Geçtiğimiz günlerde Mustafa Özel ile bir röportaj yayınlandı.1 Epeyce yankı bulan röportajda Özel, bazı Müslümanların yaşadığı “İslami siteler” örnekliğinden yola çıkarak kaybedilen değerlere işaret ediyor; Müslümanların belli bir ekonomik seviyeyi kat ettikten sonra, doğup büyüdükleri semtleri terk edip “statülerine” uygun yerlere taşındıkları ve yeni bir hayat tarzı oluşturduklarına dikkat çekiyordu. Bunun ardılı ise ekonomik temelli bir farklılaşma, ayrışma, gettolaşma, sosyal dayanışmanın zayıflaması ve birbirinden kopuk bir Müslümanlığın ortaya çıkmaya başlamasıydı.
Zengin Gettolaşması
Özel, İslami sitelere taşınan ailelerin çocuklarının yardımlaşma, dayanışma, birbirinin halinden anlama gibi değer ve kazanımlardan yoksun olabileceği tehlikesinin altını çiziyor. Çünkü site duvarlarıyla çevrelenen bu alan, çevresi ile tam bir izolasyon oluşturmakta. Dolayısıyla buradaki çocuklar sonradan oluşturulan bu alanda benzer sosyo-ekonomik seviyeye sahip çocuklarla akranlık ilişkisi geliştirmekte. Yoksulun halinden anlama olayı yalnız zihinsel bir form haline dönüşmekte. Okullardan başlayıp camilere kadar gelen bu ayrışma ve homojenlik kapitalist bir topluma evirilmeye doğru gitmekte. Burada Özel’in serzenişi “Bari camilerinizi site içinde yapmayın!” demeye kadar inmiş. Bu ise hem gelişen olgunun yayılma ve değiştirme hızının büyüklüğünü hem de olguyu kabullenişi göstermekte.
Site denilen yerlere, güvenliğe haber vermeden, kimlik bırakmadan başka bir insanın ya da aracın girememesine çokça şahit oluyoruz. Nedir bu kadar abartılı güvenlik önlemlerinin nedeni? Kimden ne korunmakta? Potansiyel bir suçlu gibi görülen “yabancı”, aslında oluşturulmak istenen özel alanın en önemli nedenidir. Öyle yaşam merkezleri satışa sunuluyor ki, bu alanların reklamları bile tam bir kibir, gösteriş örneği. “Şehre yukarıdan bakın!”, “Kendinizi yıldız gibi hissedeceksiniz!”, “elit yaşam alanları” gibi spot ifadeler bu reklamlarda kullanılan ifadelerden bazıları. Baştan zihinsel bir farklılaşma, ayrışma ile başlayan durum kendini pratik birçok şeyle dışa vuruyor.
İnsana, oturduğu semtteki daire ya da kira fiyatı ile değer biçildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. İmajın, dış görünüşün, mekânın, profesyonel bir bakış açısının, etik değerlerin öne çıkarıldığı çağımızda ne yazık ki Müslümanlar da bu durumdan çok fazla etkileniyor ve değişiyor-dönüşüyor. Bu zamanda Müslüman olmak ya da kalabilmek bazen bizleri belli tercihleri yapmaya da zorluyor. Bu yüzden örneklendirirken elbette genellemeci olmamak gerek. Bir anne-baba için bir metropolde, şehrin en işlek semtinde hayat sürdürmek zor olabilir. Çocuğunun okulu, oyun alanı, arkadaş çevresi bile başlı başına bir sorun olarak karşısına çıkar. Aynı eşya birisi için zaruret olabileceği gibi diğeri için lüks ya da gösteriş aracı olabilir. Bu bağlamda tercih ortaya konulurken argümanlara bakmak gerekiyor. Tabi minareyi çalan kılıfını uydurur misali her yapıp edilenin bir mazereti olabilmekte.
