savaşı ile beraber savaş ve emperyalist karşıtı muhalif hareketler Türkiye'yi de etkilemiştir. Batı'daki muhalif hareketlere benzer bazı oluşumlar 1970'li yıllardan itibaren yoğun toplumsal ve siyasal hareketliliklere ortam ve zemin hazırlamışlardır. 1970'li yıllarda başlayan ve sivil toplum alanında devletin resmi ideolojisinden bağımsız ve muhalif karakterli örgütlülüklerin, arada yaşanan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yol açtığı kırılmaya rağmen, 28 Şubat sürecine kadar gelişerek devam ettiği söylenebilir. Türkiye'de yasal olan başlıca sivil toplum kuruluşları, işçi sendikaları, odalar ve borsalar gibi serbest meslek örgütleri, spor klüpleri, çeşitli amaçlar güden vakıf ve derneklerdir. Bunların dışında, bazen alternatif platform, inisiyatif (girişim) gibi adlarla gruplar da ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların süreklilikleri daha azdır ve genellikle sınırlı bir amaç veya konu etrafında organize olmuşlardır. Filistin Dostları Girişimi (FDG), Filistin davasına duyarlı kesimleri içinde barındıran bir inisiyatif olarak, Kudüs Dergisi ile yazılı, www.aksahaber.net web sayfası ile internet ortamı, gerçekleştirdiği eylem ve basın açıklamaları ile hayatın içinde, olaylara duyarlı, uzun süreli ve aktif bir platform olarak karşımıza çıkmakta. FDG bu haliyle bir şeyler yapmak için mutlaka yasal bir görünüme bürünmenin gerekli olmadığını göstermektedir.
12 Eylül sonrası siyasi partilerin yasaklanması ve siyasilere uygulanan yasaklar nedeni ile siyasi hayata STK girmesine neden olmuştur. Açıktan siyasi faaliyet sürdüremeyen siyasi örgütler STK'lar (sendika, odalar vb.) aracılığı ile seslerini duyurmaya, mevcut boşluğu doldurmaya çalıştılar. Özal ile başlayan nispi liberal anlayışın sonucu olarak siyasi hayatın renklenmesi ile muhalif oluşumlar da gün yüzüne çıkmaya ve eylemlilikler ortaya koymaya başlamıştır. Türkiye'de STK'ların en aktif oldukları alan ise belediyecilik uygulamaları olmuştur. Şehircilik ve çevre konularında ortaya konan eylemlerin hem medyatik olması hem de toplum tarafından sempati ile karşılanmasından hareketle siyasi oluşumlar tarafından sahiplenilmeye ve gündeme alınmaya başlanmıştır. Bergama Köylülerinin siyanürlü altın aranmasına karşı eylemleri İP tarafından siyasi ranta dönüştürülmeye çalışılması bilinen bir örnektir.
Bedrettin Dalan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemi STK'ların değişik eylemlerine sahne oldu. İstanbul'daki bu eylemler diğer illerde de sivil tepkilere örnek oldu. (Gümüşsuyu Park Oteli mücadelesi, Gökkafes gibi.) Bedrettin Dalan'ın 1989'da seçimleri kaybetmesi ile birlikte yönetime tepkiyi örgütleyen sivil örgütler sessizliğe büründüler. Çünkü hükümetteki değişim ile SHP, koalisyon ortağı olmuş; Nurettin Sözen üniversite, Mimarlar Odası ve sivil toplum örgütleri ile diyaloglarını güçlendirmişti. Tepki gösterip inisiyatif oluşturacak bir örgütlenme olmayınca meydan boş kalmış oluyordu. Koç Üniversitesi ve Şişli İş Merkezi inşaatları bu dönemde hızla devam etti.12
1993 yılında Refah Partisi'nin yerel yönetimlerin çoğunu kazanması ve sonrasında iktidara ortak olması seçkinci sivil toplumcuları muhalefet konumunda yeniden hareketlendirdi. Bu örgütler iktidar amaçlı siyasal örgütler gibi davranmaya başladılar. İstanbul'da Refah Partisi belediye seçimlerini kazandığında Mimarlar Odası kendisini "ileri karakol" olarak tanımladı. Laikçiler, Mimarlar Odası kanalıyla artık İstanbul'u Refah Partisi'ne karşı savunuyorlardı. Dalan zamanında sivil toplumcular muhalif iken, Sözen ile birlikte iktidar oluyorlar ve sesleri kısıyorlardı. T. Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nda yeniden örgütlenip bu sefer sivil toplum yerine laik-Kemalist çizgide siyasal mücadele sürdürüyorlardı. Bunun son noktasını 28 Şubat 1997'de askeri darbenin "5'li çetesi" olarak boy gösterenler ile "sivil darbe", "silahsız kuvvetler" söylemlerine taban teşkil edenlerdir.
