Ümmetin tarihi seyri gözönüne alındığında, Sıffin Savaşı ve ardından oluşan Emevi iktidarıyla birlikte, Hz. Peygamber (s) ve Huiefâ-i Râşidin dönemi devlet ve toplum yapılanmasında hakim olan ilahi prensip ve uygulamalardan uzaklaşılmaya başlandığı bir vakıadır. Hiç şüphesiz bu durum Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devlet yapılanmasında hakim olan "saltanat sistemimin de temelini oluşturmuş ve bu sistem, Hilafet makamıyla birlikte, din-devlet ilişkisi tartışmalarını da hep sıcak tutmuştur.
Din-devlet ilişkisi bağlamında süregelen tartışmaları bu sınırlı çalışma içerisinde değerlendirebilme imkanımız yoktur elbette. Ancak konumuz olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili yapılacak bir değerlendirme öncesinde, dinin "merkezileştirilmesi" ve "resmileştirilmesi" sürecine bir göz atmak faydalı olacaktır.
Dinin "merkezileştirilmesi" ve "resmileştirilmesi" meselesi genel anlamda Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Râşidin dönemi sonrası oluşan hemen her iktidar için söz konusu olmakla beraber, esas itibariyle Fatih dönemi devlet yapılanması ve bu yapılanma içerisinde dinin kurumlaştırılmasına bir atıf mahiyetindedir.
Fatih, kurumlaştırdığı devlette, İslam'a kurumsal bir konum tasarlarken, sürekli olarak merkeziyetçi bir yaklaşımla hareket etmiştir. İslamiyet'i ve kurumları kendi haline bırakmamış, dini merkeziyetçi anlayışa uygun olarak merkezileştirmiştir. Görünüşte İslam'ın imparatorluktaki en üst kurumu olan Şeyhülislamlık müessesesini, adeta Bizans'taki patriklik örneğinde olduğu gibi, vezir-i azam kanalıyla kendisine bağlamıştır. Kurumlaşan ve süreklilik kazanan bu anlayışa göre devlet gerekleri, her şeyin, bu arada dinin de önünde tutulmuş, din maslahatı değil, devlet maslahatı öne geçirilmiştir. Bu anlayışın hayatiyet kazanması için de din eğitimi ve dini görevler merkezi bir hiyerarşiye bağlanmış ve dolaylı olarak din merkezileştirilmiş, Ulemâ-i Rüsum'un devlet destekli otoritesi ile de resmileştirilmiştir1. Bu şekliyle, Osmanlı yönetim sisteminde resmi devlet bürokrasisi içerisinde yer alarak dini nitelikli hizmetleri (ifta, kaza, tedris ve cami hizmetlerini ifa) yürüten örgütlenme, başında Şeyhülislamın bulunduğu "İlmiye Teşkilatı" şeklinde vücut bulmuştur. Ulema'nın başı olarak nitelendirilen Şeyhülislam'ın atanma ve azledilme yetkisi de sadrazama verilmiştir. Bu yönüyle siyasi iktidarı Şeyhülislam'ın fetvasına uymaya zorlayan dünyevi bir üstün otorite ve müeyyide söz konusu değildir. Bu konuda Şeyhülislam'ın tek güvencesi kendi kişiliği ve direnme gücüdür.
Şeyhülislam'ın siyasi konularda vermiş olduğu, padişahın tahttan indirilmesi, sadrazamların azledilmesi, üst düzey devlet görevlilerinin siyaseten katledilmesi ile ilgili fetvalar aslında fiili durumlarla ilgilidir ve önceden karar verilen bir uygulamanın meşruiyet kazanması için Şeyhülislamlık makamına onaylatılmasından ibarettir2.
