Ceht eden her Müslüman ameliyle kendini iki noktaya arz eder.
1. Rızasını celbetmek üzere ihlas ile Allah'a,
2. Davetin icrası için insanlara...
İnsanlara arz edişin ana çizgilerini Kur'an belirlemiştir: 'Hak söz'ü, "en güzel" şekliyle insanlara ulaştırmaktır.
Formülün birinci ve ana maddesi budur.
"En güzel" ifadesinin açılımı, batıldan bir şube içermeden; küfrün ve çıplak aklın veri ve yöntemlerinden âri olarak; diğer öğretilere öykünmesizin; 'söz'ü gizlemeksizin ve fakat hikmete uygun bir zemin ve zamanda, tedriciliğe ve önceliklere dikkat ederek; rikkat ile...
Bu çerçevedeki bir söylemin gerçekleşebileceği en uygun zeminin barış/sulh ortamı olduğu aşikardır.
İslam'ın ilgili diğer emirleri bu ana maddeyi gerçekleştirmenin yan unsurlarıdır. Ya koruyucudur, ya engeli aşmaktır, ya tıkanıklığın sebebini yok etmektir, ya maddi ya manevi destektir...
Elbette, bireysel bazda nefsi müdafaa meşru olduğu gibi, İslam'a ve Müslümanlara saldırı halinde Müslümanların da kimi durumlarda kuvvet kullanımını İslam, gerekli görmekte ve izin vermektedir. Örneğin anlaşmaları bozmaları, dine tan etmeleri, Müslümanları yurtlarından çıkarmaları ve ilk saldıranın kendileri olması gibi hallerde "kıtal" (savaş) kaçınılmaz zorunluluk olarak ortaya çıkar (9/12-13).
Bu gibi nedenlerle başvurulacak bir kıtalden İslam'ın maksadı ise, o saldırganları cezalandırarak rezil etmek, Müslümanların üstünlüğü, müminlerin yüreklerindeki öfkenin giderilip, gönüllerinin ferahlandırılmasına matuf olacağı (9/14) diye özetlenebilir.
Bir savaş, maksattan arınırsa, araç olmaktan amaç olmaya dönüşmüş demektir ki İslam, savaşı esas almamaktadır. Yeryüzünü güç gösterisi arenasına döndürmek, ancak kuvvetin mantığıyla varlını idame ettirebilen ideolojilere yataklık eder. Oysa İslam'ın dünyası, erdemlerin yarıştırıldığı bir dünyadır.
Hulasa, kuvvet kullanımı da "salih amel"dir ama bir "zorunluluk" olarak gündeme gelebilir. Ama konum, müdafaa pozisyonudur. Kuvvete kuvvetle cevap sadedinde, İslam'ın "misliyle mukabele" diye ifadelendirdiği bu konumda kırmızı çizgiler ve mukabelenin sınırları hakkına da ciddi tahditler vardır.
"Hürmet karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın!" diyor Kur'an-ı Kerim (2/194).
Kuvvete kuvvetle karşılıkta "misli misline" olmaktan çıkılarak kuvvet gösterimine dönüşen bir dünya istemiyor İslam.
Aşırı gitmeyin (2/190), saldırırlarsa saldırın (2/194), içlerinden zulmedenleri hariç (29/46), onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da Allah'a sövmesinler (6/108), haksız yere saldırmayı Allah haram kılmıştır (7/33), öldürmede aşırı gitmeyin (17/33), mümini kafirden ayırmak için iyice araştırın (4/94) vb. ayetlerle İslam, mukabele halinde bile, muhatap kitlenin titizlikle ayrıştırılmasını, düşmanlıkta aşırı gidilmemesini emrederken, "saldırılara" ön şartına bağlı kılındığımız gibi, "vazgeçerlerse de durmamız" gerektiği beyan edilerek, Müslümanı kuvvet kullanımına iten sebebi de, vazgeçiren sebebi de karşı tarafa bırakmıştır. Yani, İslam, kuvvet kullanımında (tebliğe mani olunmadıkça) edilgen konum almakta ve barışçı ortamın istikrarını arzulamakta ve öngörmektedir.
"Düşmanlıkta yarışmak yoktur (5/62), düşmanlık üzerine yardımlaşılmaz (5/2). "Söz"ün işitilemediği kargaşa ortamında gürültünün, kaosun, dehşetin, şiddetin ve korkunun öne çıktığı ortamlarda hangi davetten söz edilebilir?