Susurluk kazası ile beraber ortaya çıkan mafya, siyaset, polis bağlantılı kirli ilişkilerin toplumda tepkiyle karşılanması ve akabinde yolsuzluk dosyalarının ve siyasetçilerin iş takipleri yapıp haksız kazanç elde etmeleri, ihalelere fesat sokmaları gibi Türkiye'de her zaman rastlanan olaylar sivil bir tepkiye neden oldu. Susurluk Olayı ile birlikte bu ilişkilerin aydınlatılması için sivil güçlerin başlattığı eylemler "Karanlığa karşı bir dakika aydınlık eylemleri" ile kitleleşmeye yöneldi. Ancak 28 Şubat'lı günlere denk gelen bu eylemlilikleri darbeciler kendi lehlerine çevirmeyi başardı. Bu eylemler, işkence ve faili meçhul cinayetlerin organizasyonunu yapan devlet çetelerine karşı eylemler olmaktan çıkıp Türkiye'nin "laikliğine" ve "Atatürkçülüğüne" vurgu yapılan eylemler şekline dönüştü.
Polis kaynaklarına göre en başarılı ve bu bağlamda sivil tepki olarak ortaya konan eylemler ise Cumartesi Annelerinin Galatasaray buluşması ve Başörtü Yasağına karşı gerçekleştirilen El Ele Eylemidir.13
IV- Sivil Toplum ve STK'ya Yönelik Eleştiriler
Türkiye de popüler olan ne varsa devlet bunu kendi tekeline almakta ve bunun etrafında toplumsal bir dinamizm oluşmasına engel olmakta. İtibar kazanan değerler, semboller ve kavramlar sadece devletin tekeline girmekle sınırlı kalmıyor, esas önemlisi devlet bunları sahiplendiğinde içlerini boşaltıyor ve anlamlarını tahrif ediyor. Bu bağlamda dünyada olduğu gibi Türkiye de de güçlü STK ların arkasında devletin olduğunu görürüz. Devlet vatandaşına ve onun kurduğu örgütlere güvenmediğinden, "Bu ülkeye STK lazımsa onu da ben kurarım." diyerek kendisi kurup, örgütlediği, yönetimini yine kendisi belirlediği bir faaliyet içine girmiştir. Türkiye de STK kavramı, sivil toplumu "kuruluşlar" la sınırlı tutmaktadır. Kuruluş ise Emniyette kaydı bulunan, resmi kurumlara işaret eder. Dolayısıyla devlet, kendi sivil toplumuyla sınırlıdır. Emniyette kaydı bulunmayan, dernek, sendika yada vakıf hüviyetine sahip olmayan oluşumlar sivil toplum olamaz. Bu da sivil toplumun, "devletin sivil toplumu" olması anlamına gelir.14 Tabi burada bir zihinsel yanılma yaşamaktayız. Bu da legal olmak için yasal olmanın gerektiği yanılması. Rejim legal olmak için yasal olmayı bizlere dayatırken muhalif unsurlarda bu koşullanma sonucu partileşmeyi, dernekleşmeyi düşünmekte. Geçmişin hızlı radikalleri şimdilerde STK söylemleriyle konjonktüre ayak uydurmanın yollarını aramaktalar.
