“Kâtip Çelebi’nin aktardığı ‘Sinnimar Cezası’ pek çok açıdan öğreticidir: Kadim çağ imparatorlarından biri, dönemin ünlü mimarı Sinnimar’a, eşi benzeri olmayan bir saray yaptırtır Fırat kıyısında; yapının inşası tamamlandığında, en üstteki taraçaya çıkan imparatorun yanına yaklaşır Sinnimar ve ona sarayın bir noktasındaki bir taşın yerinden çekilmesi durumunda bütün her şeyin o anda çökeceğini söyledikten sonra ekler: ‘Ama merak et- meyin haşmetlim, söz konusu taşın hangisi olduğunu benden başka bilen yoktur.’ İmparator, bunun üzerine, duraksamaksızın onu öldürtecektir.”
Enis Batur1
Edebiyat araştırmalarının sahası, zannedildiği gibi sadece edebî eserlerin incelenmesinden ibaret değildir. Kaldı ki edebî eserler, bütün düşünce ve sanat ürünleri gibi, toplumun hayatıyla ilgili oldukları ve kültürel etkileşimlerin izlerini taşıdıkları için, hem sanat eseri hem de yazıldıkları zaman içinde açık ya da örtük etkileşimleri canlandıran birer belgedirler. Zira yazarlar hayatlarının değişik safhalarında siyasî, sosyal, felsefî ve kültürel faaliyetlerle bir şekilde ilgilenmek, bu çerçevede farklı kişilerle fikir alışverişi içinde olmak hatta bu kişilerle etkileşim ya da etkilenim durumunda kalmışlar; söz konusu arka plan içinden pek çok konuyu, kavramı eserlerine taşımışlardır. İşte bu nedenledir ki, edebiyat araştır- maları edebî yönü ön plana çıkan kişilerin, sanatlarıyla yan yana devam eden hatta sanatlarının temel kurucu niteliğinde olan bir düşünce ve fikir serüveni olduğunu kabul etmek ve bu doğrultuda çalışmalar yapmak zorunluluk gibidir.
‘Diyaloglar’ Üretmek
Bilgi İletişim Kültür Araştırma Derneği (BİLKAD) tarafından Konya’da gerçekleştirilen Salı Söyleşilerinde “Sezai Karakoç ve Düşünce Dünyası” üzerine konuşan Kemal Kelleci, Sezai Karakoç’la tanışma anını şöyle anlatır: “Sezai Karakoç, Büyük Doğu’da yazıyordu. Mona Roza şiirinden dolayı ona büyük ilgi duyuyoruz. Sezai Karakoç’u hiç görmediğimiz için büyük bir insan olarak tahayyül ediyoruz. Geldi; baktık ki, toparlak-kıvırcık saçlı bir kişi. Dedik, ‘Bu mu Sezai Karakoç?’ Onunla ilk tanışmamız böyle oldu.” Kelleci, Sezai Karakoç’un siyasalda okumasına rağmen İslamiyet’i özümseme nok- tasında Necip Fazıl’dan daha nitelikli oluşundan da söz eder. “Kur’an’ı anlayan bir insan onun şiirlerini anlar.” diyen Kemal Kelleci’nin abartılı yanları olan bu yargısının dışında kendilerinin Ankara’daki Kur’an çalışmalarının da Sezai Karakoç’un şiirlerinde geçen Kur’anî kavramların mahiyetini anlamak için Kur’an meallerine müracaat neticesinde başladığını da ifade eder. Gerçekten de doğru bir tespittir bu: Ondaki çekirdek bu noktada Kur’an olarak karşımıza çıkar. Kur’an temelli söylemin kendini fark ettirmesinin esas olarak 1970’li yıllara rastladığı anımsandığında bu söylemin bu tarihten önce bir teşekkül ve/veya bir tür mayalanma evresinden geçtiği söylenebilir. Şöyle ki 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de egemen İslam anlayışından kendini ayrıştırmaya çalışan tenkitçi bir Müslüman kimliğin inşasına yönelik çabalar başladı.2 Bu çabalar içinde Malatya Ekolü’nün önemli bir yerinin olduğu bilinmektedir. Daha sonra Seyyid Kutub gibi çağdaş Müslüman düşünürlere ait çeşitli kitapların Türkçeye tercüme edilişinin söz konusu çabalara hız ve heyecan kazandırdığı, döneme ilişkin çalışmalara ve tanıklıklara bakıldığında rahatlıkla görülür.3
Düşünce ve sanat dünyasının önemli isimlerinden biri olarak Sezai Karakoç, elli yılı aşkın bir süredir gerek şiirleri, hikâyeleri, piyesleri ve çevirileri, gerekse düşünce yazılarıyla göz ardı edilemeyecek bir değerdir. İşte bu düşünceden hareketle Cumhuriyet dönemi Türkçe şiiri içinde İslami kültürün yansımasını irdelemek ve bu çerçevede Sezai Karakoç’un yerini belirlemek önemli olmakla beraber Karakoç’un etkileşim içinde olduğu isimlerden bahsedilirken adı anılmayan hatta bilinçli bir biçimde üstü örtülen, görmezden gelinen bir isimden söz etmek mümkündür. Son yıllarda onun fikrî yönünü inceleyen yazılar da artmakla birlikte, bunların hemen tamamında M. Said Çekmegil adının anılmaması oldukça düşündürücüdür.