Mücahit demek –haşa!– isyankar bir zorba, sınır tanımaz, uzlaşmaz, saldırgan değildir. Müslümana saldırgan imaj atfetmek, Müslümana saldırgan imaj kazandıracak zeminlere kaymak İslam'a bühtandır.
Vasat olmak, müminin ana karakteridir. Nefret, kin ve düşmanlık ön plana çıkar ve hem de muharrik unsur olursa, bırakınız insanlığı yaşatmayı, evvelen biz –kendimiz– o gün ölürüz!..
Kılıcı indirmek üzereyken alttan tüküren müşrikin boynunu vurmaktan vazgeçen Hz. Ali'deki rikkate bakınız! Bu ne şecaat! Bu ne asalet! Bu ne titizlik! Şu güzelliğe bakınız lütfen.
"Düşmanlıkta dahi düşmanlarımızla aramızda koruması gereken meveddeti (dostluğu) yok etmemeliyiz (60/7). Çünkü bugünkü düşman aynı zamanda potansiyel bir dosttur da. Düşmanlıkta dahi aşırılığa (israfa) ve azgınlığa (bağy) gidilmemelidir.
Evet! Düşmana sertlik! Ama saygı uyandıracak ve makul seviyede bir sertlik! Kin ve intikamın muharrik olduğu ve nefret ettirici bir sertlik, önce sahibine zarar verir. Vasat olmak müminin şiarıdır.
Müminin genel hali güzellik timsali (usvetün hasene) olmalı, mümin güzel olmalı, güzel huylu, sevecen olmalı; cazibe merkezi olmayı kaybetmemeli; ölçülü, hakkaniyetçi, itidal sahibi olmalı.
el-Emin sıfatımızdan soyunamayız! Şimdi günümüze gelelim. İstanbul'da sinagog ve İngiliz Konsolosluğu'nda vuku bulan olayları yukarıda sözünü ettiğimiz ana çerçeveyle kıyaslarsak bu eylemlerin, öncelikle, hedef tahtası yapılainsanlar yönüyle makul bir izahı yoktur. "Taammüden bir mümini öldüren ebedi cehennemdedir (4/93)" ikazına rağmen o masum insanlar nasıl hedef tahtasına konulabildi bilemiyorum. Yok eğer "yanlışlıkla, bilmeden, istemeden öldürülen şahıs bir mümin ise veya anlaşma olan bir kavimdense ister mümin ister kafir olsun diyet ödemesi ve köle azat etmesi gerekmekte" (4/92) olduğu beyan edilmesine rağmen nasıl da masum insanlara yönelebildiler hayrette kalmamak elde değil!
Mukatelede (fiili bir savaşta) dahi savaşmayana, savaşamayana dokunulmazken, sokaktaki sıradan insanın bir figüran olarak kullanılması hangi hukuka dahil edilebilir!?
Bu durum, "daru'l-harb" deyimiyle izah edilemeyecek kadar vahimdir. İşgal varsa direniş meşrudur. Tank ve füze karşısında direnen bir sivilin tek silahı bedenidir. Buna hiçbir sözümüz yok. İşgalci veya saldırgan bir devlet varsa, sivile yönelmiş ve sivil halkın canına kastediyorsa, o devletin tebasına/siviline direnişçilerin de hürmet duymaması, can güvenliklerini yok sayması bir zorunluluk haline dönüşebilir. Ama Afganistan'da, Filistin'de uygulanan devlet terörü ile İstanbul sokaklarındaki masum kitlenin ne alakası vardır? Kuledibi esnafının, o devletlerin tebasıyla ne paralelliği vardır?
Amellerimiz ya "davet" içermeli ya davetin yolunu açmalıdır. Öyle bir amel sahibi olalım ki mücadelemiz, bugünkü düşmanımızın yarınki müminler olmasına engel teşkil etmeye!
"11 Eylül" denince akla iki uzun bina geliyor da neden Pentagon'daki patlama ya da Beyaz Saray'a yöneldiği söylenen dördüncü uçak gündeme getirilmiyor? Neden diğer iki olay hafızalardan silindi? Niye sadece gökdelenler gündemde tutuluyor? ABD, terör etiketli olayları, kendi egemenlik emellerine alet etmektedir. Elbette yapacaktır! ABD'nin kendine uygun propaganda yapması elbette tabiidir. Ama, Müslümanların, terör tanımı çerçevesine girecek eylem türüne yönelmesi ya da benzer olayları sahiplenmesi ya da reddederken bir tür mahcubiyet içine girmeleri tabii değildir. İslam'a uygun olmadığını fark ediyoruz da; egemenlerin terör tanımı parametrelerine düşme riski nedeniyle susacağız öyle mi?