Sistem içine aldığı muhalif hareketlere kendi istediği şekli vermede usta görünmekte. Bunda yüzyılların getirdiği devlet geleneğinin payı büyük olsa gerek. Sistemin muhaliflerinin yada onlardan farklı düşünenlerin elinden kullandıkları argümanları almalarına bir iki örnek vermemiz gerekirse; Türkiye de Yeşiller Partisinin kurulmasına neden olan ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye toplumunda da popüler olan çevre konusuna karşı direnci devlet, Çevre Bakanlığını kurarak gereksiz hale getirmiştir. Benzer şekilde kadın hareketlerini akarte etmek için "Kadından Sorumlu" bir bakanlık kurma yoluna gitmiştir. Yine toplumun tüm kesimlerinden yoğun tepki alan yolsuzlukları araştırma işini mecliste kurulan bir komisyona havale ederek dosyaların hasır atı edilmesine veyahut değişik politik hesaplar uğruna gündemden düşürülmesine şahit olmaktayız.
STK'ların siyasi alanda işlevsel olabilecek bir enerjiyi akut hale getirdiğini ve bu anlamda STK'ların, giderek siyasetten kopuk, sadece kendi (kurum, istihdam edilen personel) varlıklarını idame ettirmeye ve bunun için projelerden çok bir projecilik işlevi üslendiğine vurgu yapılmakta.15 Bu eleştirinin yanına STK'ların faaliyetlerinin devamlılığını sağlamak için maddi imkanlar elde etmek amacı ile ticaret yapmaları, kuruluş amaçlarının dışına çıkmalarını ve sanki bir şirket gibi faaliyet göstermelerini de ekleyebiliriz. Benzer şekilde maddi olanak bakımından zengin STK'larda belli bir müddet sonra israf ve yolsuzlukların ortaya çıktığı görülmektedir. Verimli, aktif bir yapı yerine durağan, hantal, bürokrasinin yoğun olarak hissedildiği, karar alma mekanizmalarının felç edildiği STK'lar, şahsi gurur ve hırsların hakim olduğu yapılar şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Sivil Toplum kavramı ideolojisiz bir toplum oluşturmayı amaçlar. Devlete yön veren ideolojiden çok toplum ve ferdin tekil ve grup halinde çıkarları önemlidir. STK'larla toplum depolitize edilmek istenirken, bir yandan da bir katılım yanılsaması yaratılıyor. Böylece, sanki yapılanlar ve yapılacak olanlarda halk çoğunluğunun bir dahili varmış izlenimi oluşturulmak isteniyor. Ancak bu ülkede yaşayan ve biraz düşünen herkes farkındadır ki oligarşik bir zümre neredeyse her şeye karar vermektedir. Ortada oyuncu olarak rol alanları görürken ve STK'lar bu oyuna figüranlar temin ederken konjonktüre uygun senaryoları yazan ve yöneten ise hep egemen oligarşi olmaktadır.
