Francis Ghiles'in bu yazısı Batılı bir gözlükle yazılmıştır. Ancak gerek bu bakış açısının değerlendirilmesi ve gerekse sunduğu önemli bilgilerden yararlanılması düşüncesiyle yazıyı yayınlamayı uygun gördük.
Cezayir'in kilitlenmiş göründüğü şiddetin kısır döngüsü 1954 ve 1962 yılları arasında 500.000 Cezayirli ve on binlerce Fransız askerinin hayatına mal olan bağımsızlık savaşını her geçen gün daha fazla hatırlatıyor. Bağımsızlık savaşının acımasızlığı yalnızca yaygın işkence ve "isyancılar"a karşı Napalm kullanılmasından kaynaklanmıyordu. Ulusal Kurtuluş Cephesi [Front de Liberation National (FLN)] taraftarları ile emekli bir asker olan milliyetçi lider Messali Hac yanlıları arasındaki savaş örneğinde olduğu gibi Müslüman Cezayirlilerin birbirlerine karşı düşmanca tavır almaları, FLN liderlerinin kendi içlerinde şiddete başvurmaları ve Fransız yerleşimcilerin birbirlerinin ve Paris'teki hükümetlerinin ihanetine uğramaları; işte bunların tümü cinayet, tecavüz, işkence ve düşmanlık zincirinin asıl halkalarını oluşturmaktaydı.
Ne gariptir ki, FLN adına savaşan gerillaların birçoğu bir kuşak sonra Cezayir devletine karşı yürütülen radikal İslamcı mücadeleyi yönlendiren ve liderlik eden kişiler olacaktı. Köktenci (fundamentalist)lerin Robin Hood'u olarak görülen Bustafa Buyali de, İslami Kurtuluş Cephesi [Pront de Islamic Salvation (FIS)]'nin hapisteki ünlü lideri Abbas Medeni de Fransızlara karşı savaşmış ve 1954-62 arasında uzun yıllar hapiste kalmışlardır. Köktenciler eylemleriyle, Cezayir tarihinin hakiki anlamını sorgulamakta ve 1962'den beri birbirlerini izleyen ve Cezayir halkının benimseyebileceği bir siyasi ve ekonomik kalkınma modeli sunmaya ve ulusal bir kimlik oluşturmaya çabalayan ülke liderlerinin acıklı iflasını ortaya koymaktaydılar.
FLN Yılları
Cezayirlilerin çoğu, Cezayir'in içinde kalıp Fransa'ya karşı mücadele eden ve asıl yükü taşıyanların değil de, Cezayir dışında mücadeleyi sürdürenlerin Temmuz 1962'de iktidarı ele geçirmiş olduğunu unutmamışlardır. İçeride kalan Cezayirlilerin gözünde, liderlerinin 1962'de sahip olduğu azıcık meşruiyet de ifade özgürlüğünün kısıtlanması, etkin sendikal hareketin kontrol altına alınması ve görüş ayrılığına düşülen eski silah arkadaşlarının baskılara uğraması gibi uygulamalar yüzünden kısa bir süre zarfında kaybolup gitti.
Hayri Bumedyen'in iktidarı döneminde, Cezayir yoğun bir sanayileşme ve tarımda sıkı bir devletçilik politikası izledi. Petrol fiyatlarında 1973'ten sonra ortaya çıkan yükselme de bir yandan göz kamaştırıcı sanayileşme adımlarını cesaretlendirirken, aynı zamanda dış ilişkilerde mağrur bir tavır takınılmasına zemin hazırladı. Bu dönemde Batı'nın emperyalist politikaları ve iktisadi "tahakküm"ü üzerine vurgu yapmak yaygındı. Mamafih, bu vurguyu yapan aynı kişiler kendi halkları üzerinde aynı pratikleri sergilemekteydiler.
Bu arada, gittikçe daha dejenere bir hal alan verimsiz sanayi mekanizması, başta su olmak üzere geniş kaynakları yutmaya ve ülkeyi kirletmeye devam ediyordu. Yine 1962'de kendini besleyebilen ülke, tarım politikası ve üretici fiyatlarının sıkı denetimi yüzünden yiyeceğinin yarısını ithal etmek zorunda kalmıştı. Ev yapımı gittikçe azalmış ve özel şahısların birbirleriyle gayri menkul alışverişi yapmaları yasaklanmıştı. Öte yandan birçok üst düzey Cezayirli yetkili konforlu villalar, seyahatler ve çocukları için yurtdışında eğitim gibi ayrıcalıklardan yararlanmaktaydılar. Yoksulluklara Albay Bumedyen tarafından göz yumulmakta, adeta "bal tutanın parmağını yalaması" olarak görülmekteydi.