Bu türden eleştirel yaklaşımların Özel’den gelmesi önemli. Çünkü Müslümanların şirketleşmesi, ekonomik bir güç haline gelmesi noktasında Özel’in, yönlendirici bir etkisi ve pozisyonu vardı. Halen MÜSİAD istişare kurulunda görevi olan Özel, Müslümanların mücadelesinde ekonomik gelişmişliğin kazanım olduğunu, araçsal olarak bu imkânın değerlendirilmesi gerektiğini yıllardır dillendiriyordu. Müslümanların zenginliğini savunan ve önemseyen bir kalemin aynı zamanda sonuçları üzerinden eleştiri getirmesi bu açıdan önemli.
İslami Siteden Kentin İdeolojisine
İslam toplumlarında şehir ya da yaşam alanlarının oluşmasında benzerlikler ve farklılıklar göze çarpmakta. Örneğin petrol zengini Körfez ülkelerinde geniş villalar standart olarak kabul edilirken, daha fakir, toprağın ya da kentleşmenin az olduğu yerlerde farklı yaşam alanları ortaya çıkmakta. Batı’da bile farklı yaşam alanları var. Fransızlar apartmanları tercih ederken, İngilizler müstakil evlerde oturmayı yeğliyor. Türkiye’de İslami ölçüler denildiğinde ise yalnızca banyo ve tuvaletlerin yönleri akla gelmekte. Buna belki oda sayısını da ekleyebiliriz. Kız-erkek çocukların ayrı odalarda kalabilmesi için aileler konut alırken oda sayısını soruşturmakta.
İslam’da ev, cami ve kent bir bütün halinde ele alınmış ve kendine has bir kültür oluşmuştur. Bu bağlamda camiye nasıl bir kutsallık atfedilmişse ve ayakkabısız girilmişse, evler de benzer şekilde telakki edilmiş ve kişinin haremi sayılmıştır. Denilebilir ki, ilk dönemlerde evlerin iç sadeliği ve bir-iki katlı oluşu Allah’ın güç ve zenginliği karşısında kulun fakirliğini temsil etmiştir. Yine ilk dönem mimarisinin yatay eksende kendini gösterdiğini de görmekteyiz. Buradan yola çıkarak Müslüman bireyle toprak arasındaki ilişkinin önemini görebiliriz. Yükseklik Allah’a izafe edilirken, yere yakınlık hem secde halinde Allah’a kulluğu ve onun önünde eğilmeyi hem de toprakla beraber ahireti ve ölümü simgelemekte. Osmanlı’da evlerin dışarıdan sade ve gösterişsiz, içte sade ve güzel oluşu ile dışarıdan göze batmayan ve hasedi üzerine çekmek istemeyen ev anlayışı ayrıca vurgulanır. Yine Doğu ya da İslam toplumunda şehrin, kendisini, kendi ihtiyaçlarına göre, dinamik bir şekilde, canlı bir organizma gibi oluştururken, Batı’da şehir planlamaları ile insanın şehre ve bir plana hapsedildiği vurgulanır. Benzer bir vurguya cumhuriyet dönemi mimarisinde de rastlarız. Cumhuriyet kadroları için şehir politikaları apartman üzerine inşa edilmiştir. Kolektif ve bir arada yaşamayı önerir. Gecekondular ise bireyselliği ve şehre küskünlüğü betimler. Çevresindeki cami, kurslar ve yapılaşma bir başıboşluğu ve protest bir duruşu simgeler. Bu tasvir tabiî ki dışarıdan ve taraflıdır. Ancak gecekondu muhalif, protest, şehre ve onun simgelediği sisteme mesafeli bir alanı simgeler. Sırf mimarlar ya da mühendisler tartışmamış bu olguyu. Peyami Safa, Selahattin Eyüboğlu, Ahmet Haşim gibi birçok edebiyatçının eserlerinde de konu tartışılmış. Kemalist elitler genelde eski evleri mezara benzetirken, batı ve çağdaşlığı simgeleyen apartmanları özgürlük ve ışık ile tanımlamayı yeğlemişler.2 Turgut Cansever ise İstanbul’un varlıklı