Bu bağlamda Fikret Başkaya üç farklı sivil toplum anlayışının olduğunu söyler. Birincisi burjuvazinin sivil toplum görüşüdür. Bu düşüncenin STK yansımasında özel mülkiyetin korunması ve güçlenmesi, kapitalist çarkların daha iyi işlemesi için faaliyetler sürdürülür. İkincisi naif-iyilikçi sivil toplum kuruluşlarıdır. Toplumdaki olumsuzluklarla mücadele ederler ancak sorunların asıl kaynaklarının üzerine gitmezler. Zamanla sistem tarafından ehlileştirilirler. Bunlara örnek olarak da vakıfları göstermektedir. Üçüncü anlayış ise toplumu ürerim araçları bağlamında ele alıp, sorgulayıcı ve sorunların kaynaklarına inen anlayıştır. Başkaya ancak ütopyaya sahip bir hareketin başarıya ulaşacağını belirterek, ütopyasız anlayışların büyük sorunlar yerine mikro sorunlarla uğraştıklarını söylemektedir. Ayrıca Gramsci'nin üzerinde durduğu, aydınların toplumu etkilemeleri ile ideolojiyi kitlelere benimsetmeye yönelik bir aracı olduklarına da değinir.16
Solun bir kısmı mevcut STK söylemlerini kabullenirken diğer bir kesim ise "sivil toplum" ve STK kavramlarını kapitalizmin ve emperyalizmin bir uzantısı olarak algılayıp reddederken bunun yerine "demokratik kitle örgütleri" kavramını kullanıyorlar.17 Mesela TMMOB gibi yasal ve yaygın bir kurum bile kendini tanımlarken "demokratik kitle örgütü" olduklarını özellikle vurguluyor.18 Sosyalist birçok gazete, dergi, sesli ve görsel medyanın da "demokratik kitle örgütleri" kavramını kullanmayı tercih ettikleri görülmektedir.
Sivil toplumun "bireyi devlete karşı koruyan mekanizmalar" olarak tanımlamak beraberinde sürekli bir devlet-toplum karşıtlığını oluşturmaktadır. Bu durumda devlet insanın özündeki kötülüklerin sonucu ortaya çıkmış bir yapı iken, sivil toplum ise iyilik, güzellik ve özgürlüklerin kaynağı olarak lanse edilmiş oluyor. Böylece bir yanlış ön kabul sahiplenmiş olunur. Bu yanlışa örnek olarak sivil toplum inisiyatiflerinin desteği ile Nazi Faşizminin yükselmesini yada 28 Şubat sürecinde darbenin sivil uzantılı unsurlarını verebiliriz. Devletin kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmesi, aynı dinin insanları afyonlaştırdığı söyleminde olduğu gibi göreceli ve içerik tanımlaması ile alakalıdır. Müslümanların devlete ya da merkezi bir otoriteye "sivil toplumcu" ya da anarşist bir bakış açısı ile yaklaşmaları doğru olmaz. İslami nasslarla şekillendirilmiş, yöneticilerin Allah'ın kendileri için belirlediği sınırlara riayet ettikleri, yeryüzünde tevhidin ve adaletin hakim olması, toplumun ve onu oluşturan insanların tek tek ve birlikte dünya ve ahiret mutluluğu için çaba sarf eden, ehil kişilerce şura esasına göre yönetilen bir devletin kötü olduğunu, "sivil toplumun" bireyci ve kapitalist bakış açısını ile söylemek tutarsız bir genellemedir. Bu söylem olsa olsa kapitalizmin önündeki engellerin devlet de olsa ekarte edilmesi gerekir tezi ile alakalıdır. Yani kapitalizm yeryüzünde kendinden başka egemen güç, düşünce istemiyor.