Bu yıllarda FLN'in kurucu liderlerinin birçoğu tutuklandı, susturuldu, sürgüne gönderildi ya da öldürüldü. 30 yıllık sürgün hayatından döndükten 5 ay sonra muhafızlarından biri tarafından geçen Haziran'da öldürülen Muhammed Budiyaf da, yolları ayrı düşmüş eski "kahraman"lardan biriydi.
"Mücahidin"
Radikal İslamcı gruplar uzun yıllardır saldırılarda bulunmaktalar. Bu saldırıların en kanlılarından biri, 18 ay önce seçimlerin iptal edilmesinden önce gerçekleştirildi. Güneydoğu Cezayir'de bulunana Guemmar'daki kışlaları hedef alan saldırıda 40 asker öldürüldü. Geçen yıl seçimlerin iptal edilmesinden bu yana ise saldırılar ivme kazanarak daha kanlı bir hal aldı ve hedefler de, önce güvenlik güçlerini, bu yılın başlarından itibaren üst düzey devlet adamlarını ve Bahar'dan beri de tanınmış aydınları kapsayan bir biçimde genişledi.
Küçük çaplı birçok mahalli reisleri ya da emirleri saymazsak, belli başlı dört büyük mücahidin grubundan söz etmek gerekir. Komutası altında 1000'den fazla silahlı adamı olduğu söylenen 'General' Çeboti, İslam Ordusu Hareketi adlı grubun lideri. Oldukça aktif bir diğer grubun liderliğini Haziran ayı ortasında Fas'ta tutuklandığı tarihe kadar Abdulhak Layada yapmaktaydı. Şu anda tutuklu bulunan Mansur Milani'nin grubu ise Doğu Cezayir'de faaliyet göstermekteydi. Söz etmeyi gerektiren bir diğer grup da Afganlar adıyla tanınmaktadır. Afganlar arasında Ahmed Bouamra lider değilse de öne çıkan kişidir ve halen kaçaktır.
Buyali on yıl önce başkent el-Cezayir'in Güneydoğusu'ndaki Larba bölgesinde İslami bir kıyam başlatmaya teşebbüs etmişti. Yakalanıp öldürüldüğü 1987'ye kadar tam dört yıl Cezayir ordusunu epeyce peşinden koşturdu. Daha sonraki dönemde özellikle 1992 Ocak'ında seçimlerin iptal edilip, partinin de kapatılmasından sonra mensupları arasından taraftar buldular. Genellikle bu kişilerin çoğu uzunca bir süredir liderlerinin siyasi mekanizma içinde yer alma politikalarına muhalefet eden kişiler olmaktaydılar. Bugün silahlı gruplar için hoşnutsuz binlerce genç büyük bir insan kaynağı teşkil etmektedir.
Mustafa Buyali büyük bir ihtimalle hiçbir zaman Cezayir liderlerine adil bir seçim düzenleme hususunda güven duymamıştı. Abbasi Medeni ise her ne kadar partisinin ilahi bir misyon taşıdığına inanmaktaysa da, siyasi sürecin denemeye değer olduğuna inandığını açıklamıştı. Çoğunluğun teokratik bir devlet modelini arzuladığı bir ülkenin demokratik olabilmesi oldukça şüpheli, mamafih radikal İslamcıların dışındakileri de içerecek şekilde milyonlarca kişinin devletin meşru ellerde olmadığına inandığı bir ülkede devletin daha fazla kan dökülmesini önleyebileceği de en az o kadar şüphelidir. Her zamankinden daha fazla ölçüde, Cezayir'in durumu çözülebilir bir problemden ziyade, katlanılması gereken bir trajediyi andırmaktadır.
Başta genç kuşak arasında olmak üzere, köktencileri destekleyenlerin çoğu bıkkınlık saikiyle davranmaktalar. Yoğun işsizliğin, kronik hale gelmiş evsizliğin ve tam bir kimlik kaybının oluşturduğu bir bıkkınlıktır bu. Modern hayatın olanaklarına ulaşabilmenin engellenmesi derin bir bunalıma neden olmaktadır.
Mamafih, kendilerini "Batılı değerlere" karşı ön cephede buldukları savaşın tabiatına ilişkin olarak çok daha az ihtiyatlı olan başkaları da vardır. "Afganlar" olarak adlandırılan, Afganistan'da Rusya'ya karşı savaşmış yüzlerce Cezayirli de bunlara dahildir. FIS tebliğcilerinin dini eğitim açısından yetersizlikleri ve fikri seviyelerinin FLN'nin 25 yıl boyunca ileri sürdüğüne benzeyen halkçı (popülist) kendine güven duygusunu yansıtan tam oturmamış bir niteliğe sahip olduğu bilinmektedir. Uyguladıkları şiddet de kökleri eskiye uzanan dahili FLN siyasetinin bir nevi aynasıdır. Üç yıl önceki bir sloganın da çok yerinde tespit ettiği gibi temelde FIS, FLN'in hakiki bir çocuğudur.
