Sistem Ezaevlerinde Diretiyor

Musa Üzer

Dünyada en çok cezaevine, tutukluya ive hükümlüye sahip ülkeler arasında üst sıralarda yer alan Türkiye, bu konumunu pek sevmiş olacak ki -sistemindeki siyasal, ekonomik, kültürel vb. çarpıklıkları düzeltmek yerine- cezaevlerinin sayısını arttırmak azminde. Bir sistemde, "içeridekilerin sayısının fazlalığı orada mevcut olan düzenin çarpıklığı hakkında ciddi bilgiler verirken, bizde ise "devlet yanlış yapmaz" mantığıyla içerdekilerin tümünün suçlu olduğu şeklinde değerlendirilebiliyor. Hele siyasi nedenlerden dolayı bir kişi cezaevindeyse direkt olarak yiyeceği damga "terörist"tir.

Şu anda Türkiye cezaevlerinde yaklaşık 12 bin siyasi yatmakta ve bunların 10 bine yakını fiili olarak bir şiddet olayına karışmış değil. Üstelik çoğunun mahkemeleri devam ediyor, yani tutuklu/zanlı pozisyonundalar. Ama devlet ve oluşturduğu kamuoyu nezdinde bu kişiler terörist muamelesine tabi tutulmaktadır. F tipi cezaevleri de yetkililerin beyanlarına göre öncelikle bu kapsamdakiler için yapılmakta.

Bir devletin, halkına yaklaşımını en güzel gösteren yerlerden biridir aslında cezaevleri. Bu konuda mevcut sistemin karnesi epey kırıklarla dolu. Özellikle 12 Eylül rejiminin cezaevi politikası zulmün en koyu biçimde uygulanmasından başka bir şey değildi. Devlet adına vuruşup cezaevine düşen "kutsal devlet"çi ülkücüler bile yıllarca lanet okudular bu cezaevlerine. Bu konuda Haluk Kırcı'nın eserlerinin okunması dahi epey bilgi verecektir bize. 12 Eylül cezaevleri -özellikle askeri olanlar- siyasal muhaliflerin ve terörist damgası yiyenlerin tecrite tabi tutulduğu, kişiliklerinin yok edildiği, sistematik İşkencenin uygulandığı yerler oldu. Bu uygulamalara mahkumların göstermiş olduğu protestoların, açlık grevlerinin sayısı ise bilinmiyor. Ama mesela Diyarbakır ve Mamak açlık grevlerinde 12 insan yaşamını yitirdi. İHD İstanbul Şubesi'nin 1981-95 dönemine ilişkin yayınladığı rapora göre, acil-ölümcül sağlık sorunlarıyla ilgilenilmediği, tedavisi taammüden geciktirildiği için ölenler, açlık grevleri ve ölüm oruçları hariç 50 kişi cezaevinde darp ile öldürülüyor. Dönemin mantığı; 12 Eylül'ün paşası K. Evren'in ifade ettiği gibi "Asmayalım da besleyelim mi?" sözünde kendini gösteriyordu. Belki bugün 12 Eylül paşalarından kimse devlet yönetiminde kalmadı ama bu zihniyet hep iktidarda oldu. 1995-96 Buca olayları (3 ölü), Ümraniye olayları (4 ölü), Diyarbakır olayları (10 ölü), Bandırma olayları (1 ölü)... 1996 ölüm oruncunda ise 12 kişi, Ulucanlar Cezaevinde ise dövülme ve işkence sonucu 10 kişi ölmüştü. İşkence sonucu koparılan kolları da unutmamak lazım.

Duyarlı kamuoyunun F tipi projesine karşı çıkışı, bilinçli bir şekilde yönlendirilerek sanki mevcut cezaevlerinden hoşnutmuşlar gibi yansıtılmaya çalışılıyor. Siyasi mahkum ve tutukluların en fazla 20 kişi olarak kaldıkları bugünkü koğuş sisteminde yönetim, istediği zaman istediği şekilde müdahalelerde bulunup mahkumun kolunu koparabiliyor, görüşmelere keyfi müdahale edebiliyor. Çoğu mahkum, hastaneye sevk edilmiyor, edilenler de kazandıkları(!) yeni hastalıklarla dönebiliyorlar.