28 Şubat, "devletçi sivil toplum" anlayışının hızla geliştiği bir dönem olmuştur. Bazı sosyal ve siyasal grupların 28 Şubat sürecinde STK adı altında militarist bir yapının yanında yer alması 'sivil toplum' ve STK adına hazin bir tablodur. Çünkü "sivil toplum" teorisinde ferdi ve toplumu devlete ezdirmemek varken bu süreçte halk postal ve tank paletleri altına alınmış, yapılan "balans ayarına" STK lar alkış tutmuştur. TİSK genel Başkanı Refik Baydur un "Beşli Çete" dediği sosyal ve ekonomik gruplar, militarist politikalara destek vererek halkın daha da yoksullaştığı bir ekonomik kriz ve siyasi yozlaşmayla karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Yine bu dönemde emekçi sınıfın temsilcisi olan sendikaların özgürlükler yerine, militarist bir siyaset içinde rol üstlenmesine şahit olduk. Bu bağlamda ordu ile aynı zihinsel parametre içinde yer alan STK'ların Silahsız Türk Kuvvetleri olarak adlandırılması çok da yanlış olmamaktadır.19
Son yıllarda Türkiye'de STK ve sivil toplum tartışmaları özellikle AB süreci ile yakından ilgilidir. AB söylemlerinin dillendirildiği her platformda STK'lar da gündeme gelmiştir. 1996 yılında Türkiye'de gerçekleştirilen Habitat Forumu STK'ların gelişmesine ve kamuoyu gündemine gelmesine önayak olmuştur. Bu sürecin devamında bazı STK'lar, AB fonlarına, motivasyonuna ve desteğine bağımlı hale gelmiştir.20 Böyle olunca da STK'ların bağımsız olmaları inandırıcı olmaktan çıkmaktadır. AB Komisyonu'nun STK araştırmasının belirttiğine göre TESEV, DİSK, Umut Çocukları Derneği, Umut Otobüsü, Ka-der gibi vakıf, dernek ve sendikalar AB'den maddi destek almış kuruluşlar arasında gelmekte.21
STK kavramının global kullanışı olan "uluslar arası toplum" aldatmacası ise karşımıza nedense işgaller ve savaşlarla beraber gelmekte. Özellikle Amerikan emperyalizminin dünya kamuoyunu aldatmak için kullandığı ve medya aracılığı ile piyasaya sürdüğü bu söylem işgal öncesi belli kararların alınması öncesi kullanılmakta. Irak işgali öncesi "uluslar arası toplumun" Saddam'ın iş başında olmasından ve "kitle imha silahlarına" sahip olmasından rahatsız olduğunun gündeme getirilmesi gibi şimdilerde İran'a karşı benzer psikolojik savaş taktikleri tekrarlanmaya başlamıştır. Medyada: "Uluslararası toplum İran'ın nükleer enerji üretme faaliyetlerinden rahatsız."22 ifadeleri bu günlerde sıkça duyulmakta. Ancak hem emperyalistler hem de onların güdümündeki medya "uluslar arası toplumdan" neyi kastettiklerini ve bu toplumun kimlerden meydana geldiğini dillendirmiyor. Amerikan-İngiliz-İsrail şer üçgenine mensup strateji merkezleri ve lobilerin "uluslararası toplum" şeklinde dünyaya yutturulduğu ise aşikardır. STK örneğinde olduğu gibi "uluslar arası toplum" aldatmacası da sesi en çok çıkanın ve güçlü olanın gündeme ve karar mekanizmalarına hakim olmasına neden olmaktadır.
Değerlendirme
Sivil toplum kavramına yüklenen olumlu tanımları tartışmasız bir ön kabulle içselleştirmek, STK'ların arka plandaki gelişimini ve post modern dünyanın bu oluşumlara yüklediği anlamları gözden kaçırmaya yol açar. Bu bağlamda olumlu tüm organizasyonları ve hareketleri STK (NGO) tanımı içine almak, olaylara ve kavramlara o kodlarla bakmaya götürür. Sivil toplum, demokrasi gibi bir kavramdır ve olumlulukların hep batılı kavramlara yüklenmesi hatadır. Yine kendi kavramlarımıza olan ihtiyacımız bizlerin kendimizi İslami Kimlik ile ifade etmenin en önemli basamağıdır. STK tanımlaması İslami yapı ve hareketler için kullanılmamalıdır.
Sivil toplum kavramı liberal düşüncede bireyci ve kapitalist bir anlam yüklenirken, sosyalist düşünce sivil toplumu kapitalizmin ve emperyalizmin güdümünde ara bir durum olarak ifade etmekte. Peki Müslümanlar "sivil topluma" hangi açıdan bakıyorlar? Mevcut cahili sistem içinde oluşturmayı düşündükleri sosyal-siyasi yapıya hangi ismi veriyorlar? STK kavramını kullanmak İslami bir hareketin herhangi bir unsuru yada tamamı için ne kadar doğru bir tanımlamadır? Bu sorulara verilecek cevaplar üzerinde düşünürken STK ve "sivil toplum" kavramlarında altında Müslümanların legallik-yasallık tartışmalarının yattığını da söyleyebiliriz. Yukarıda ifade edildiği gibi herhangi bir İslami hareketin legal olması mutlaka devletin kanunları çerçevesinde kurulması anlamına gelmemektedir. Herhalde bu tür bir yanlış algılamanın nedenidir ki günümüzde bazı Müslümanlar ve cemaatler legal olabilmek için yasal kurumlara sahip olmanın ve devletin kanunları çerçevesinde faaliyet sürdürmenin gerekli olduğunu düşünüyorlar.