Türkiye’deki birçok Müslümanın İslam nokta-i nazarından çağdaş kimi kavramların mahiyetini ve dinin temel kaynağına dönük vurguları Çekmegil’in ilk olarak 70’li yıllardan önce yazmış olduğu kitaplar sayesinde öğrendiği hatırlandığında bu etkinin Karakoç’un Çekmegil’le ilişkisini belgeleyen iki fotoğrafla da sınırlı olmayacağı anlaşılır. M. Said Çekmegil’in her türlü hiyerarşiyi reddeden, kişiye değil metne referans veren tutumu kültürel açıdan Karakoç’un İslam anlayışını kısmen de olsa etkilemiştir. Onun Karakoç üzerindeki etkisi nedir, diye sorduğumuzda aklımıza ilk gelen şey Kur’an vurgusudur. Bu vurgunun kaynağı noktasında o yıllar bakımından M. Said Çekmegil’in adını anmamızın nedeni Çekmegil dışında o yıllarda bu vurguyu yapan/yapabilecek ve aynı zamanda da Sezai Karakoç’la ilişki içinde bir başka isme rastlamanın hemen hemen imkânsız olmasıdır. Bunu daha sıhhatli değerlendirebilmek için bu dönemin İslami düşünce çizgisinde Çekmegil’in yerine genel hatlarıyla değinmekte yarar vardır. Çekmegil o yıllarda belirli bir akıma bağlı kalmayıp kendi yolunu çizerken bütünüyle kendi çevresinin düşünce geleneğinden beslenmiş bir mütefekkirdir. Uyanış olarak görebileceğimiz bu çabaların oluşmasının pek çok dinamiklerinden ve kişilerden bahsedilebilir. Çekmegil İslami perspektifini; babasından, Musa Carullah ile Rusya’da bir dönem hapiste tanışan “Dayı”sından (Topal Hoca), İsmail Hatip Erzen ve Keşşaf Hoca’dan almıştır. Bu nedenle Cumhuriyet dönemi İslami düşünüşün ilk yılları bakımından bu yılların genel panoramasını oluştururken Çekmegil olmazsa olmaz bir isimdir.4
Belgesel Yaşam Karşımızda
Sezai Karakoç, 22 Ocak 1933 tarihinde Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuştur. Çocukluğu, babasının işi sebebiyle çeşitli yerlerde geçmiş olan Sezai Karakoç, ilkokulu Ergani’de (1944), ortaokulu Maraş’ta (1947), liseyi de Gaziantep Lisesi’nde (1950) okumuştur.5 Gaziantep Lisesi’nde okurken sıkça gidip geldiği ve görüştüğü isim kimdir, dediğimizde M. Said Çekmegil adıyla karşılaşırız.6 Bunu belgeleyen iki fotoğraf bu iddiamızı doğrulamaktadır. Kuşkusuz bu fotoğraflar dışında da bu etkileşim hakkında bağ kurmamızı mümkün kılan noktalar vardır.
Karakoç, fikrî mücadele için öteden beri istediği dergi çıkarma hedefini 1960 baharında Diriliş ile gerçekleştirmiştir. 27 Mayıs darbesinin öncesinde çıkan dergi, Nisan ve Mayıs aylarında iki ay çıkabilmiş ve darbe yüzünden yayına devam edememiştir. Karakoç bu arada askerliğini yapmış 1962’de İstanbul’a gelmiş ve Körfez’den sonra ikinci kitabı Şahdamar’ı yayımlanmıştır. Bu arada memuriyeti gereği Anadolu’yu dolaşmaktadır. Bu dönemde pek düzenli olmamakla birlikte Yeni İstiklâl’de yazıları çıkmıştır.7 O; bu gazetede Mehmet Yasin adıyla yazdığı yazıda Çekmegil’i sürekli takip ettiğini ortaya koyar. Çünkü yazısının başlığı “Çekmegil’in Son Eseri” adını taşımaktadır.8 Buradan onun ilk eserlerini de takip ettiğini, okuduğunu hatta bunlardan yeni yazılar çıkardığını da ifade edebiliriz.
Karakoç’un “millet” anlayışı ise İslâm’dan mülhemdir. O, “millet” kavramının Kur’ân-ı Kerim’de tüm inananlar toplumunu ifade etmek üzere yer almış olmasından yola çıkar ve “Millet, toprak, dil, ırk realitelerinin üstünde inanç ve ülkü beraberliğini ifade eden bir kavramdır.” tanımına ulaşır. Ayrıca Batı’daki “nation” kavramının, millet kelimesini tam olarak karşılamadığını ifade eder. Batı’nın “millet” kavramı ile İslâm’ın “millet” kavramı arasında büyük bir fark göze çarpmaktadır. Batı’nın millet (nation) kavramı, “kavim” kavramına yakın bir anlam taşır. Oysa İslâm’ın “millet” kavramı, bütün insanlığı hedef alan bir genişliğe sahiptir. Millet kavramı, “cemaat” sözünden çok daha geniş, yoğun ve kaynaşmış bir kitleyi belirtir. Bu yüzdendir ki, Hıristiyan mezhepler, ayrı ayrı cemaatler kabul edildiği halde, İslâm milleti kavramı, tüm mezhep ve tarikatları kapsayan bir evrensellik özelliği gösterir. Karakoç, İslâm’ın millet anlayışının Batı’nın millet anlayışının çok üstünde olduğu görüşüne sahiptir. İnsanları doğuştan getirdikleri, kendi niyet ve iradelerinin katkısı olmayan özelliklerle ayırma, gerçekte ilkel bir bölünme ve parçalanma düşüncesine dayanmaktadır.9 Oysa bu ayrımları kavramsal düzeyde ilk olarak 1959 yılında ilk basımı yapılan Milliyet Anlayışımız adlı eserinde M. Said Çekmegil ortaya koymuştur. Zaman içerisinde daha saf, daha rafine bir İslam arayışına koyulan ve bu arayışın sonunda İslam’ın ana kaynağına dönüş fikrine vasıl olan öze dönüş düşüncesine dönük bilgi ihtiyacını o yıllar içinde büyük ölçüde karşılamıştır bu kitaplar.