ailelerinin muhteşem konaklarını bırakıp Şişli ve Taksim’deki apartmanlara taşınmalarını Lüküs Hayat Komedisinin traji-komik bir bölümü olarak tasvir etmekten kendisini alamamış.3 Burada hâkim olan atmosferin her zaman diliminde dönüştürebileceği tüm alanları önüne alıp sürüklediğine tanıklık da ederiz. Cumhuriyetin ilk burjuva kesimi yalı ve konaklardan apartmanlara nasıl taşınmış ise günümüzün eski ve sonradan görme burjuvazisi de rezidanslara, AVM üstü lüks dairelere taşınıyor.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Teşvikiye, Akaretler nasıl oluşturulmuş ise Kemalist kadrolar İslam’ın etkilerini toplumun ve hayatın tüm alanlarından kaldırmak ve silmek için mimaride de köklü değişikliklere gitmeye karar vermişler. Dolayısıyla mimaride Doğu-Batı, laik-dindar ayrımı kendini göstermeye başlamış. İlk dönem mimarlar genelde Osmanlı mimarisinden etkilenmişler. Bu dönemde daha devrimci bir mimari anlayışı benimseyen mimarlar da projelere imza atmaya başlamış. Nasıl Fransa, İtalya gibi ülkelerden kanunlar ithal edilip hukuk ve sosyal hayatta devrimlere gidilmişse, başta Ankara olmak üzere diğer kentlerin inşası için Avrupa’dan 40 mimar özel olarak getirtilmiş ve bunlar 1940’lara kadar birçok mimari tasarıma imza atmışlar. 1940’lardan sonra mimaride Alman mimarların etkisi göze daha çok çarpmaya başlamış. Buna faşist mimari öğelerini de ekleyebiliriz. Sonraki dönemde özellikle hızlı kentleşme, Batı bloğu ile yakınlaşma, ekonomik gelişme, dünya çimento tekellerinin yönlendirmesi gibi nedenlerden dolayı belli mimari ekollere çok da bağlı kalınmadan hızlı bir bina inşa dönemi başlamış. Gecekondu; şehirleşme oranının artması, sosyo-ekonomik ve siyasi nedenlerin teşviki ile birlikte büyük kentlerde planlı kentleşmenin önüne engel olarak çıkmış.
Günümüz Türkiye’sinde evlerin inşasında eskinin yangınlarının ve ideolojik yaklaşımların yerini deprem korkusu, kentsel dönüşümler, site, etap, rezidans, gökdelen ve uydu kentler almış durumda. Sosyo-ekonomik duruma göre şekillenen kentlerin, semtlerin kemikleşmiş bir siyasi tercihi oluşuyor diyebiliriz. Doğal olarak laik-Kemalist, solcu veyahut zengin bir kişi için Kadıköy, Beşiktaş, Nişantaşı, Etiler, Cihangir gibi yerler tercih sebebi olurken ve kendisini orada rahat hissedip o semtlerle özdeşleştirirken kalan tüm alanlarda diğer tüm kesimleri heterojen olarak görmek mümkün olmakta. Din, hayat tarzı ya da bakış açısına göre kendi akışında yaşam alanları, semtler oluşması normal bir durum olarak algılanabilir. Siteler ise tersinden bir oluşumu yani planlı bir gettolaşmayı ifade ediyor diyebiliriz. Bu duruma Atatürkçü bilmem ne sitesinden emekçi bloklarına, sendika bloklarından gazeteci, subay, memur sitelerine kadar birçok örnek verebiliriz. Bugün için ideolojik farklılaşmanın yerini ekonomik aynileşmenin aldığını da söyleyebiliriz. Şöyle ki, dindar bir aile ile sol-Kemalist bir aile aynı sitede sırf aynı sosyo-ekonomik seviyeyi temsil ettiklerini düşündükleri için bir araya gelebilmektedir. Göze batan ya da eleştiriyi hak eden de bu doğal olmayan birlikteliktir. Ekonomik güç tek belirleyici etken olduğunda problemli bir alanın da oluştuğunu gözlemleriz.
