Geoffrey Hindley tarafından yazılan ve 2011 sonlarında Doruk Yayıncılık etiketiyle basılan kitap 336 sayfa. Kitabı İngilizceden Süleyman Genç çevirmiş.
Bir Ortaçağ tarihçisi olan ve özellikle bu dönemdeki savaşlara ve kuşatmalara ilişkin başka çalışmalara da imza atan Hindley, 14 temel bölüme ayırmış kitabını. Kitabın başındaki giriş yazısından sonra, kullanılan fotoğraflarla ilgili bir fihrist ve haritalar hakkında da kısa açıklamalar yer alıyor. Dipnotlara çok az yer verilen kitabın sonunda, bu eksikliği gidermek amacıyla Notlar ve Kaynaklar adlı bir bölüm var. Kaynakça ve Dizin de kitabın işlevselliğine katkıda bulunuyor.
Kitapta, yaşadığı döneme ve dünya tarihine damgasını vuran Selahaddin’in, Haçlı istilası döneminde İslam dünyasını bir araya getirmek ve dinin yayılmasını sağlamak konusundaki başarılarının yanı sıra Hıristiyanlar arasında da ün salan merhameti ve mertliği de aktarılıyor okura.
Klasik bir yaklaşımla ve klişeleşmiş cümlelerle örülmüş sıradan bir biyografi çalışması yahut belli ve bilinen özellikler üzerinde yoğunlaşan bir güzelleme değil Selahaddin. Hem Batı hem de Doğu’nun kaynaklarını taramaya, mukayeseli bir yaklaşım sergilemeye, önyargıları aşarak nesnel bir tutum sergilemeye çalışmış Hindley. Hatta en büyük kusuru, fazla şüpheci olması ve bu yüzden de üzerinde anlaşılan, herkesçe doğru kabul edildiği varsayılan bazı gerçekleri de abartılı bulmaya koşullanmış bir zihin yapısıyla yola çıkması. Selahaddin’e ve onun öncesinde Nureddin Zengi’ye de haksızlık ettiğini düşündüğümüz tespitler ya da yorumlar da var kitapta. Fakat konuyu, söz konusu zamana ve mekâna yayarak ele alması, yatay ve çok boyutlu okumalara yönelmesi; bununla birlikte bu süreçteki dikey çıkışları, sahneyi hareketlendiren dinamikleri ve aktörleri eş zamanlı bir yaklaşımla ele alması özgün ve sağlıklı çıkarımların sayısını artırmış görünüyor.
Bu konuyla ilgili çalışmalar yapan birçok tarihçiden farklı olarak bu biyografik eserine Kudüs’ün Selahaddin Yusuf tarafından yeniden fethedilmesiyle başlıyor yazar. Çeşitli yönleriyle Kudüs’ü, Kudüs’teki Haçlıların durumunu, fetih öncesi ve sonraki ayrıntılar eşliğindeMüslümanların cephesini resmediyor. O dönemdeki farklı inanç ve kültürlerdeki Kudüs algısı, imgesi, tasavvuruna ilişkin özgün ve karşılaştırmalı tespitlerin, kitabın bu bölümüne ayrı bir değer kattığı söylenebilir.
