Hep söylenegelmiştir: Ülkemizde Müslümanların kültürel yönden en köklü eksikliklerinden başlıcası; geçmişin yazılı birikimine, edebi zenginliğe, üretim çeşitliliğine, kayda geçirilmiş bir sanat mirasına sahip olma konusundaki yetersizlikleridir. Bu olumsuz durum, Müslümanların geçmişte yaşadıkları deneyimlerin her türlü kazanımından uzak kalmalarını da beraberinde getirebiliyor. Oysa yaşanan süreçlerin getirdiği deneyimlerin gelecek nesle aktarılması yönünde Müslümanlara büyük bir sorumluluk düşüyor. Yoksa bu yetersizlik, Müslümanların Türkiye'de gündemi belirlediği dönemlerin öyküsünün bile başkaları tarafından, dışarıdan yazılması sonucunu doğurmuştur. Bu olumsuz durum, olayların kamuoyuna, gelecek kuşaklara saptırılarak anlatılmasına yol açabiliyor. Bununla birlikte, günümüzde bu alanda var olan söz konusu eksikliği gidermeye yönelik sevindirici gelişmelere tanık oluyoruz. Müslüman yazarlar (ki bunların hemen tümünü bayan yazarlarımız oluşturuyor) peş peşe yayınladıkları eserlerle; başörtüsü mücadelesi, 28 Şubat süreci gibi öznesi olduğumuz geçmişimize ışık tutuyorlar. İşte Sevgi Engin'in yazımıza konu olan eseri de böylesi bir eksikliği telafi etmeye aday bir anı-roman niteliği taşıyor.
1968 Eskişehir doğumlu olan Sevgi Engin, 90'lı yıllarda başından geçen tutukluluk dönemi çevresinde kendi yaşadıklarını, izlenimlerini eserindeki "Kadın" kahramanın şahsında dile getiriyor. Eser, adeta belirsiz bir biçimde başlayan bir filmin gittikçe netleşmesi gibi açılıyor. Olay akışında kronolojik bir sıra gözetilmediği için, kitabı okurken sürekli bilinci diri tutmak gerekiyor. Bunun bir sebebi, olaylar arasındaki ilişkiyi fark edebilmek için olay örgüsünün geriye ve ileriye kırılmalardaki ayrıntılarını, bağlantılarını gözden kaçırmamaksa, bir sebebi de eserdeki yoğun olay örgüsü ve gözlemlere dayalı tahlillerin çokluğudur. Böylece kuru bir metinden ibaret kalmıyor, bize sunulan eserin içeriği. Anlatı; sanatın, edebiyatın o evrensel insani duyarlılığına yaslanarak olaylar üzerindeki sis perdesini ağır ağır kaldırıyor.
Roman, cezaevindeki bir kadının iç monologlarıyla başlıyor. Ancak biz okuyucular, Kadın'ın niçin cezaevinde bulunduğunu henüz bilmiyoruz. Rengarenk giyimli, hepsi sarıya boyalı saçlarıyla esmer gülümseyişler fırlatan, duyulmamış küfürler eden Roman kökenli kadınlarının arasında Alis gibi tebessümle dolaşıyor Kadın. Daha sonra eserin olay örgüsü, yakın bir geçmişe doğru kırılarak Kadın'ın hapse düşme sürecini işliyor. Açık yüreklilikle değinilen insanlık dışı işkence süreci ve arada kalmış masumiyet simgesi küçücük bir çocuk... Anlatı uzamı tekrar geriye doğru, fakat uzak bir geçmişe doğru kırılarak on yıl kadar öncesine, küçük bir Anadolu kentinin yatılı kız öğretmen okuluna gidiyor. Kadın; genç kızlığında, şimdi "dini içerikli" olarak bile tanımlayamayacağı bir romanla duygusal İslami bir dönüşüm yaşıyor ve namaza başlayıp örtünüyor. Yazın eve döndüğünde ailesince yadırganıyor. İlk gençlik dönemlerinde sürdürdüğü okumaları, onu 1400 yıllık İslam'ın farklı yorumlarına götürüyor ve çevresindeki Müslümanların köklü fikir ayrılıkları genç kız kalbini yıpratıyor. Burada anlatı, bu kez ileriye doğru kırılarak tekrar cezaevi günlerine yöneliyor. Gel gelelim kitap, bundan sonra yalnızca bir cezaevi güncesinden ibaret kalmıyor. Yani eserde tutuklu bir Müslüman kadının öyküsü anlatılmıyor yalnızca. 12 Eylül'ün baskılarının hissedildiği ortamdaki başörtüsü direnişleri, Müslümanların 68 kuşağı sayılan 80 kuşağının zihin dünyası, bu dünyayı besleyen yazarlar, başörtülü öğrencilerin dışlanmış olmalarının getirdiği bireysel acılar, bu acıların bir sonucu olarak ailelerden habersizce kıyılan gizli nikahlar, Müslümanlar arasındaki farklı gruplaşmalar sıcağı sıcağına aktarılıyor. Duygu yüklü anlatımlar, bir kadının kalemindeki yalınlıkta geçmişle hüzünlü bir biçimde sarmaş dolaş oluyor. Bu hüzün, özellikle romanın sonlarında doruğa ulaşıyor. Ülkeyi terk ederken yaşanan ruhsal acılarla Rasul'ün hicreti arasında çok duygulu bir özdeşim kuruluyor.