Tanzimat'la birlikte devlet yapılanmasında oluşturulmaya çalışılan modern çerçeve içerisinde Şeyhülislamlığın da görev ve yetki alanları daralmaya başlamıştır. Şeyhülisam'ın Divan-ı Hümayun'a (kabineye) bakan statüsünde dahil edilmesi ve Meşihat'ın uhdesindeki hizmetlerin Adliye, Maarif ve Evkaf Nezaretleri şeklinde ayrıştırılması sonucunda, Şeyhülislam için geriye fetva işleri, medrese eğitimi ve "Şer'iyye" mahkemelerinin idaresi kalmıştır. İttihat ve Terakki devrinde, Şer'iyye mahkemelerinin de Adliye Nezareti'ne bağlanmasıyla (1917) birlikte, Meşihatın sahip olduğu özerk konum iyice sarsılmış, uhdesinde kalan hizmetler müteakip dönemde Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'nce yürütülmüştür.
Ankara yönetimi 1924 yılına kadar Osmanlı Devleti'nin dini-idari örgütlenmesini aynen muhafaza ederek 1920-1924 arasında beş kişiyi Şer'iyye ve Evkaf Vekaletimin başına geçirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilk yıllarda mer'i olan Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'nin, 26 Recep 1342/3 Mart 1924 tarihinde en başta ulemanın imzalarıyla kaldırılması teklif edilmiş ve aynı tarihte yürürlüğe giren 429 sayılı kanunun ikinci maddesi gereği de bu vekalet ilga edilmiştir. Yine aynı tarih ve sayılı kanunun birinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nde 'muamelat-ı nâs'a dair olan ahkâmın teşri ve infazının TBMM ile onun teşkil ettiği hükümete ait olduğu ve din-i mübini İslam'ın bundan maada itikat ve ibadata ait hususları için cumhuriyet nezdinde bir Diyanet İşleri Reisliği makamının tesis edildiği hükme bağlanmıştır3. Aslında gelinen bu nokta, İslam'ı, devletin ve siyasetin emrinde "kullanma" şeklindeki eski siyasetin bir parça daha ağırlaştırılması anlamına geliyordu ve hiç şüphesiz ulemanın bu durum karşısında sergilediği tavrı da, geleneksel yapı içerisinde oluşmuş "aşinalık" içerisinde değerlendirmek gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığı
3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren 429 sayılı kanun, Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'nin ilga edilerek yerine Diyanet İşleri Reisliği makamının tesis edildiğiyle ilgili maddeler yanında, Diyanet İşleri Reisliği'nin atama ve görevlerine yönelik maddeleri de içeriyordu. Buna göre üçüncü madde, "Diyanet İşleri Reisi'nin Başvekaletin inhası üzerine Reisicumhur tarafından atanacağına"; dördüncü madde "Diyanet İşleri Reisliği'nin Başvekalet'e bağlı olduğuna"; beşinci madde "Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bütün cami, tekke ve zaviyelerin idaresinde; imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların tayin ve azillerinde Diyanet İşleri Reisi'nin yetkili olduğuna" dair hükümler ihtiva ediyordu4. 1924 tarihinde Diyanet İşleri Reisliği'ne çizilen bu kanuni çerçeve, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nı teşkilat yapısı olarak üç bölümde incelemek mümkündür. Bunlardan birincisi, "Merkez Teşkilatı"; ikincisi "Taşra Teşkilatı"; üçüncüsü de "Yurtdışı Teşkilatı"dır. Merkez teşkilatında bulunan bir çok birim başkanlığı ve şube müdürlüğü yanında, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yekun kadrosunu oluşturan taşra teşkilatıdır. Taşra teşkilatı, il ve ilçe müftülükleriyle, eğitim merkezlerinden ibarettir. Taşra teşkilatında 76 il ve 839 ilçe müftüsü, 1401 vaiz, 194 cezaevi vaizi, 62 bin 567 imamhatip, 10 bin 546 müezzin-kayyım, 5 bin 848 Kur'an kursu öğreticisi, müftülüklere bağlı olarak görev yapmaktadır. Müftü yardımcısı, müdür, öğretmen, müftülük murakıbı, büro personeli ve yardımcı personelle birlikte taşra teşkilatının toplam kadro sayısı 87 bin 185'i bulmaktadır (1993)5. Türkiye bürokrasisi içerisinde, Milli Eğitim Bakanlığı kadrosundan sonra en fazla kadroya sahip bu teşkilatın, Türkiye'nin en ücra köşesine kadar yayılmış olduğu gözönüne alınırsa, teşkilatın etkin konumu daha iyi tespit edilebilir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucuları tarafından Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'nin ilga edilerek aynı kanun içerisinde dinin sadece itikat ve ibadetlerle ilgili hususlarını şamil "milli bir din kurumu" ihdas etmelerinin elbette sahip oldukları ideolojik hedeflerle sıkı bir irtibatı vardı. Böyle bir kurumun tesis edilmesiyle hem yeni kurulan Cumhuriyetin halkın nazarında meşru bir temele oturtulması hedeflenmiş, hem de din kontrol altına alınmak istenmiştir.