Yeri gelmişken mevcut cezaevleriyle İlgili medyanın tutumuna da değinmekte yarar var. Koğuş sisteminde mahkumların örgütlü hareket ettikleri, fikirlerinden, düşüncelerinden vazgeçmedikleri teraneleri sık sık dile getiriliyor. Bu söylem, açıkça sistemin yaptıklarını ve yapacaklarını meşrulaştırmaya yönelik olmaktan başka bir şey değil. Düşüncelerinden, muhalif kimliğinden dolayı cezaevine atılmış ve terörist muamelesi gören bir kişi içerde nasıl bir ilişki içine girebilir ki? En basitinden korunma refleksiyle diğer mahkum arkadaşlarıyla birlikte olur ki bu da gayet doğal bir çabadır. Bir de bütün bunlardan farklı olarak Türkiye toplumunun sosyal dayanışmacı, birlikte yaşamaya alışmış bir özelliğe sahip olmasının medya için hiç de önemi yok. Mahkumların birbirlerine verdiği psikolojik, insani destek gözlerine çok görünebiliyor.

Meselenin tartışılan boyutlarından biri de F tipi cezaevlerin teknik yönü, konfor bakımından Avrupai olması. Özgürlük, insan hakları talepleri ve tartışmaları olduğu zaman kırmızı görmüş boğaya dönenlerin, F tipi olayında Avrupa'yı mesnet göstermeleri başlı başına bir komedi. Ayrıca Avrupa'nın ve onunla birlikte Amerika'nın cezaevi koşulları da ciddi anlamda eleştirilmeyi hak ediyor. Özellikle siyasal kimlikli mahkumlara uyguladıkları yöntemler, "bizimkilere taş çıkartacak cinsten.

F tipi cezaevinin özü olan hücre sistemi, Dr. Edgar Schein adlı bir Amerikalının insan beynini yıkamaya yönelik bulgularının üzerine geliştirilen bir uygulamadır. Bu beyin yıkama programı 24 maddelik, Birinci maddede ise Dr., "tutuklunun tecrit edilmesi gerekir" der. Bu tam da Adalet Bakanlığının yayınladığı Cezaevi İdaresi El Kitabı'nın şu paragrafıyla nasıl da örtüşüyor: "Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Çünkü terörist, haberleşmediği zaman sudan akmış balık gibi olur. Başka bir ifade ile teröristi ruhen ve fikir bakımından besleyen kaynaklar kesilip kurutulunca; onun devrimci, yıkıcı yanı ölür. İşte bu ihtiyaçtandır ki, teröristler çevreleriyle, dünya ile, yandaşı örgütlerle haberleşmek için bütün dünyada çırpınıp dururlar." F tipi hususunda sistemin iştahının bu kadar kabarmasının asıl gerekçesi de bu oluyor. Bugün Avrupa ve Amerika'da hukuk örgütleri, sivil toplum kuruluşları, buralardaki cezaevlerine açıkça tavır alıp karşı çıkarlarken, değerli aydınlarımız (!) bunları görmeyebiliyorlar. Batıdaki cezaevlerinde intihar edenlerin % 97'si tek başına hücrede kalanlardır. Bu cezaevlerine karşı çıkan kuruluşların İsteklerinden biri şu mesela: "Mahkumların en azından 10-15 kişi olmak kaydıyla gruplar halinde bir arada tutulmamaları durumunda, fiziksel ve psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkması engellenemez." Batıdaki tecrübelerden ortaya çıkan sonuç şudur: İzolasyona tabi tutulan kişilerde algı sapmaları (illüzyon, halüsinasyon), düşünce bozuklukları (hezeyan), sıkıntı, kötülük göreceği korkulan, huzursuzluk gibi ciddi psikolojik sorunlar ortaya çıkıyor. Türkiye'de de F tipi cezaevlerini Adalet Bakanının teklifi doğrultusunda gezen Tabib Odaları, barolar, mimar ve mühendis odaları, insan hakları örgütleri vb. hiçbir kuruluş bu projeyi benimsemedi. Tüm bu kuruluşlar F tipi cezaevlerinin mahkumlar üzerinde psikolojik ve fiziksel çok ciddi olumsuz etkilerinin olacağını açık bir şekilde ifade ettiler.

