Ne ABD dolarının iki ay İçinde % 50 gibi astronomik boyutlarda artışı, ne de Bosna'da ve Kafkaslar'da yaşanılanlar karşısında içerisine düşülen acziyet, RP'nin 27 Mart Genel Yerel Seçimlerinde alabileceği muhtemel oy oranının ülke genelinde gündemin ilk ve neredeyse tek maddesi olmasını durduramadı. Bu duruma engel olmak için hemen her yola başvuruluyor. Adeta toplumsal hayatın bütün alanlarına sirayet eden bir 'yüksek tansiyon' hali yaşanıyor. Bütün statükocu kesimlerde belirgin bir telaş hali hakim. Oysa ülkenin içerisinde bulunduğu durum ve dünyadaki gözlemlenebilen gelişmeler var olan durumun hiç de anormal olmadığını anlamaya yetecek verilerle dolu. Öyleyse, statükocu laik kanadın yaşadığı hipertansiyon hali neden?
Bu soruya verilecek cevap herkese göre çeşitlilik gösterse de bizim toplumumuzun tarihine bakıldığında, üzerinde uzlaşma sağlanabilecek bazı temel nedenlerden bahsetmek mümkün:
Egemenliği elinde bulunduranlar eğer toplumun kendi içerisinden süzülerek oluşturulmuş bir sistemde temsilci olarak varlarsa zaten böyle bir sorun yaşanmayacaktır. Çünkü, sistem toplumun kendi yaşam biçiminin devamını sağlamak için oluşturulmuştur. Bu nedenle de toplumdan gelecek her türlü eğilime açıktır. Oysa yakın tarihte yaşanılanlara bakıldığında, egemen çevrelerin toplumun temsilcilerinden değil elit bir kesimden oluştuğu görülecektir. Bu seçkinci kadro "akl-ı evvel"lerden oluşup toplumun hemen bütün kesimlerinin iradesini zora dayalı yöntemlerle sindirme hakkım kendisinde vehmetmiş bir geleneğe sahiptir. Güven ve itminana dayalı olmayan böylesi bir hal doğal olarak beraberinde sürekli bir tedirginliği getirecektir. Nitekim, denetim dışı her söyleme karşı statükocu kesimlerin takındığı "paranoid" tutum bu güvensizlik halinin yansımasıdır. Çeşitli dönemlerde olduğu gibi son günlerde de "bir kaşık suda fırtına koparma"larının nedeni de temelde bundan kaynaklanıyor.
Bu psiko-patalojik hal öylesine güçlüdür ki, sisteme vaziyet edenlerin daha gerçekçi politikalar üretme yeteneklerini bile yok etmektedir. Oysa, toplumsal gelişmelere ayak uydurmayı becerebilmekle bile yetinseler bu hipertansiyon halini yaşamaktan kurtulabilirler belki. Oysa sistem, "akıntıya kürek çekerek" varlığını devam ettirmekte kararlılık gösteriyor.
Buna karşılık, dünyadaki gelişmelere de paralel olarak Türkiye coğrafyasında yaşayan kitleler bir yandan sisteme karşı kendilerini ifade etme, bir yandan da kendilerini yeniden tanımlama çabasını yoğunlaştırmaktadırlar. Uzun bir dönemden beri dayatılan dış mihraklı modernist yaşam biçiminin toplumda oluşturduğu derin belirsizlik insanları yeni arayışlara itmektedir. Yoksulun itilip kakıldığı, ölçünün adaletsiz bir temele oturtulduğu, ülke kaynaklarının küçük bir azınlık tarafından yağmalandığı ve bu durumun sistemleştirildiği bir ortamda insanların yeniden ilahi kaynağa yönelişi oldukça anlamlıdır. Daha da anlamlı olan bu yönelimin dünya ölçeğinde yaygınlaşma eğiliminde oluşudur.