Diyanet İşleri Reisliği'nin tesis edilmesiyle birlikte Reisliğe Rıfat Börekçi (1860-1941) gibi bir ismin atanmış olması da, Cumhuriyet yöneticilerinin Diyanet İşleri Reisliği'ne biçmiş oldukları misyonu ortaya koyacak niteliktedir.
Meşrutiyetle birlikte Ankara Müftülüğü'ne getirilen Rıfat Börekçi, Ankara Müftüsü iken 5 Mayıs 1920 tarihli ve makam-ı hilafet aleyhine verdiği fetvadan dolayı Halife tarafından görevinden azlolunmuştur. Azl gerekçesi: "Ankara müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi, Hilaf-ı Şer'i ile (Yüce Şeriat'ın zıddına) fetva tasni etmesine (vermesine) bağlı olarak, şifaen telakki olan, Halife Hazretlerinin emir ve kanaatleri ile Müftülük görevinden azlolunmuştur" (6 Şaban 1338 / 25 Nisan 1920). Bu sebeple, 6 Haziran 1920 tarihinde de, Divan-ı Harbi tarafından idama mahkum edilmiştir. Ancak bu tarihte Ankara ve İstanbul olarak hükümet ayrılıkları zuhur ettiğinden, idamı yapılamamıştır.
Rıfat Börekçi bu konumda iken 3 Mart 1924 tarihinde Şer'iyye Vekaleti'nin kaldırılmasıyla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'na. M. Kemal'in atamasıyla ilk Diyanet İşleri Reisi olmuştur. Bu makama seçilmesindeki en büyük özelliği, inkılapçılara yakın ve onların parti (Halk Partisi) programını tasvip etmiş olmasıdır. Ölümüne kadar kaldığı bu makamda, müslümanlara ve özellikle seçkin alimlere eziyet veren ve onları manevi sıkıntılara sokan tüm kararlar, kendisinin imzası altında çıkmıştır6.
1932 yılı Ramazan ayında kesin olarak ezanın türkçeleştirilmesiyle birlikte, Rıfat Börekçi tarafından 6 Mart 1933 tarihinde bütün müftülüklere, salâ ve tekbirin türkçeleştirilmesine dair bir genelge gönderilmiştir. Genelgede, türkçeleştirilmiş üç adet salât-ü selam ile, türkçe tekbir ve bir de tamimin Rıfat Börekçi tarafından kaleme alınmış açıklama kısmı yer almaktadır. Börekçi, yaptığı açıklamada "Türkçe ezanın okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salât-ü selam okumanın ahenksiz düşeceği gibi, hükümet-i celilenin takip buyurduğu maksad-ı milli'ye de uygun gelmediğini" beyan etmektedir. Yine 15.4.1937'de Rıfat Börekçi tarafından yayınlanan tamimle de, "hasta ve asabı bozuk insanlar üzerinde uyandırdığı acı tesirlerden dolayı" ölüm haberi için "salâ"nın kaldırıldığı bildirilmiş kaldırmanın meşruiyeti ile ilgili olarak da, "cenaze salalarının hiç bir şer'i hükmü haiz bulunmadığı" açıklaması yer almıştır7.