Tırmanan Kirli Savaş
Henüz üç ay önce Global Strateji Enstitüsü'nün yöneticiliğine atanmış bulunan Profesör Muhammed Boukhobza'nın 22 Haziran'da öldürülmesi, radikal İslamcı grupların tanınmış ve saygı değer aydınları hedef alan yeni eylem politikasına işaret etmektedir. Geçen Kış'tan beri öldürülen benzer altı kişiden dördü Cezayir Kolektif Başkanlık Kurumu'na tavsiyelerde bulunmak üzere oluşturulmuş bulunan Ulusal Danışma Konseyi'nin üyesi idiler. Bu kişilerin ikisi kıdemli yargıçlardı. Diğerleri ise yazar ve gazeteci Tahir Djaot ile uluslararası üne sahip olan psikoanalist Profesör Mahfuz Boussebsi idi. Bu kişiler Müslümanlıkları ile modern bilim ve felsefeyi uzlaştırmada herhangi bir sakınca görmeyen aydınlardı. Bu tür aydınlar kısa bir zaman önce Başbakan Belaid Abdusselam tarafından "asimile edilmiş laikler" olarak tahkir edilmişlerdi. Yazar Raşid Mimouni bu tür bir söylemin insanları cinayete teşvik etmenin bir yolu olduğunu söylemişti. Profesör Boukhobza'nın öldürülmesinin ardından, Mimouni Başbakan'ın 'ılımlı' köktenciler ile diyalog arzusunu açıklamasını eleştirerek, bu açıklamanın "sanki ılımlı faşistler olabilirmiş gibi" kavramsal açıdan bir çelişki olduğunu söyledi.
Öte yandan, güvenlik güçlerinin 'isyancılar'ın saklandıkları yolunda ihbar aldıkları evlerde yaptıkları aramalarda kadınların mücevherlerini çalma şeklindeki uygulamaları gittikçe artmaktadır. Kadınlara tecavüz edilmesi vakıaları da artmıştır. Gözaltında bulundukları sırada en az iki köktencinin hadım edilmesi olayından kamuoyu tümüyle bilgi sahibi olmuştur. İşkence gittikçe yaygınlaşmakta, sıradan bir uygulama halini almaktadır. Uluslararası Af Örgütü'nün Cezayir hakkında dört ay önce yayınlanan son raporunda "insan hakları ihlallerinin gittikçe kurumlaşmakta" olduğu ifade edilmektedir. Bu savaş, her iki tarafın da ılımlı yöntemlerin etkili olamayacağına karar verdiği tırmanan bir kirli savaştır.
Yaklaşık on yıldır radikal İslamcı grupların taraftarları kadınlara yönelik şiddet eylemlerinde bulunmakta bir beis görmemekteler. Kendi ifadeleriyle 'dejenere' Batılı kıyafetleri yüzünden spor yapan kız öğrencilerin yüzlerine asit fırlatmaktaydılar. 1991-92'de ise sıradan polisler ve aileleri bu gruplara hedef oldular. Bugün, yetkililer güvenlik birimlerini intikam saldırılarına girişmekten alıkoymakta git gide daha çok zorlanmaktalar.
Profesör Boussebsi'in el-Cezayir'de çalıştığı hastahanenin hemen çıkışında bıçaklanarak öldürülmesi de, Profesör Bokhobza'nın kendi evinde küçük kızı ve biraderinin önünde öldürülmesi de radikal İslamcı militanlar için bir tür 'kendini feda etme' eylemleriydi. 'Onur' ancak, kan ile yıkanabilirdi ve 'kendini feda etme' eyleminin şahitleri mevcut olmalıydı.
Cezayir tarihi bize farklı gruplar arasında şiddetin, kökeni geçmişe uzanan bir gelenek olduğunu gösteriyor. Miladi üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda Hıristiyanlar arasındaki mezhepçilik ve ilk dönem kilise babası Hippo (şimdiki Annaba) Piskoposu St. Augustine'in şiddetli polemikleri, çok eski çağlardan beri tartışmaların büründüğü oldukça sert ve ideolojik biçimin bir hatırlatıcısıdır. Cezayir 1830'dan sonra tam yarım yüzyıl nüfusunun yarısını kaybetme pahasına Fransız işgaline direndi ve ülkenin baştan başa Fransız birliklerince yağmalanmasına şahit oldu. Bugün, tarih bir trajedi şeklinde tekerrür ediyor. Ve Afrika'nın bu en büyük ikinci ülkesi ve komşuları için bunun ne gibi sonuçlar doğuracağını şimdiden kavramak ise imkansızdır.
Çeviren: Rıdvan Kaya