Nureddin’in açtığı yolda yürüyen ve birçok konuda onu örnek alan Selahaddin’in, alışılagelmiş hükümdar imgesini de altüst eden bir adam olduğunu biliyoruz. Yazarın da belirttiği gibi, kendisini yakından tanımayan bir Frenk, Batılı bir şövalye onu adamlarından ayırt etmekte çok zorlanacaktır. 4 Temmuz 1187’deki Hıttin Savaşı’nda Frenkleri ezen, 20 bine yakın savaşçısını kaybeden Kudüs kralını da ileri gelen birçok isimle birlikte esir alan, bu savaşı takiben gerçekleşen yıldırım harekâtıyla Haçlılara ait onlarca yeri teker teker ele geçiren, bu ilerleyişi muzaffer bir fâtihin kan dökerek koşturmasından çok müşfik bir idarecinin kendi hâkimiyeti altındaki topraklardan geçişini andıran Selahaddin, şimdi 90 yıldır işgal altındaki Kudüs önlerindedir. Yazar, onu şu sözlerle betimlemektedir: “Oldukça kısa bir adamdı, yuvarlak yüzü artık kırlaşmış, düzgün bir sakalla bitmekteydi, ancak sarığının altında saçları hâlâ simsiyahtı. Gözleri de siyahtı, bakışları keskin ve tetikteydi. Bu derecede büyük bir hükümdara göre kıyafetleri oldukça sade ve gösterişsizdi; ancak atının üzerinde, otuz yıldan beri at sırtında askerlik yapmanın verdiği rahatlıkla bir polo şampiyonu edasıyla oturmaktaydı.” (s. 21)
Yazara göre Selahaddin Eyyubi, Avrupa imgesine, Hıristiyanlığa, Batı’nın kendine olan saygısına, Hun imparatoru Attila’dan beri hiçbir Asyalı savaşçının yapamadığı kadar büyük bir darbe indirmesine rağmen rakipleri, düşmanları arasında da sevilip sayılmıştır ve bu, çok nadir rastlanan bir durumdur.
Yeri geldiğinde, Selahaddin’in gözünü açtığı dünya da çeşitli yönleriyle irdeleniyor kitapta. Hem Doğu’daki hem de Batı dünyasındaki parçalanmışlık ve çekişmeler yerinde belirlemelerle ve dönemin tanıklıkları gözetilerek sunuluyor okuyucuya. Doğu’daki güç mücadelelerinin, Suriye çölünün ve Fırat ile Dicle nehirlerinin karşısına dek uzanan şehirler dörtgenince belirlendiğini iddia ediyor Hindley. Bu bağlamda Şam, Bağdat, Halep ve Musul’un Haçlı Seferleri dönemindeki rollerine ışık tutuyor. Ardından, Selahaddin’i ve ailesini de sık sık devreye sokarak, Frenk istilasına karşı atağa geçen Atabey İmaduddin ve Nureddin Zengi’nin çabaları, rolleri, tarihî misyonları üzerinde duruyor. “Cihad” düşüncesini uzun yıllar sonra Müslümanlar arasında bu isimlerin canlandırdığını tespit ediyor: “Nureddin ve ona bağlı âlimlerce yönlendirilen cihad düşüncesi, ezoterik bir heyecandan çok, büyük bir halk hareketine dönüştü. O, hem istilacı kâfirlere karşı hem de şeytanın tuzaklarından kendisini uzak tutmak için kendi nefsine karşı cihad ediyordu. Sertliği, çağdaşlarını etkilerdi. Zamanının Müslüman yöneticilerinin birçoğunun aksine içki yasağına çok sıkı bir şekilde riayet ederdi ve uçarı eğlencelerin tümüne karşı neredeyse püriten düzenlemeler getirdi. Sünni ilminin gelişmesi için sayısız okullar kurmuştu. Ondan çok daha fazla vicdanına kulak verenlerin bile zorla almış olduğu İslam kanunlarında yer almayan tüm vergileri kaldırmıştı. Müslüman dünyayı böldüğüne inandığı ve Frenklerin kolay bir avı olmasından korktuğu Fatımilere ve Şiiliğe karşı verdiği mücadele de önemliydi.” (s. 81-82) Bu belirlemeleri yapan yazarın, ardından, Kudüs’e son darbeyi indirmek yerine gereksiz ve abartılı bir tutumla Mısır’la ilgilenmesi üzerinden Nureddin’le ilgili bazı imalara, spekülasyonlara yönelmesi objektifliğine bir parça gölge düşürüyor kuşkusuz.