Aslında Rıfat Börekçi'nin müftülüklere gönderdiği bu iki genelge ile ilgili gerekçeler, dinin devlet ideolojisine nasıl uyarlandığını anlatacak mahiyettedir. İkinci genelgede, "din" referans olarak kullanılırken, birinci genelgede, dine aykırı olarak ortaya konulmuş bir uygulama üzerine gerekçe bina edilmiş yanlış uygulama ile ilgili hiç bir ifade kullanılmamıştır.
Bu dönemde Diyanet İşleri Reisliği'nin Tahrirat Müdürlüğü (Yazı İşleri Müdürlüğü) vasıtasıyla tüm il müftülüklerine gönderilen 667 sayılı tamimde vaiz ve hatiplerin cumhuriyet ve inkılaplarını benimsemiş aydın kişilerden olması direktifi verilmişti8. Bu direktifler doğrultusunda atamalar yapılmasına rağmen, yine de vaiz ve hatiplerin dikkat etmesi gereken hususlar önce hükümetçe tespit ediliyor ve sonra Diyanet İşleri Reisliği'nce müftülüklere tamim ediliyordu. Bu tamimlerden en ilginci, Rıfat Börekçi'den sonra Reisliğe getirilen Cumhuriyet Halk Partisi eski milletvekili Prof.Dr.Şerafettin Yaltkaya'nın 1942 yılı başlarında müftülüklere gönderdiği tamimdir.
Gönderilen tamimde; "İtikat ve ibadete ait mühim meselelerin ara sıra hatırlatılması, her vesileyle başkalarına iyilik yapmak, doğru sözlü olmak, yardıma muhtaç olanlara yardıma koşmak gibi insani vazifeler üzerinde fazla durulması, Hava Kuvvetleri, Kızılay vesair hayır müesseselerine yardımda bulunulması, temizliğe ehemmiyet verilmesi, ihtikar ve vurgunculuk yapılmaması" gibi hususlar yer almaktadır9.
Anlaşılan şudur ki, devlet, diyanet kanalıyla bu tür tamimler yayınlatarak, İslam'ın siyasal ve sosyal alana yönelik prensiplerinin hasıraltı edilmesi suretiyle kendine göre bir din tanımı ortaya koymaya çalışmaktadır.
Bu tür tamim ve uygulamaların daha ziyade tek parti dönemi anlayışı içerisinde yer almasının, "düşünsel bir anlayış" olduğu düşünülebilir. Her ne kadar Cumhuriyet dönemi din-devlet ilişkilerinde özellikle 1924-50 arasındaki uygulamalar, 1950 sonrası din-devlet ilişkilerine oranla daha baskıcı bir görünüm arz etse bile devletin, dini kontrol altında bulundurma ve yönlendirme yönündeki iradesi hiç bir zaman değişmemiş, din sürekli yedeğe alınmıştır. Bunun en bariz misali, bugün bile hâlâ, "Vergi vermenin kutsallığından aile planlamasına; orman haftasından bulaşıcı hastalıklara kadar" devletin bu işlerle görevli kurum ve kuruluşlarının yapması gereken birçok vazifeyi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın üstlenmiş olması, adeta hutbe ve vaazları bu tür konulara tahsis etmesidir. Ne var ki, 1950 sonrası siyasi iktidarlar açıktan din karşıtı bir politika yerine, "daha pragmatist" bir politika izlemeyi tercih etmişlerdir. "Türkçe ezan" uygulamasına son verilmesi, "İmam-hatip okullarının" açılması gibi devletin pragmatist anlayışına matuf uygulamalar, kısa sürede işe yaramış ve tek parti döneminde devletin totaliter yapısına yönelik tepkiler de zayıflamaya başlamıştır. Ancak, aynı yıllar içerisinde dünya ölçeğinde filizlenmeye başlayan "İslami uyanış". Türkiye'de de etkisini göstermiş ve bu bağlamda müslümanlar tarafından sisteme yönelik ciddi bir sorgulama süreci başlamıştır. "Sağcı" ve "muhafazakar" kalıbın dışına taşarak, İslami bir kimlik arayışına giren müslümanlar ve sahip oldukları İslam anlayışı, devlet-diyanet merkezli oluşturulan "resmi İslam" çerçevesinde meşruiyet krizine sokulmak istenmiştir. Dolayısıyla sistem, bu tür tepkilere ve tepki sahiplerine karşı, "mürteci", "yobaz', "gerici" ve özellikle seksenli yıllarla birlikte "radikal", "fundamentalist", "köktendinci", "terörist" gibi bir dil geliştirmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından sıkça dile getirilen, "Din ideolojik hedeflere alet edilmek isteniyor", "Din siyasi alana çekilmek isteniyor', "Devlet dine müdahale etmiyor", "Dinimiz sevgi ve hoşgörü dinidir" kabilinden beyanatlar bu açıdan değerlendirildiğinde hiç de tesadüfi değildir.