Türkiye deki İslami oluşumlar özellikle legal ve/veya yasal oluşumları ve faaliyetleri için "sivil toplum", STK ve "demokratik kitle örgütü" gibi tanımların dışında İslami kimlikleri ve dünya görüşleri ile tezat teşkil etmeyecek, siyasi duruşlarını temsil edecek bir tanımlama (isimlendirme) gerekliliğini görmezden gelmemelidir. Aksi taktirde popüler kavramların şirinliği, çekiciliği ve kabul görmüşlüğünün üstünden siyaset yapmak kolaylığına kendimizi kaptırmış oluruz.
Dipnotlar:
1- Doç. Dr. İlyas Doğan, Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum,
2- Ali Yaşar Sarıbay, Universitas mi, Societas mi?, Sivil Toplum Dergisi, Sayı: 1.
3- Doç. Dr. İlyas Doğan, Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum
4- İslam Tarihinde ortaya çıkmış muhalif ekoller ve temsilcileri hakkında detaylı bilgi için bkz. Mevdudi, Hilafet ve Saltanat; M. İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar; M. Ammara, Mutezile ve Devrim; İhsan Eliaçık, İslamin Yenilikçileri
5- Prof. Dr. Murat ÇİZAKÇA, Sivil Toplum Kuruluşları – İslam Dünyası ve Demokrasi -, Sivil Toplum Dergisi sayı :1
6- Sivil Toplum İşbaşında -AB Komisyonun STK Araştırması, www.stgp.org
7- Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı 9. İstişare Toplantısı Sonuç Bildirisi. 2002 - www.tgtv.org
8- Fikret Başkaya, Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşları (STK), www.ozguruniversite.org
9- Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması [1923-1931)]Yurt Yayınları, 1981, sh.298
10- Doç. Ömer Çaha, Bir Kez Daha Sivil Toplum Üzerine, Sivil Toplum Dergisi Sayı :1
11- Gottfried Plagemann, "Türkiye'de İnsan Hakları Örgütleri: Farklı Kültürel Çevreler, Farklı Örgütler", Türkiye'de Sivil Toplum ve Milliyetçilik içinde, s. 361
12- Türkiye'de STK Tarihini Yeniden Okumak – Korhan Gümüş – Sivil Toplum Dergisi sayı :1
13- Sivil İtaatsizlik… - Necati ALKAN- Başkomiser- Polis Dergisi –Sayı 34
14- Bir Kez Daha Sivil Toplum Üzerine – Doç. Ömer Çaha- Sivil Toplum Dergisi Sayı :1
15- Sivil Toplum Kurumunun Meşruiyeti, Ahmet İnsel, Radikal İki, 27.03.2002
16- Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşları (STK) –Fikret Başkaya– www.ozguruniversite.org
17- Sivil Toplumculuk Ve Sivil Toplum Örgütleri - www.ekmekveadalet.net – sayı :97
18- www.tmmob.org.tr
19- Bir Kez Daha Sivil Toplum Üzerine – Doç.Ömer Çaha- Sivil Toplum Dergisi Sayı :1
20- Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği, Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının insan haklarıyla ilgili projelerini desteklemek üzere, 600 bin euroluk hibe fonu oluşturdu. Yeni Şafak-11.07.2003
21- Sivil Toplum İşbaşında – AB Komisyonun STK Araştırması - www.stgp.org
22- www.ntvmsnbc.com 05.02.2004 ve Zaman Gazetesi – 20.07.2003 vb.