60’lı yılların ilk yarısında insanın ve toplumun din yorumları, kavrayış ve uygulayışlarının eskiyebileceğini, fakat dinin saf kaynağına dönmek, eskimez vahiy bütünlerine başvurmak gerektiği gündeme geldi. Bu anlayışla birlikte Sezai Karakoç’un Kur’an’la yeniden duygu, düşünce ve davranış bağı kurmanın gerekli olduğunu, dinde yenilenmenin anlamının insanda ve toplumda eskiyen duygu, düşünce ve davranışları dinin özüyle temasa geçirerek, yenilemek, arıtmak olduğunu ifade edişi de oldukça önemlidir.10
Karakoç Düşünce Kozasını Kendisi Ören “Tek Başına Bir Ekol” mü?
Sanat yapıtı gibi sanatçı da her şeyden önce bir oluşum sürecidir. Yazarın sanatı kadar yaşamı da ilginçliklerle doludur. Sezai Karakoç’un bu iki resmi bende büyük bir heyecan uyandırmış, bundan da öte, önümde bir ufuk açmıştı. Sadece resimdeki insanlar arasındaki ilişkiler bakımından değil onun tüm sanatsal disiplinleri arasındaki karşılıklı ilişkileri daha da önemlisi etkileşimleri konusunda değerli bilgiler sunan, düşünmeye yönelten iki resim karşısındayız. Bu iki resmi başlıkta andığımız soru çerçevesinde düşünmeliyiz. Bu yöntemin, yukarıdaki örneklerdeki gibi bu konuda Karakoç ve Çekmegil ürünlerinin yayımlanma tarihlerini de göz önünde tutarak yapısal özelliklerinin çözümlenmelerine uygulanması gerektiği kanısındayım. Aynı konuların her iki yazarın eserlerinde benzer temalar üzerinden işlenmesinin yanı sıra, benzer kurgu, kompozisyon vb. biçimlendirme öğelerinin bulunması dikkatlerden kaçmıyor. Buna karşın Çekmegil’in dipnot verme noktasındaki titizliği ile Karakoç’un bu noktadaki farklı tutumundan kaynaklı öznellikler anlaşılır bir şeydir.
Çekmegil’in “geleneğe ciddi bir mesafe koymak ama aidiyet bağını koparmamak” şeklinde nitelendirilebilecek tavrını, ilmî ve ciddi bir üslubun hâkim olduğu yazılarında kaynak gösterdiği metinlerden de anlamak mümkündür. Tüm yazılarında ağırlıklı olarak Kur’an’ı anlamak ve Kur’an’a dönmek fikrini salık veren Çekmegil, aynı zamanda güncel tartışmaların İslam nokta-i nazarından tahlilini içeren yazılar da yazmış, bunların çoğunu daha sonra zengin dipnotlarıyla kitaplaştırmıştır.