Laik Sistem İçerisinde D.İ.B.
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi "dinle ilgili" bir kuruma, "laiklik" ilkesini en temel zorunluluk olarak gören bir devlet yapısı içerisinde yer verilmiş olması, açık bir çelişkinin ifadesidir. Çünkü laikliğin ana ilkesi, din hizmetlerinin yürütülmesinde devletin her türlü etkinliğine son verilerek bu hizmetlerin cemaat örgütlerine bırakılmasıdır. Sömürge yönetimi döneminde Fransa'nın Cezayir müslümanlarından böyle bir örgüt kurmalarını istemesinin nedeni budur.
Oysa ki, Cumhuriyet yönetimi Şeriyye Vekaleti'nin kaldırılmasından sonra Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarak, bu hizmetleri genel idare bünyesi içine almıştır. Uygulamada değişiklik, bakanlık düzeyindeki siyasi yetkinin idari görev haline dönüştürülmesinden ibarettir.
Ne var ki, devlet, kendine has geliştirdiği bir "laiklik" anlayışıyla, dinin devlet tarafından kontrol altında bulundurulmasını laiklik ilkesinin bir gereği olarak ortaya koymuştur. Nitekim 31 Temmuz 1970 tarihinde kabul edilen 1327 sayılı kanunun 9. maddesi gereği "din hizmetleri sınıfının" ihdas edilmesine, "Türkiye Cumhuriyeti'nin, laik bir devlet olduğu" gerekçesiyle Birlik Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne açılan iptal davası, Anayasa Mahkemesi tarafından, ''Diyanet İşleri Başkanlığının dinî bir teşkilat değil; Anayasa'nın 154. maddesinde belirtildiği üzere genel idare içinde yer almış idari bir teşkilat olduğu..., mensuplarının memur niteliğinde sayıldığı..., böyle bir teşkilatın, dini taassubun önlenmesi ve çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma açısından zorunlu olduğu..." şeklinde bir açıklamayla, (açılan iptal davasını) reddetmiştir10.
Bu noktada, İslam'ı anlatmak, yazmak veya yaşamak gibi hususların laiklik ilkesi gerekçe gösterilerek yüzlerce müslümanın devlet tarafından yargılandığını ve yine devletin laiklik ilkesi gereğince tesettürlü olarak okumak veya görev yapmak isteyen müslüman hanımlara üniversite ve diğer devlet kademelerinde hayat hakkı tanınmadığını hatırlatmak isteriz.