Sermaye İktidar İlişkisi
İslami siteler ve Müslümanların zenginliği tartışmaları AKP iktidarı ile birlikte daha fazla gündemleştirildi. Şöyle bir yanılsama da oluştu: Sanki zengin denen Müslümanlar bu güne kadar hep varoşlarda, kötü evlerde oturdular, sıradan arabalara bindiler, üst-başlarına önem vermediler de AKP ile birlikte bir anda ortaya çıktılar. Bunun böyle olmadığı çok geriye bile gitmeden, 28 Şubat sürecinde yeşil sermaye denen İslami kesimlerle mücadele edildiğini hatırlarsak anlarız. Ayrıca Türkiye’de sırf İslami çevreler belli bir değişime uğradı da soldan Kemalizm’e, doğusundan batısına, yerel sosyo-ekonomik gelişimlerden küresel dünyadaki hareketliliğe kadar çok şey değişmedi mi? Burada önemli olan İslami hareketlerin nerden nereye geldiği sorunudur? Ayrıca gelinen noktanın sorgulanmasıdır. Kapitalist bir hayata meyletme AKP ile başlamadığı gibi onun iktidardan ayrılması ile de bitmeyecektir. Çünkü AKP burada bir katalizör görevi icra etmekte, asıl dönüştürme gücüne sahip olan ise kapitalizmdir.
Anadolu sermayesi denen İslami sermayenin gelişiminin tek başına olumsuzluk içermediği aşikârdır. 28 Şubat sürecinde egemen oligarşinin menfi tavrı düşünüldüğünde Müslümanların zenginliği rejim tarafından en hafifinden bir tehlike olarak görülmüştü. Bununla beraber İslami sermayenin gelişim sürecinde ve sonrasında ortaya çıkan durum eleştirilmeye değer olumsuzluklar da barındırmaktadır. Burada önemli iki nokta var: Birincisi İslami sermaye denen gücün toplamının halen daha bir Koç etmediği gerçeği. Bunun için son açıklanan Türkiye’nin en zengini 100 aileye4 baktığımızda bunlar içinde Koç ve Sabancı aile fertlerinin teker teker listede olduklarını görürüz. TÜSİAD sermayesi ile dışındakilere bakarsak yine aradaki fark barizdir. Listede Müslüman, dindar, muhafazakâr diyebileceklerimizin sayısı ise bir elin parmakları geçmeyecek kadar azdır. AKP sürecinde zenginleşen ve “yandaş” olarak nitelendirilen şirket ve kişiler tabiî ki vardır. Türkiye’de İslamcılığı AKP ile özdeşleştirmeyeceksek zenginleşen ya da sermayesine sermaye katan tüm olumsuz örnekleri İslamcılığın karnesine eksi not olarak da yazmamak gerekir. Kaldı ki, bu gruba girenlerin yüzde kaçı bizim bildiğimiz anlamda İslamcıdır? Her muhafazakâr-dindarı İslamcı ilan edersek kantarın topuzunun ayarı kaçar. Bu cümle ile ilişkili olarak ikinci husus İslami kadroların ne yaptığıdır. Yani çevre diyebileceğimiz kesimlerin hataları olabilir. Ancak İslam’ı bir dava olarak edinen, bunu yaşayan, bunun mücadelesini her zeminde halen daha verenlerin durumları önemlidir. Yani mahallemizi terk-i diyar edenlerin hallerine bakarak “Bakın işte İslamcılar böyle!” mi diyeceğiz? Dışarıdan bu eleştirileri yapanlar her olumsuz örneği içselleştirmeyi kendileri için yapmıyor. Kendilerini “İslamcılardın” ayrıştırırken karşısındakini negatif, yanlış yanlarını kendilerinden uzak ilan edip soyutluyorlar.