M. Said Çekmegil’in, Diriliş dergisinin 1966 Martında yayınlanmaya başlayıp, son üç sayısı müşterek basılan 12 sayılık ilk önemli atılımının 2. sayısında “İslâm’da İş ve İşçi Meselesi” başlıklı bir yazısı da yayımlanır. Yine bu dönemin Diriliş dergisinde, altıncı ve yedinci sayıda Muhammed Abduh’dan “Kur’an Tefsiri” başlıklı iki çeviri metnin yanı sıra Malik Bin Nebi, Mevdudi, Meryem Cemile, Seyyid Kutub, Muhammed Hamidullah gibi çağdaş Müslüman düşünürlerin eserlerinden yapılan çevirilerin yayımlanmış olması, Seyyid Kutub’un şehadetinin, Karakoç’un “Şehidin Mirası Zaferdir” başlıklı yazısı ile gündemleştirilmesi Sezai Karakoç’un çağdaş İslami düşüncenin kimi noktalarından etkilendiğinin apaçık bir işareti olarak önümüzde durmaktadır.11
İslam kültürünün kritik bir gözle sorgulanmasının beşiği haline gelen Malatya’da Türkiye Müslümanlarının gündemine Kur’an’ı yeniden sokmayı amaçlayan bu akımın kısmen de olsa Karakoç şiirini etkilediğini ifade edebiliriz. Kur’an’ın ‘kutsallığı’ ve ‘dokunulmazlığı’ Müslümanların her zaman en fazla hassasiyet gösterdikleri bir konudur. Kur’an’ın dokunulmazlığı algısı, ona muhatap olmayı engellemeye dönüşmüş, anlamak ve öğrenmek için Kur’an’a başvurmanın onun kutsallığını bozacağı şeklinde bir anlayış zihinlerde kökleşmişti. İşte, Müslüman ile onun kaynak kitabı arasına aşılmaz kültürel, sosyal ve manevi engeller koyan böyle bir anlayışa karşı amansız bir mücadelenin gerekliliğine inanan Karakoç Hızırla Kırk Saat (1967) başlıklı şiirinde açık bir biçimde imgeselleştirdiği bu dinî kavrayış ve kültürel dokudan etkilenerek şunları yazmıştır: “Her evde kutsal kitaplar asılıydı / Okuyan kimseyi göremedim / Okusa da anlayanı göremedim.” Müslümanların Kur’an’a yaklaşımını özetleyen bu dizeler, ne yazık ki yine bir yanlış anlama üzerine bina edilen ve onun kültürel genetiğinde aşılmaz bir yer edinen Hızır mitosunun ağzından dile getirilmiştir.12 Devamında, Yeşil sarıklı ulu hocaların öğretmediğini söylediği şeyler aslında hayatla ve Kur’an ile karşılaşma, varoluşun bilincine varma sorunudur. Müslümanın kendi kimliğini öncelikle Kur’an’ın rehberliğinde oluşturması gerektiğine inanan ve çekirdek olarak anabileceğimiz bu yaklaşımlar yetmişli yıllardan itibaren belirsizleşir.
Sonraki yıllarda Karakoç’un geçirdiği iç süreçler, endişeler, kararsızlıklar ve bireysel kırgınlıkları dolayısıyla edindiği bu çekirdek birikimden uzaklaştığını görürüz. Zamanla M. Said Çekmegil’e gerekli değeri verip, sağlam ölçümler kurarak, kültürel üretiminin yücelmesini sağlama noktasında kısırlığa düştüğü görülür Sezai Karakoç’un. Uzmanlık vurgusu baskın olan bu ölçüsüzlükle ve bir rekabet kaygısıyla onun hakkında “Malatyalı” birisinden bahsederken isim vermeden yaptığı şu yorumlar onda temel kırılma zamanlarının olduğunu kanıtlar: “Fakat sonraları bir iddiacılık aşırılığına kapılmış, sınırı geçerek ihtisas isteyen birçok dini konuda ileri geri konuşmuş ve yazmıştır. Hâlâ da bunda ısrar etmektedir. Herhalde kendince bid’atlerle mücadele etmektedir ama bunu yaparken ilmi formasyonu o ihatada olmadığı için manevî plânı adeta ihmal eder duruma düşmektedir, kanaatindeyim.”13 Karakoç’un bu savı sizi öyle kışkırtır ve hemen başlarsınız kendi bulgularınızı sıralamaya. İlk okuyuşta altını çizdim bu satırların, yeni sorular belirdi kafamda. Zaten Sezai Karakoç’un bazı düzyazılarında en belirgin yanı da bu. Hatıralarında bu ifadelere rastlayınca, yazarın ihtisas bağlamında kendi düşünsel verimlerini/yazılarını iptal edecek bir aşırılık içinde olduğunu anladığımız gibi ilk dönem yazılarında çekirdek olarak beliren düşüncenin ileriki yıllarda, özellikle de 70’lerden sonra söylem yönünden tümüyle değişmiş olduğunu ve İslami düşünceye eklenemediğini daha iyi anlıyoruz.14 Oysa M. Said Çekmegil doymak bilmez bir “kitap kurdu”dur. Dizgeli okumaları sırasında aldığı notlar daha sonra yazılarında bir bir ortaya çıkmaya başlar yeri geldikçe; öyle ki, bu kadar birbirinden ayrı yerden ve kitaptan yapılan alıntıların nasıl bir araya geldiğine şaşarsınız. Öte yandan Sezai Karakoç’un her Müslümanın dininin adamı olduğunu, dolayısıyla diniyle ilgili konularda tefekkür ederek bilgilenme zorunluluğunu bilmemesi düşünülemez. Kırgınlığını uzmanlık kisvesi hatta statükosu ardında gizleyerek Çekmegil’in ilmî formasyonuna gölge düşürmeye çalışması anlaşılır gibi değildir. M. Said Çekmegil’in ilmî formasyonunun yetkinliği noktasında pek çok örnek zikredilebilir. Örneğin Tayyip Okiç’in Çekmegil’in Sünneti Seniyye kitabına yazdığı takdim yazısı onun ilmî formasyonunu kanıtlayan en sağlam örnek olarak önümüzde durmaktadır.15 Çünkü modern dönemdeki hadisçiliğin en önemli isimlerinden biridir Tayyip Okiç. İlmî formasyonunun yetkinliği noktasında kimsenin şüphesi yoktur. İlmî formasyonu yerinde olan bir ismin bir esere yazdığı takdim yazısı sebepsiz değildir.