Kaç köyden kovulursak kovulalım, hakkı söylemeliyiz!
Egemenlerin terör tanım parametrelerine hiç de düşmeyiz. Onların medya gücüne rağmen, İsrail'de yapılan eylemlerle, İstanbul'da yapılan eylemlerin arasındaki farkı sıradan insanlar bile biliyor. Avrupa'da bile en tehlikeli rejimin Tel Aviv rejimi olduğu anketlerden çıkmıyor mu?
Terörün tanımı, –evet– egemenler yapıyor. Hukuk kayıtlarına göre terörün takriben yüz elli ayrı tarifi var. Demektir ki her egemen güç, kendine uygun bir terör tanımı yapmış. Ama sıradan halk onarın kendilerince yaptığı bu tanımları inandırıcı bulmuyor. Çünkü masum ve mazlum halkların vatanlarını işgal edenlere karşı direnmeleri de terör sayılıyor! Gerçek terörün ise devletler eliyle üniformalı, tanklı, uçaklı güçlerce yapıldığının farkında olmayan yok.
Sivillerin üzerine bombalar uçaktan atılınca savaş; insan eliyle atılınca terör oluyor... Bombayı atan üniformalı ise savaş, sivil giyimli atınca terör oluyor. Bir kerede atılan bomba miktarı uçak ve füzeler yardımıyla tonlarca olursa savaş oluyor da, atılan bomba tonu bulmuyorsa terör oluyor. Bir ülkeyi sömürmek üzere işgal etmek savaş oluyor da; vatını, toprağını, yaşam hakkını savunmak üzere direnenler terörist...
1991 Körfez Savaşı'nda, Afganistan'ın işgalinde ve Irak'ın işgalinde hiçbir hedef belirlemeksizin binlerce ton bombanın sivil hedefler üzerine nasıl boca edildiğini canlı yayınlarda izlemedik mi?
"Merd-i Kıpti şecaatin arz ederken, sirkatin söyler" misali, ABD ve İsrail güç gösterisi yaparken, devlet terörünün çapını da hafızalarımıza "hiç silinmemecesine" yazdılar. Vietnam'da daha dün binlerce ton kimyasal silahı hiç utanmadan kullanmaktan çekinmeyen ABD, Irak'ta kimyasal silah aramaya geliyor!.. Bu arsız egemenlerin, yukarıda örneğini verdiğimiz terör tanımı parametrelerine düşmek diye bir sorunumuz yoktur.
Duruşumuz, söylemimiz ve amellerimizdir, düzeltilecek olan! Bu üç şey birbirinin sağlaması olmalı! Bu üç şeyden her biri diğer ikisini doğruladıkça; bireysel –dolayısıyla toplumsal– dönüşümümüze derinlik ve nitelik kazandırabildikçe, kınayanın kınamasından çekinmek niye?
Amel kendini lanse eder, yeter ki amel, "salih" olsun! Usvetün hasene sahibine övgü gerekmez, o zaten güzelliklerle bezeli!
Şecaat, sabr-ı cemilde (en güzel direnişte) aranmalı, değil ki çığırından çıkarılmış şiddette...
Sınırları ihlal etmemekte direnmek gerekiyor.
Düşmanlıklar bizi adaletten ayırmamalı (5/8). Ehl-i Kitab'ın iyi ve kötü yanlarını Kitab-ı Mübin bize ayrıntılarıyla haber veriyor. Onlara tabi olmaktan şiddetle men ediliyoruz ve fakat Ehl-i Kitap, bir ateiste, bir müşrike nispetle olumlu bir kategoride değerlendiriliyor. "Hepsi bir değil! İçlerinde doğruluk üzere bulunan bir topluluk var. İşte onlar salihlerdendir (3/113-114)" diye de titiz davranmaya sevkediliyoruz. Bu gibi ayetlerle birlikte Al-i İmran 64. ayette de Ehl-i Kitap ile ortak bir söze (asgari müştereklere) davet vardır. Biz burada bu ayetlerden fetva çıkarmaya yeltenmiyoruz. Bu bizi aşar. Ancak bu gibi ayetler bizi, Yahudi veya Hıristiyan olsun her Ehl-i Kitab'ı tek kategoriye indirgemekten, Ehl-i Kitab'ı da ateist ve müşriklerle aynı kategoriye sokmaktan alıkoyar.