Ayrıca devletin, 1982 anayasasında Diyanet İşleri Başkanlığı'yla ilgili, 1961 anayasasından farklı olarak, "laiklik ilkesi doğrultusunda" görev yapmasını öngörmesi de oldukça dikkat çekicidir11. Devlet bu şekilde, kendisi tarafından ihlal edilen bir anayasa ilkesini, yine bir anayasa maddesi olarak Diyanet İşleri Başkanlığımın görevleri arasında zikretmektedir. Uygulamalara bakıldığı zaman görülmektedir ki, devlet, anayasal zorunluluk olarak uyması gereken "laiklik" ilkesini, kendi açısından dine müdahale serbestisi, din açısından da devlet işlerine karışma yasağı olarak algılamaktadır.
Devlet, genel idare içerisinde yer alan hiç bir kurum ve kuruluş için artı olarak zikretmediği, "laiklik ilkesi doğrultusunda" görev yapma zorunluluğuyla da yetinmeyip,.diğer devlet memurlarına konulmuş, "başka görev alma, birlikte çekilme, ticaret ve kazanç getirici faaliyetlerde bulunmama, hediye ve çıkar sağlamama, siyasal partilere girme yasakları" yanında, Diyanet İşleri Başkanlığı personeli için, "siyasetle ilgilenmeme" yasağım da koymuştur12. Nitekim 7 Şubat 1976'da Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş'in, Devlet Bakanı Dr. Lütfi Doğan tarafından görevine son verilmesinde, "siyasetle ilgilenmeme" yasağını içeren 633 sayılı kanunun 25. maddesi hukuki dayanak olarak kullanılmıştır13.
Ne gariptir ki, "siyasetle ilgilenmeme" yasağı konulmuş bir kurumun, Diyanet İşleri Başkanı'ndan müftülerine kadar hemen bütün atamaları hükümetin siyasi tercihleri doğrultusunda yapılmaktadır. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı personeli için özel olarak konulmuş "siyasetle ilgilenmeme" yasağını da, tıpkı devletin "laiklik" ilkesine getirdiği yorum gibi, iktidar partisinin istemediği siyasi meselelerle ilgilenme yasağı olarak anlamak gerekir.
Nitekim, devlet eski bakanlarından Cemil Çiçek'in Diyanetle ilgili basında yer alan beyanatları da, konunun vehametini ortaya koyacak niteliktedir. Cemil Çiçek, başkanlığın merkez teşkilatı üzerinde yoğunlaştırdığı eleştirilerinde, şu ifadeleri kullanmaktadır: "... Bu teşkilatın mensupları, buradaki daire başkanlarının, başkan yardımcılarının kapısından içeriye giremezler. Yani bugün bu ülkede Cumhurbaşkanı ile görüşmek, başbakan ile bakanlar ile görüşmek mümkündür ama, burada daire başkanı ya da başkan yardımcıları ile görüşebilmek fevkalade zordur. Bunlar dine hizmet yerine partilerine hizmet etmeyi ön plana çıkarmışlardır. Şimdi bakınız, bunun tipik misali şudur: İşte partilerle iyi diyalog kurabilmek için Diyanet'in bir kısım imkanlarını adeta siyasilere bir nevi rüşvet gibi teklif etmişlerdir. Hemen misal vereyim. Bunun başında senelerden beri milletin parası ile milletvekillerini hacca götürmeleri yatıyor. Bir kısım makam sahipleri, hac konferansından, hac parasından, hac fonundan her birisi 150-200 milyona mal olan bir tarzda hacca götürülmektedir..."14.
Altını çizmek istediğimiz husus, devlet ve diyanet yetkilileri tarafından her vesileyle dile getirilen, "Diyanet İşleri Başkanlığı siyasetin dışında kalmalı; Diyanet İşleri Başkanlığı mensupları siyaset yapmamalı" şeklindeki beyanatların, pratik açısından çelişki ifade ettiğiyle ilgilidir. Yoksa, "Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, devleti ve toplumu ilgilendiren siyasi ve sosyal meselelerle ilgili, dinin bakış açısını ortaya koymaması gerektiği" gibi bir temenninin içerisinde değiliz,
Türkiye Diyanet Vakfı
Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat yapısı içerisinde bulunmamakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı ile sıkı ve karmaşık bir ilişkiye sahip olan Türkiye Diyanet Vakfı'na da temas etmek yararlı olacaktır.