Çekmegil, yazılarında hele döneminin diğer Müslüman kişilikleri ile kıyaslandığında en fazla dipnot kullanan bir yazar olmakla da ünlüdür. Bu onun araştırmacı kişiliğinden ve sözlerini kanıtlara dayandırma titizliğinden kaynaklanmaktadır. Bunu belki de -yine başa dönersek- Sezai Karakoç’un kendini bir eleştirmenden çok, İslami düşünüşle ilgili çabasını araştırma ve incelemeye ve delilli konuşmaya adamış bir alaylı düşünür karşısında duyduğu acziyetle de açıklayabiliriz herhalde. Bir anlayış ya da anlayışsızlık sorunudur bu belki de. Ya da her şey benden sorulur anlayışının bir sonucu. Ola ki ben yanılıyorumdur da, son yıllarda kitaplarına almadığı ve benim yayımlandığı sırada kaçırdığım yazılardan bir bölüğünde M. Said Çekmegil’in hakkını teslim eden bir yazısı vardır. Oysa ben bugün birçok kişinin M. Said Çekmegil’den Karakoç’un delilsiz bu tür açıklamalarından daha çok şey kazandığı kanısındayım.
Çekmegil ise bu yazılanlardan bir yıl kadar sonra Altın Anahtarlar kitabına 1993 yılında yazdığı birkaç ilave sözde Karakoç’tan şöyle bahseder: “İş yerimiz bir fikir yuvası gibiydi. 1960’lardan önce (…) Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve İhsan Babalı gibi seçkinler de Malatya’ya geldikçe müdavimleri olurlardı atölyemizin.”16 Çekmegil’in bu tür anısal yazılarını okuyup bitirdikten sonra o güne kadar sormayı akıl edemediğiniz yeni sorular belirir kafanızda. Böylece, ilk anda tek yönüyle ele aldığınız bir konu yavaş yavaş somutlaşmaya, bir derinlik kazanmaya; sorulardan yanıtlara, sonra yeniden sorulara doğru ilerleyen düşünce, ele aldığı sorunu dört bir yanıyla kuşatmaya başlar.
Bizim sanat ortamımızda eksik olan, bu tür karşılaştırmalı yapısalcı çözümlemelerin yapılmayışıdır. Karakoç’un ilk dönem yapıtlarını okuduğum sırada aldığım notlar bile M. Said Çekmegil’in eserlerinde kullandığı terim ve kavramlarının zengin sözlükçesini oluşturuyor. Akademizmin sıkıcılığına düşmeyen heyecan verici bir gezinti bu. Fakat kuşkusuz, asıl konu, yazının başlığındaki gibi, resimlerden hareketle başka etkilerin izlerini sürmek. Sontag’ın da belirttiği gibi her ne kadar görüntülere doymuş bir dünyada, gerçekten önemli olan şeylerin etkisi giderek azalıyor ve hepimiz sıradanlaşıyorsak da, yine de bu görüntüler, dikkatlerin iki isimi üzerinde toplanmasına, nelere ilgi göstermemiz ve bunlar hakkında ne tür değerlendirmeler yapmamız gerektiği konusuna katkıda bulunmaktadır.
Her şeye rağmen insanı ilgilendiren, özellikle iki önemli ve ekol kişi arasındaki ilişkiye dair her türlü olayın ve olgunun aktarılması ve kamuoyunda yer almasıdır. Bu aynı zamanda insanın bilgi edinme hakkıyla da ilintilidir. Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Kurgu, manipülasyon ürünü gibi gerçeği saptıran, çarpıtan ya da gerçeği tek yanlı aktaran görüntüler olabileceği gibi gerçeği olabildiğince nesnel yansıtan görüntüler de söz konusudur. Her görüntü asıl gerçeğin belgesi niteliğinde sayılmasalar da, dönemin düşünce, tavır ve zihniyetleriyle ilgilenenlere önemli kanıtlar sunduklarından her şeye rağmen belgedirler ve bu bağlamda tarihsel değerleri olduğu söylenebilir. Önemli olan bakmak ve görmek, görüneni “okuyabilmek”, bir başka deyişle görme eylemiyle, zihnin bakışını eleştirel bir gözle harekete geçirmektir.
Karakoç söz konusu olduğunda gördüğüm hiçbir şey -fotoğraf olarak ya da gerçek yaşamda- beni böylesine derinden etkilememişti. Gerçekten de, ne hakkında olduklarını tam olarak anlamamdan sonra her iki isme dair yaklaşımlarımı bu fotoğraflara bakmamdan öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak bana çok akla yakın geliyor. Peki, bunlara bakmamın ne gibi bir yararı olmuştu? Bunlar yalnızca birer fotoğraftı sözünün edildiğini pek sık duymadığım bir ilişkinin fotoğrafları. Sonradan değiştirmek için hiçbir şey yapamayacağım kırgınlıklardan, tahmin edemeyeceğim ve dindiremeyeceğim bencilliklerden öncesine ait iki belge. Bu fotoğraflara baktığımda bir şey kopuvermişti. Acaba bir etkileşim için iz sürebilir miydik bu fotoğraflar üzerinden?
İki düşünce adamının görüntüleri, belki bir gün hatırlanma olasılığı olsa bile unutuşun sonsuzluğunda yitip gitmeden önce, görüneni ve görünmeyeni ile birlikte tüm masumiyetiyle edebiyat tarihinin aktörleri arasındaki yerini alıyor.