Tutukluluk süreci, eserin omurgasını oluşturuyor yine de. Hapishanede kadınların yatakhanelerinde yinelenip duran gündelik işlerin yanı sıra cezaevi raconu; cinayet ve hırsızlık suçlarından dolayı mahkum olan kadınlar arasında bir yandan gardiyanların keyfi tutumlarına direnen, öte yandan koğuş içi zorbalıklara kafa tutan kararlı bir kadının, küçücük ayrıntıları bile birer veri olarak ele alıp değerlendiren, bu verilerden toplumsal çözümlemelere ulaşan; anlatan, okuyan, gözlemleyen, üreten kişisel serüveni…
Cezaevi deneyimi sürecinde düşünce dünyasını sorgulamadan geçiriyor. Mahkumların dünyalarını tanıdıkça teorik anlamda savunulan sıcak ideallerin, soğuk realite karşısında kimi zaman tıkanabileceğini fark ediyor. Bu bağlamda cezaevinden çıkışının ilk günlerinde, tutukluluğu süresince kendisini hiç arayıp sormamış; hiçbir mektubu, hiçbir selamı, hiçbir armağanı gelmemiş bir arkadaşıyla mücadele yöntemi üzerine yaptıkları bir konuşma, cezaevi deneyiminin kendisine kazandırdığı sonuçları işaret ediyor bize:
Arkadaşı, kadınların silahlı mücadeleye katılımı hakkında ne düşündüğünü soruyor. Bu soruya karşılık olarak kendisi, öncelikle erkeklerin silahlı mücadeleye katılımının ne kadar yerinde bir tutum olduğunun, koşulların ne kadar göz önünde bulundurulduğunun, insanların neden içerde bulunduğunun sorgulanması gerektiğini belirterek, İslam'ın barış dini olduğunu, Peygamber'in ise rahmet peygamberi olduğunu hatırlatıyor. Bunun üzerine arkadaşı, yüzünde beliren bir tebessümle "Seni içerde iyi korkutmuşlar" diyerek sorgulanması gereken bunca işin içinden çıkıveriyor. (s. 184)
Kitapta gözlenen bir durum da yazarın izlenimlerinin ürünü olan bir çok anlatının varlığı. Bu anlatılar romanın olay akışında herhangi bir kesintiye yol açmadığı için eserin dokusuna zarar vermemiş. Bunların kimisi; başlaması, gelişmesi ve bitişiyle, eserin olay örgüsünden bir an kurtulup bağımsızlaşarak müstakil birer öykü oluvermiş. Sözgelimi; yazarın üniversite zamanlarında kaldığı öğrenci evindeki aşçı kadının ya da cezaevindeki koğuş ağası Emine'nin anlatıldığı bölümler bu bağlamda değerlendirilebilir.
İnanıyoruz ki bu eser, bu topraklarda yaşayan Müslümanların varoluş mücadelelerine ilişkin tecrübelerin, gelecek kuşaklara doğru-dürüst aktarılması yolunda ilk adımlardan birini oluşturacaktır.