13 Temmuz 1967 tarih ve 903 sayılı kanunun 3. maddesiyle genel, özel ve katma bütçeli idareler bütçeleri içinde kalan hizmetlerin yerine getirilmesi için tesis edilen vakıflara, Bakanlar Kurulu'nca vergi muafiyeti tanınacağı hükme bağlanmış ve bu çerçevede genel bütçeli bir devlet kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetlerini desteklemek amacıyla dönemin Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan (Dr.), başkan yardımcıları Tayyar Aitıkulaç ile Yakup Üstün ve hukuk müşaviri Ahmet Uzunoğlu tarafından Türkiye Diyanet Vakfı adıyla bir vakıf kurulmuştur15.
Türkiye Diyanet Vakfı'nın gayesi, vakıf senedinin 2. ve 3. maddelerinde açıklanmıştır. Bu maddelerde, asıl amacın Diyanet İşleri Başkanlığımın verdiği hizmetleri desteklemek" olduğu, "bu arada toplum için faydalı diğer sosyal hizmetleri yerine getirmenin de hedeflendiği, ancak özellikle din hizmetlerine ağırlık verileceği" belirtilmektedir16.
Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti Tabii Başkanı Diyanet İşleri Başkanı'dır. Vakfın il ve ilçelerde bulunan şubelerinin başkanı da olmak üzere toplam 887 şubesi bulunmaktadır.17
Türkiye Diyanet Vakfı'nın toplam sayısı 5812 olan gayri menkullerinin dökümü şöyledir: 1413 cami, 744 Kur'an kursu, 240 müftülük binası, 28 imam-hatip lisesi, 4 eğitim merkezi, 578 lojman, 195 dükkan, 133 büro, 23 depo, 6 yayınevi, 115 yurt binası, 32 sosyal tesis, 1722 arsa, 368 arazi ve 288 çıplak mülkiyet18.
Türkiye Diyanet Vakfı'nın elinde bulunan menkul ve gayri menkul mal varlığı, bizzat halktan ve camilerde toplanan yardımlardan elde edilmiştir. Bu yardımlar vakfın il ve ilçe müftülükleri bünyesindeki şubeleri tarafından kesilmekte, bu paranın %5'lik kısmı vakfın genel merkezine gönderilmekte, geri kalan %10'luk kısmı da il ve ilçe müftülüklerinde kullanılmaktadır. Bunun haricinde, cami ve Kur'an Kursu alanı içerisinde, cami veya Kur'an Kursu'na gelir elde etmek amacıyla inşa edilmiş dükkan vb. yerlerin kira bedellerinin %20'si de vakfa kesilmektedir. Türkiye'de 68.203 cami (1942 itibariyle), 5614 Kur'an Kursu olduğu gözönüne alınırsa, toplanan paraların ve bu paralardan kesilen oranların ne kadar yüksek meblağlar olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Dolayısıyla Türkiye Diyanet Vakfı'nın cami ve benzeri kurum ve kuruluşlara yardımda bulunması bir yana, vakıf, buralardan toplanan paralardan gelir elde etmektedir. Vakfın, kuruluşundan bugüne, gerek dini hizmetler, gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki mağdur personelle ilgili kayda değer bir yardımı da olmamıştır.