Bir şairin her resmini -üstelik fotoğrafın bu kadar yaygın olmadığı ve ekstra törensellik gerektirdiği zamanlarda çekilmiş bir fotoğrafsa söz konusu olan- şairi anlatmak için vazgeçilmez yapıtaşı olarak görmemizde sakınca yoktur. Fotoğraf çekimi ile alakalı dönemin ekonomik şartları ve imkânlarını ve elbette ki yakınlık ve saygı duyulan isimlerle fotoğraf çektirme adeti üzerinde de durulabilir bu resimlerin kılavuzluğunda. Karıştırmak bazen yüksek bir sezgiyi işaret eder ve ‘devam’ diyebilmek için düşünüyor olmak gerekir. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Sezai Karakoç’un şiir ve tefekkürünün belli bir döneminde başka isimlerle birlikte M. Said Çekmegil’in düşünceleri de önemli bir yere sahiptir. Mehmet Yasin imzasıyla yayımlanan ve Türklük vurgusu gibi sıkıntılı yanları da olan Çekmegil’in Son Eseri başlıklı yazı ile birlikteliklerinin bir başka nişanesi olan iki resim bu etkileşimin tarihi kanıtları mesabesindedir. Önemi buradadır ki, bundan sonra Sezai Karakoç’un şiir ve tefekküründeki aşamaları ve etkileşimleri kavramak isteyenler, ister istemez meselenin bu yönüne de bakmak zorunda kalacaklardır. Tabii seçtiğimiz bu iki fotoğrafın şairin bütün yapıtlarını, yapıtlarının bütününü eksiksiz fazlasız temsil edebileceğini öne sürecek kadar iddialı davranmaya kalkışmayalım: O durumda kendi yorumumuzun altında ezilmek kaçınamayacağımız bir ceza olacaktır.
Belge yazı:
ÇEKMEGİL’İN SON ESERİ
MEHMET YASİN
Türkiye’de İslami yayınlar bugünkü gibi çoğalmamışken, Malatya’da arka arkaya şiir ve fikir kitaplarıyla Çekmegil, Anadolu’da parlayan umut ışıklarımızdan biri olmuştu. Yabancı bir düşünce tarzının bulandırmadığı arı duru bir düşünce peteğiydi, Anadolu’nun göbeğinde Çekmegil’in yaktığı ışık. Gerçek, orijinal ve samimi Türk düşüncesi bu türlü fikir oymaklarından doğacaktı Çekmegil, etrafında bir düşünce inanç halesi, büyük Türk fikir ve hassasiyet merkezi İstanbul’a, hal diliyle bir örnek ve bir sistem oluyordu. Nitekim Çekmegil’in bu duruş ve davranışı, bu türlü duruş ve davranışlar yemişini verdi. Şimdi Ankara’da ve İstanbul’da bir İslami basın ve yayın var denebilir.
Biz Çekmegil’in peteğine dönelim. Malatya’da Çekmegil’in mağazası, bir arkadaşımın deyişiyle, bir akademidir. Orada her fikirden insan, olanca fikir hürriyeti içinde tezini ortaya atabilir. Tezler orada mantığın ve bilginin çerçevesine girer, çarpışırlar ve bundan bir sentez doğar. Yüksek tahsilli, orta tahsilli, tahsilsiz fakat irfan sahibi vatandaşlar orada en mücerret problemden en aktüel konuya kadar bütün fikri meseleleri gözden geçirme şansına maliktir. Bütün bu fikir akını, Çekmegil’in diyalektiğinden geçer; o diyalektikle aydınlanır, renklenir, teferruata iner, eksilir ve artar. Yine o arkadaşım, Çekmegil için, Malatya Platonu demişti.
Gerçekten Çekmegil’in eser ve sohbetlerinde en çok göze çarpan nokta, orijinal yanı, kendine mahsus ve Türk düşünce sosyolojisi için bir giriş noktası olabilecek, diyalektiğidir. Fikri muarızlarını Çekmegil, Sokrat gibi, yine kendi mantıkları, kendi temel fikirleri, kendi fikirlerinin gidişi içinde ilzam eder.
Çekmegil’in eserleri de, şifahi düşünce hamlesine paralel bir gelişme gösterdi. Ruhta İnkılâp, Müstesna gibi şiir kitapları, İman Anlayışımız, Ahlak Anlayışımız, İnsan Anlayışımız gibi fikri eserleri bir merkezden yayılan ışıklar gibi, bir mektep kurdu. Çekmegil’in bir felsefe ekolü kurmak iddiası yoktu. Fakat tabii bir şekilde, bir düşünce ve heyecan ekolü, bir petek gibi örüldü.
Çekmegil’in son eseri, Limon Ağacım isimli şiir kitabıdır. Bu eserde Çekmegil, samimi ve duru, açık seçik bir dille idealizmin sanatını yapmaktadır. Eserin sanatta yenilik yapmak gibi bir iddiası olmamakla beraber, belli bir düşüncenin hassasiyetiyle gönülleri kımıldatmak niyeti başarıya ulaşmıştır. Serbest bir ölçüyle, İslami heyecanı en samimi bir şekilde anlatmak, bu eserin başlıca özelliğidir. Bu eser, öbür eserlerinin yanı sıra, İslami yayın içinde, kendine mahsus yerini almakta gecikmeyecektir.