Zengilerden sonra Eyyubi ailesinin geniş bir tarihçesinin verildiği ve bu esnada öne çıkan aktör ve etkenlerin tahlilinin yapıldığı bir bölümle ilerliyor kitap. Selahaddin’in amcası Şirkuh’un ve babası Eyyub’un, mevcut kaynaklar taranarak çizilen portrelerini okuyoruz sırasıyla. Ardından, iç karışıklıkların ve oyunların bitmek bilmediği Mısır üzerine yapılan üç sefer üzerinde duruluyor. Temelde “Mısır’ın, Kudüs’ün süt veren ineği olması” gerektiğini düşünen Frenklerin eline geçmemesi için gerçekleştirilen bu seferlerde, Selahaddin’in çehresinin ve kabiliyetlerinin de yavaş yavaş ortaya çıktığına tanık oluyoruz.
Kitap, o dönemdeki kaynakların daha fazla konuşmaya başladığı yıllar ve olaylarla derinlik kazanıyor. Selahaddin’in Mısır veziri olmasını, Nureddin’in de baskısıyla Fatımi devletini ortadan kaldırmasını, bu arada patlak veren isyanlara ve Haçlı saldırılarına direnerek gücünü pekiştirmesini, Nureddin’in vefatından sonra Suriye ile Mısır’ı birleştirmesini, Hıttin’de Frenkleri ezdikten sonra peş peşe bölgedeki kale ve şehirleri ele geçirmesini, Avrupa’dan gelen ve aralarında Arslan Yürekli Richard’ın da bulunduğu yeni Haçlılarla uzun, yorucu ve yıpratıcı mücadelesini okuyoruz kronolojik bir akış eşliğinde.
Okuyucuyu etkileyen, duygulandıran cümlelerle karşılaşıyoruz bu aktarımlarda. Nureddin gibi Selahaddin’in de Müslüman dünyayı birleştirmek, uyandırmak ve muhkem bir güç hâline getirmek için nasıl çırpındığını, buna rağmen ne büyük bir duyarsızlık ve uyuşuklukla karşılaştığını aktaran bölümler dikkat çekici bu yönüyle. Kendi yakınlarının, akrabalarının, kardeşlerinin, onca yıl birlikte cehd ettikleri emirlerinin bile kendi çıkarlarını önde tutan, Allah rızasını ve Müslüman toplumların izzet ve kurtuluşunu göz ardı eden yaklaşımları can yakıcı tespitler olarak çıkıyor karşımıza.
En sonda Selahaddin’in vefatını anlatan ve kitap boyunca Müslüman dünyanın açıklarını aramaktan da uzak durmayan Hindley, Batılı bir tarihçi olarak kendisi de etkilenmiş görünmektedir aktardıklarından. “Öldüğünde öylesine fukara bir durumdaydı ki arkadaşları onu defnedebilmek için borç almak zorunda kalmışlardı. Bu, dostları kadar muhalifleri tarafından da doğrulanmaktaydı ve tümü bu durumun, onun emsalsiz bir cömertlikle geçen hayatının sonucu olduğunu kabul etmekteydi.” cümlesi, bu bağlamda okunabilir.
Dahası, yazar, bugün Türkiye sınırları içindeki Cizre’de doğan ve aslen kendisi de Kürt olmasına rağmen Selahaddin’i bazı özellikleri ve tutumları nedeniyle eleştirip kınamaktan da çekinmeyen, dönemin en büyük tarihçisi olarak bilinen İbnü’l Esir’in şu cümleleriyle bitirmektedir kitabını:“Sözün kısası, kendi döneminin mucizesiydi Selahaddin. Fetihleriyle de ispatladığı gibi, kâfirlere karşı yürüttüğü muazzam savaşlar ve mükemmel davranışlarla dolu bir ömür sürmüştü. Harika niteliklerle dolu bir adamdı.” (s. 307)
-----------------
Geoffrey Hindley
Bir İslam Kahramanı / Selahaddin
Doruk Yayıncılık, 336 s.
İstanbul 2011