Müslümanlara fakirliğin, mustazaflığın, çilekeşliğin daha çok yakıştığını söylemek doğru bir söylem midir? Tabi ki ekonomik gelişim süreci ile birlikte farklılaşan hayat tarzlarının eleştirilmesi gerekmekte. Ancak Müslümanların zenginliği üzerinde oluşturulmaya çalışılan olumsuz yargı, haksız bir yargıdır. Bununla beraber hiçbir Müslüman kapitalizme meyletme, fütursuz ve gayri ahlaki davranışlarının sırf kendisini bağlayacağını, hiçbir kimseye karşı sorumlu olmadığını söyleme hakkına da sahip değildir. Bireyselleşip, kendini Müslümanlara karşı izole etmesi, durumunu yine kendi zihninde meşrulaştırma çabası olarak kalır. Burada önemli olan her olumsuz tekil örneği genelleştirmemek, çokça karşımıza çıkan bir hatalı durumu da meşrulaştırmamak, kabullenmemek ve Müslümanların geneline has bir durum olarak etiketlememektir.
Ekonomik ve politik olarak belli bir güce endekslenen yapıların fikrî dönüşümünü kendi bulunduğumuz düzlemde eleştirebiliriz. Maslahat denen geniş bir dairenin üzerinde yapacağımız çoğu eleştiriler göreceli olacaktır. Yine de genel anlamda Müslüman için haram ve helallerin değişkenlik arz etmediğini, Müslümanca bir hayatın ekseninin Kur’an ve Peygamber’in sünneti olduğunu düşündüğümüzde elimizde objektif kriterler bulunduğunu da görürüz. Maslahat ya da öngörüler üzerine belli yanlışların üzerinin örtülmesi, görmezlikten gelinmesi, rahatsızlıklara, yanlışın yaygınlaşmasına, doğrunun ve ehven olanın, takvaya yakın olanın gözden düşmesine, ütopik bir hal olarak kalmasına neden olacaktır. İşte bu yüzdendir ki konuşup yazdıklarımız, ortaya koyduğumuz ameller sırf bugünün meselesinin halli için değil, gelecek kuşaklara örneklikten dolayı önemlidir. Bugünün meselesinin çaresine pratik ve hızlı çözümler üretirken, aslında ortaya çıkan örnekliğin sonradan gelenler için birer referans olduğunu da bilmemiz gerekir.
Weber’in Amerikan kapitalizminin gelişim sürecinde dindar Hıristiyanların olumlanması, Kalvanist vurgusu ile Özel’in İslami şirketler ve Anadolu sermayesi noktasındaki olumlu yönlendirmeleri birleşince Türkiye’de din ile iktisat arasındaki ilişkiyle ilgili değişik bakış açıları ortaya çıkıyor. İslam’a ve Müslümanlara mesafeli hatta düşman olan kesimler için İslam ile Hıristiyanlık arasında fark olmadığı, dinin sermaye tarafından kullanıldığı ya da dinin sermayeleştiği söylemleri çokça dillendirildi. İslam’ın birikimi, ticaret ve mülk edinmeyi yasaklamaması, tersinden Allah Resulü’nün hem hadis hem de sünneti ile ticareti önermesi sol çevrelerin menfi düşünceler ortaya koymalarına neden oluyor. Ancak kapitalizmin sömürü, işgal, asimilasyon, köleleştirme, maddenin ve paranın rableştirilmesi, insan nefsinin ilahlaştırılması, insanın kişiliksizleştirilmesi, konformist hayat anlayışı, sınırsız tüketen bir insan profili, sosyal ve ekonomik Darwinizme kadar uzanan pek çok bileşeni var. Bu yüzden İslam ile kapitalizmi eşleştirmek sadece ideolojik bir kara propagandadır.
Dipnotlar:
1-Emeti Saruhan, Yeni Şafak, 16 Kasım 2011
2-Mustafa Armağan, Alev ve Beton, Şule Yayınları
3-Turgut Cansever, Ev ve Şehir, İnsan Yayınları
4- Ekonomist Dergisi, Türkiye’nin en zengin 100 kişisi, 2011