Yeni İstiklâl, Sayı: 96, 17 Ekim 1962
Belge fotoğraflar, Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Bilge Terzi” (Beyan Yayınları, 2009) kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1-Enis Batur, Karakoç Çeşmesi, 29.01.2007, Cumhuriyet Kitap
2-İlhan Kutluer 60’lı yıllardan itibaren Sezai Karakoç vb. düşünürlerin öne çıkışının bir nedeni olarak II. Meşrutiyet dönemi İslamcılarının son temsilcilerinin de vefat etmiş oluşunu görür. İlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, s. 231, İz Yayıncılık, 2001.
3-Kemal Kelleci, Seyyid Kutub etkisini şöyle özetler: “O zamanlar Elmalılı’yı anlayabilecek birikimde kimse yoktu. Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin tefsiri de oldukça ağırdı. Biz baktık Türkçe tefsirlerden olan Elmalılı’yı, Vehbi Efendi’yi anlayamıyoruz, bunun üzerine Kur’an’ı anlamak için bir arayışa girdik. İsmail Hakkı Şengüler ve Bekir Karlığa ile tanıştım o zamanlar. Onlar Seyyid Kutub’un Fî Zilâl’ini tercüme ettiler. Baktık ki bu tefsir diğerleri gibi değil; anlaşılıyor. Bayram ettik. Kutub’u okuyunca Kur’an beni çarptı. Artık Kur’an’ı anlamada çok önemli bir kaynak daha vardı elimizde. Bu dönemde, Fî Zilâl’i okurken mealleri beni çarpıyordu. Mealleri çok net anlaşılıyordu. Ben mealleri defterlere yazıyordum ve bu mealler üzerinde çalışmalar yapıyordum.” (Kemal Kelleci, “Kur’an’a Adanmış Bir Ömür” Başlıklı Söyleşi, İslâmiyât- Kitâbiyât Bülten, Sayı: 16, Temmuz-Eylül 2005, s. 7.)
Metin Önal Mengüşoğlu da bir konuşmasında Malatya Fikir Kulübü’nden şöyle bahseder: “Benim aralarında yetiştiğim Müslümanlar Malatya Fikir Kulübü adıyla faaliyet gösteren herkese açık bir düşünce kulübü etrafında kümelenmişti. Fırka ayrımı yapmadığı gibi, parti, sağ, sol ayrımı da yapmayan bir kulüptü o. Müdavimleri arasında, kulübün manevi kurucusu sayabileceğimiz M. Said Çekmegil başta olmak üzere, kendilerinden çok şey öğrendiğim iki ilim adamı Said Ertürk ve Bahaddin Bilhan da vardı. Orada vahye müstenid bir anlayış ve yaşamın çare ve tedbirleri üzerinde kafa yoruyorduk. Öteki Müslümanlar bir tür azınlık muamelesi reva görüyorlardı bize. Din’i adeta tapulamış Ortodoks tavırlı çevreler geniş ve cahil halk yığınlarını da yanlarına alarak karşımıza çıkıyorlardı.” Metin Önal Mengüşoğlu ile Söyleşi, Konuşan: Fatih Bütün, Nida Dergisi, Şubat, 2001.
4-“Malatya Ekolü”nde müşahede ettiğimiz Kur’ân’ı merkeze alan, Kur’ânî bakışı ve düşünceyi önceleyen, hurafelere geçit vermeyen bu kes(k)in tavrın kaynağı noktasında Musa Çağıl, o yıllarda bir yandan Arapça dersi aldığını öbür yandan da Said Çekmegil’in akrabası Bekir Keşşafoğlu’ndan Asr-ı Saadet tarihi öğrendiklerini anlatır. Bu konuda kendilerini en fazla etkileyen ve yetişmelerinde büyük emeği olan, dönemin (1948 ve sonrası) Malatya müftüsü İsmail Hatip Erzen’i rahmet ve minnetle hatırlar: “Ezher mezunuydu ve eski dersiâm hocalarındandı. Büyük âlimdi. Yazılı eserleri yoktu; ama Arap dili ve edebiyatı profesörü Şerafettin Yaltkaya, ünlü Muallakat-ı Seb’a’yı çevirirken; bazı anlaya- madığı ibareleri Müftü efendiye sorarmış… Ve İslâm’da nizam fikrini bize ilk kez öğreten oydu; beşeriyetin bütün problemlerinin çözümünün Kur’ân’da olduğunu; Kur’ân’ı anlamadan, Kur’ân’la düşünmeden sağlıklı bir Müslüman olunamayacağını söylerdi. İslami prensiplerden taviz vermez, bidat ve hurafelere asla tahammül göstermezdi. Konya müftüsü iken, camilerde kutsal kabul edilen o kocaman tespihleri toplatıp yaktırmıştı. Namazlardan önce bidat olarak uygulanan birtakım seremonileri kaldırtmıştı. Tabi, adı ‘Vehhabi’ye çıkmıştı; ama Said Bey başta olmak üzere hepimizin üzerinde emeği vardı. Allah rahmet eylesin... Hâsılı, biz Kur’ânî düşünceyi büyük ölçüde ondan öğrendik.” Abdullah Yıldız “Bir Gayret Abidesi: Saatçi Musa Abi” Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar, AKV Yayınları, 2006.