Türkiye Diyanet Vakfı ile ilgili şaibeli konulardan birisi de, 1979 yılından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı ile koordineli olarak yürüttüğü hac ve umre seyahatleridir. Hac ve umre seyahatlerinin paraya ilişkin bütün işleri vakıfça yürütülmektedir. Şaibe konusu olan husus. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından organize edilen hac ve umre seyahatlerinden elde edilen faiz geliridir. Özellikle hac seferlerinin tekel halinde Başkanlık tarafından düzenlendiği dönem içinde yetkili kılınan Türkiye Diyanet Vakfı'nın 1984 yılında hac ödemelerinden 2.5 milyar TL. faiz geliri elde edildiği ileri sürülmüştür. Anılan yıl Türkiye'den hacca giden 31 bin kişi hac masrafı olarak vakfa dört ay önceden kişi başına ortalama 500 bin, toplam olarak da 15 milyar ödemişlerdir. 1985'de ise, hacca gidiş sınırlamalarının kaldırılması sonucunda, bu sayı 33 bini aşmıştır. Hacı adaylarından karayoluyla gideceklerden 636 bin, havayoluyla gideceklerden de 911 TL'yi dört ay önce peşin toplayan Türkiye Diyanet Vakfı, iddialara göre 1985 yılı hacından 4.5 milyar TL'lik faiz geliri toplamıştır.19
Ayrıca, vakfın personelinin büyük çoğunluğunun aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı personeli olması, herhangi bir nedenden bir zarar oluştuğunda ortaya çıkacak sorumluluk sorununun hangi esaslara göre, ne tür hukuk uygulanarak çözümleneceği gibi bir çok husus da eleştiri konusu olmaktadır20.
Hülâsa
Devletin, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi "din"le ilgili bir kuruluşa genel idare içerisinde yer vermesinin iki sebebi olabilir:
a) Devlet, müslümanların fitneye düşmemeleri, sağlıklı bir şekilde dinlerini öğrenebilmeleri, rahatça ibadetlerini yerine getirebilmeleri gibi "dini ve müslümanları koruyucu" bir düşünce sergilemektedir.
b) Devlet, dini kontrol altında tutmak, kendine göre bir "din" anlayışı oluşturmak ve aynı zamanda mevcut sisteme meşruiyet kazandırmak istemektedir.
Yazı boyunca da vurgulamaya çalıştığımız gibi; dinin, siyasal ve sosyal alana yönelik prensiplerini açıklama ve anlatma yasağı kapsamındaki bir kuruluşun varlık gerekçesini, birinci maddede zikredilen argümanlar üzerine bina edebilmek mümkün değildir. Kaldı ki, Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgili olarak gündeme gelen, "özerkleştirilmesi", "cemaata bırakılması" veya "lağvedilmesi" yönündeki tekliflerde, kuruluşundan bugüne devam edegelen ve ikinci maddede serdedilen rahatsızlıkların bir neticesidir.
Dipnotlar
1- Türköne, Mümtaz'er; Osmanlı Modernleşmesinin Kökleri, s.39
2- Karatepe, Şükrü; Osmanlı'da Din-Devlet İlişkisi, Bilgi ve Hikmet, sayı:11, s.75
3- Gnş. bl. bk., Ceylan, H.Hüseyin; Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet ilişkileri, c: 1, S.235-303
4- DİA, D.i.B.mad.,c:9, s.455 5-a.g.e.,c:9, s.458
5- Ceylan, H.Hüseyin; a.g.e., c:1, s.341(20 No'lu Dipnot)
6- Erşahin, Seyfettin; Diyanet Dergisi, Sayı:9,s.16
8- Ceylan, H.Hüseyin; a.g.e., c:2, s.334
9- a.g.e.,c:2,s.334-335
10- bk. Tarhanlı, İştar B., Müslüman Toplum, "Laik" Devlet, Türkiye'de Diyanet işleri Başkanlığı, s: 106,107; ayr. bk., DİA, D.İ.B'lığı mad. 9/458
11- bk. Tarhanlı, İştar B., a.g.e., s:159,160
12- a.g.e., s:124
13- a.y., (407 Nolu dipnot)
14- Cemil Çiçekle Diyanet ve Partiler Üzerine Söyleşi, 'Diyanet Topluma Yetişemiyor', Yeni Şafak, 16 Haziran 1996, 10
15- DİA, TDV mad., 9/461
16- a.y.
17- a.y.
18- a.g.e., 9/461,462
19- Tarhanlı, İştar B., a.g.e., s:95
20- bk. a.g.e., s: 143.144