Bütün bunlara sistemin cezaevi hususundaki sabıkalı geçmişi de eklenince Adalet Bakanlığı yeni bir öneri ortaya attı. "Cezaevi Denetleme Kurulları" şeklinde ifade edilen öneriye göre; Bakanlık, bir infaz hakiminin yanısıra, her cezaevi için -bulunduğu bölgeden- avukat, emekli yargıç, sosyolog, psikolog gibi meslek erbapları başta olmak üzere her kesimden temsilcilerin bulunduğu bir denetim mekanizması oluşturacak. Bu kurulun görevi de cezaevlerinde oluşacak olumsuzlukları tespit etmek ve yetkililere bildirmek olacak. Bunun bir çözüm olamayacağı gün gibi aşikar. Karakollarda işkence yapıldığını Meclis İnsan Hakları Komisyonu tespit ediyor. Buna rağmen bu komisyon, göstermelik birkaç düzenleme dahi yaptıramadı. Planlı bir şekilde imhaya yönelik cezaevi baskınları oldu. Ve bunları Meclis insan Hakları Komisyonu da tespit etmesine rağmen ne değişti? Yine Adalet Bakanı H. Sami Türk; Yeni Şafak'a verdiği demeçte "tutuklu ve hükümlü yakınları o kadar derin bir şüphe ve güvensizlik duygusuyla dolular ki, iyi niyetle yaptığımız her şeye kuşkuyla bakıyorlar" dedi. Doğru söylüyor Adalet Bakanı, ama söylediklerinde eksiklik var. Sadece tutuklu ve hükümlü aileleri değil, işkenceye, kişiliksizleştirmeye, imhaya karşı çıkan bütün duyarlı kamuoyu kuşkuyla bakıyor. Çünkü cezaevleri sorunu sadece mahkum, tutuklu ve ailelerinin sorunu değil, bütün toplumun sorunu. Bundan sadece, banka batıran yeğenler, trilyonları çalanlar, çeteciler hariç (mesela Alaaddin Abi'nin tek kişilik hücresinde cep telefonu bulunmuştu) ve tabi ki, kalemi ve vicdanı patronlarının elinde olan medya mensupları da hariç tutulmalıdır.

Başka bir demecinde ise Adalet Bakanı, cezaevine giren insanın girdiği şekilde çıkmayacağını belirtiyor. Yani bir şekilde değiştirilip, öyle bırakılacağını ifade etmek istiyor. Başka bir yerde ise tutuklu ve hükümlülerin kafalarındaki ideolojilerin yok edilmeye çalışılmayacağını söylüyor. Oysa şu anda cezaevinde 12 bine yakın siyasi mahkum ve tutuklu yatmakta ve bunların ekseriyeti fiili bir şiddet olayına karışmış değil. Yani siyasi kanaat ve tercihlerinden, muhalif kimliğinden dolayı cezaevine konulmuştur ve doğal olarak düşünce suçlusu kapsamındalar. Şimdi Adalet Bakanı'na sormak lazım; bir yandan içeri düşenin girdiği şekilde değil, değiştirilmiş bir şekilde çıkarılacağını söylüyor, öte yandan da kafalarındaki ideolojik düşüncelerin yok edilmeyeceğini söylüyor. Peki değiştirmekte mahir devlet sadece siyasi düşüncelerinden dolayı cezaevine düşmüş mahkumun neyini değiştirecek?