Ahmet Ertürk de babasını anlattığı yazıda İ. Hatip Erzen hakkında şunları ifade eder: “İ. Hatip Erzen, son yüzyıllar İslam toplumlarında oldukça etkin bulunan tarikatları ve bunların gerisindeki tasavvuf düşüncesini, ayrıca İslam düşünce tarihinin daha birçok temel kavram ve müesseselerini yenilikçi bir bakışla ele alan ve bütün bu kavram, müessese ve düşünce ekollerinin üzerindeki gelenek örtüsünü aralamak isteyen farklı (aykırı) bir insandı. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan reformcu İslami düşüncenin ‘bilginin kaynaklarına dönüş’ü vurgulayan yanı onu etkilemişti. Bu yanıyla, Türkiye'de sayıları çok azalmış, gerçekten düşünen, 'tefekkür eden' hocalardan biriydi. Yüzyılların olumlu-olumsuz birikimini kucaklayan muazzam bir bilgi ambarının içinden 'seçme' yapabilme yeteneğine sahip olan ve bu hakkı kendinde gören bir hocaydı.” Said Hoca: Bilgi ile Hayatın Eşsiz Uyumu, Dünya ve İslam Dergisi - Sayı: 3, Yaz 1990.
5- Sezai Karakoç, “Hâtıralar XL”, Diriliş, Sayı. 40, 21 Nisan 1989, ss. 11.
6- 1940’lı-50’li yıllarda ve sonrasında Said Çekmegil’in Malatya’daki terzihânesi nasıl bir işlev görmüşse, Musa Çağıl’ın Gazi M. Kemal bulvarındaki saatçi dükkânı da 1960’lı yıllardan başlayarak Ankara’da aynı işlevi görmüştür. Totaliter, yasakçı tek parti uygulamalarının ülkedeki İslâmi varlığın üzerinden adeta bir silindir gibi geçtiği dönemlerin ardından dini duyarlılığı yeniden canlandırmak isteyenler, Türkiye’nin İslâmî geleceğine ilişkin ciddî endişeler taşıyanlar, doğrudan Kur’ân’dan ilhâm alıp asrın idrâkine İslâm’ın mesajını ulaştırmak isteyenlerin Ankara serencamının mayalanmasında da Said Çekmegil etkisinden söz edilebilir.
7- Münire Kevser Baş, Diriliş Taşları, Lotus Yayınları, 2008.
8- Mehmet Yasin, “Çekmegil’in Son Eseri” Yeni İstiklal, Sayı: 96, 17 Ekim 1962.
9-Sezai Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, s. 131.
10-Sezai Karakoç, Çağ ve İlham I, s. 55-56.
11-Hamza Türkmen, “Diriliş’i Çiçeklendiremeyişin Hüznü”, Haksöz Dergisi, Sayı: 91, Ekim 1998.
12- Metin Önal Mengüşoğlu, “Sekizinci Oğul Ana Rahminde: Sezai Karakoç”. Umran Dergisi, Sayı: 179, 2009.
13-Sezai Karakoç, Hatıralar, Diriliş, Sayı: 76, 29 Aralık 1989.
Necmettin Turinay’ın “Sezai Karakoç’un Öksüz Kitabı: Hatıralar” başlıklı yazısını burada hatırlamak gerekiyor. O kitaplaşmayan bu yazılarda Karakoç’un bir şair ve bir gazeteci dışında kimseyi rencide edecek isnat ve yorumlarda bulunulmadığını ifade ediyordu. Çekmegil bu yazılarda rencide edilen kişilerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan anlatılanların daha hızlı ve bir an evvel anlatıp kurtulmak hissi ile yazıldığını da seziyoruz bu satırlarda. (Hece Dergisi, Sayı: 73, s. 365, 2003)
14-Hamza Türkmen üçüncü dönem Diriliş dergisi ile ilgili olarak şu tespitleri yapar: “Türkiye'deki İslami duyarlılığa bilinç düzeyinde önemli katkılar sağlayan bu süreçte ise Sezai Karakoç, kendini tekrar eden ve kendi tespitleri ve düşünce kurgusuyla yetinen bir halet-i ruhiye içine girmiştir. Karakoç bu tutumuyla, 1960'lı yıllarda tüm eklektisizmine rağmen, ümmeti önceleyen evrensel kaygılarıyla yakaladığı olumlu tespitlerini geliştirmek, yanlışlarından uzaklaşmak ve İslami hareketlerin evrensel ve meşru dilini paylaşarak kendi birikimini ve kimliğini tevhidi ilkelerle yeniden tanımlamak fırsatını adeta reddetmiş ve kendini çevresindeki gelişmelere kapatmıştır.” (Hamza Türkmen, “Diriliş’i Çiçeklendiremeyişin Hüznü”, Haksöz Dergisi, Sayı: 91, Ekim 1998
15-M.Said Çekmegil, Sünneti Seniyye, Sanih Kütüphanesi Yayınları, 1974, Malatya.
16-M.Said Çekmegil, Altın Anahtarlar, Sanih Dizisi, 1993, Malatya.