Hürmetler karşılıklıdır (2/194) ve eğer biz birilerinin kutsalına dil uzatırsak onlar da bizim Rabbimize dil uzatırlar (6/108). Bizim kutsalımızı korumanın bir yolu da onların mabetlerine dokunmamayı gerekli kılıyor. Kötü bir çığır açmak, sâlihlerin işi değildir. Asıl olan "saldırgan"la savaşmaktır. Saldırgan bir toplulukla, başka kişi ve toplulukları aynı kategoriye alan, cepheyi büyütmeye kalkan bir anlayış o gün, kişiyi, bütün bir dünyayla savaşmak zorunda bırakır. Bu yaklaşım, akla zarar! Kaldı ki saldırganla bile, "caydırıcı güç" kullanarak, savaşmaksızın elde edilebilecek bir galibiyeti, mantık yeğliyorken... Tüm dünyayı karşınıza dikmek!?
İnsanın yüzü (cemal) yalnızca göz, burun, kulak yada kıldan birisi değildir. İnsicam ile birbirine merbut oluşla ortaya cemal çıkar. Ve hem, bu her bir uzuv, bağlı olduğu bedenin hayatiyetine katkı sağladıkça anlam kazanır. Böylece her bir uzuv kendi varlığını sürdürmüş de olur.
Ortada bir beden yoksa ortada bir hayatiyet de yoktur. Yani bir bedene hayatiyet kazandıramayan bir uzuv da yok demektir. Varsa da işlevsel olamayacaktır. Kendi başına bir şey kazansa bile bedenin kâr hanesine yazılamayacak bir kazanım olacaktır.
Gerçek o ki, bugünkü dünyada Müslümanların evrensel çapta bir hayatiyeti yoktur. Hatta hayatiyet belirtisi yoktur. Ortada bir beden yoktur! Yani evrensel bazda hayatiyeti olan bir beden yoktur. Ortada bir ceset vardır ve parçalara ayrılmıştır. Her bir parça kendi içinde hayatini devam ettirmeye çabalamaktadır. (Her şeye rağmen, kimi bölgesel dirilişleri beceren o parçalara binlerce selam olsun!)
Şeyhlerin, sultanların, kralların sultası altında veya cuntaların, diktatörlerin zulmü altında veyahut oligarşik bürokrasilerin otoriter egemenliği altında İslam coğrafyası parçalara bölünmüştür. Bu parça devletler arasında da suni düşmanlılarla, milliyetçiliklerle ve mezhepçiliklerle sağlanan sıkı bir tecrit politikası uygulanmaktadır. İslam coğrafyası bu haldeyken, Batı, küresel çapta bir askeri-siyasi güç olarak karşımızda duruyor. İsrail, zahiren bölgesel ama gerçekte ABD ile birlikte küresel bazda hem siyasi hem askeri olarak bütün bir İslam coğrafyasında konuşlanmıştır. Bu ikili, yıllardır bu coğrafyayı hem siyasi hem düşünsel bazda bölecek, evrensel kimi söylem ve metotlarını uygulamaktadırlar. Şimdi, bugün (1990'lardan beri) açıkça bu bölgeyi nüfus alanı olarak ilan etmişlerdir.
Bir tarafta küresel bir odak; bu tarafta ise küresel ölçekte bir dağılmışlık varken (Dünya Savaşı öncesi bir Sırp delikanlısının sorumsuzluğuyla) kimi bölgesel direnişleri küresel ölçeğe taşıyabilecek girişimlerde bulunmak, İslam'a hizmet etmemektedir. Daha da önemlisi, o bölgesel direnişlerin haklı/meşru çıkışları gölgelenmektedir, sorgulanır pozisyona düşürülmektedir! Hele hele açıkça taraf olmayan devletleri ve hatta sessiz çoğunlukları, emperyalist işgalci cephenin yanına itecek eylemleri makul, mazur ve meşru görmek mümkün değildir.
Duruşumuzla, söylemimizle ve amellerimizle sınırları ihlal etmemekte direnmek gerek...