Bu tür eğilimlerin açığa çıktığı her dönemde olduğu gibi son günlerde de olayın yankısı gerçek gücünden çok daha fazla olmuştur. Ama, saldırgan laik propagandanın halkın inançlarını tahkir edici ve cumhuriyetin ilk dönem uygulamalarını çağrıştıran bir üslupla ortaya konması kitleleri yukarıda bahsedilen gerekçelerin de etkisiyle muhalif bir yöne kanalize olmaya zorlamıştır. Bu yönelim üzerinde etkisi olan ve genellikle gözlerden kaçırılan bir başka temel neden ise muvahhid direniş geleneğinin yankısını bulmasıdır. Çok net vahyi ilkelere göre şekillenmiş olmasa da tevhidi yönelim üzere sürdürülen direnişler bugünkü gelinen noktada Önemli bir paya sahiptir.
İşte sistemin bu kahredici işleyişiyle iyice umutsuzluğa düşen ve merkez partilerden umudunu kesen kitlelerin ihtiyaçlarına RP'nin geliştirdiği söylem biçimi belli bir oranda tekabül emektedir. Bu durum, hem sosyolojik nedenlerden dolayı yeni arayışlara giren kitleler, hem de İslami canlanmanın kitlesel yansıması olan kesimler üzerinde etkili olan RP'nin oy oranını etkilemiştir. Bu oranın toplumsal bir güç oluşturacak niceliğe ulaşması laik statükocu kesimi paniğe sürüklemiştir. Laikler bilmektedirler ki, toplumsal bir çekim alanı olarak yeni bir kesimin var olması kendileri açısından onulmaz bir yara oluşturacaktır. Bu kitlesel yönelimi ya kuşatarak ya da dayatmacı yöntemlerle kontrol etmekten başka seçenekleri kalmamıştır. Tahammülsüz büyüklenme kompleksi kuşatıcı tavırlara engel olduğuna göre statükocular için geriye tek seçenek kalmaktadır: Cebre dayalı yöntemler.
Medyanın da yaygın gücünü seferber etmesiyle estirilen laik terör yine İslam'ı kendisine hedef seçmiştir. Bu hem sistemin işleyişinin fonksiyonsuz bir hale gelerek kitleleri denetleyememesinden hem de İslam'a duyulan azgın bir öfkeden dolayı böyledir.
Geçmiş dönemlerdeki baskıcı ve zora dayalı denetim anlayışı şu anki dönemde her ne kadar kolaylıkla uygulanamaz zannediliyorsa da laik dikta gerektiğinde bu yola başvurmadan da kaçınmayacaktır. Son günlerde olup bitenler RP'ye yönelik tepkiler gibi gösterilse de temelde halkın rejime muhalefetinin doğurduğu panikten kaynaklanmaktadır. Bu muhalefetin İslami değerlerle olan ilişkisine karşılık rejimin yöneticileri radikal laik söylemlerle adeta geçmişte yaptıklarını hatırlatmak istemektedirler. Özellikle 195O'li yıllardan önceki dönem uygulamalarını çağrıştıran bu tavırlar, gittikçe yoğunluk kazanarak kaynağı belli medyanın da desteğiyle bir baskı unsuruna dönüştürülmüştür. İki oturumda sekiz milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması belirli çevrelere verilmiş bir ültimatomdur. Müslümanlar bu ültimatomdan nasiplerini fazlasıyla almıştır. Bütün orta dereceleri okullarda "Olağanüstü Atatürk Haftası" ilan edilmesini zorunlu kılan hukuksal uygulama oldukça anlamlıdır. Bu anlamı yakalamak için haftayı tanımlamak için belirlenen isme bakmak yeterli olacaktır.
Bu arada rejimin icra mercilerinde bulunan kişi ve birimler din istismarlarından da vazgeçmiş değiller. Kur'an-ı Kerim'le açılışı yapılan toplantıların sayısı artarken, TC'nin ilk kadın başbakanı olan Çiller'in söylevlerinde kullandığı kudsiyet ifade eden cümleler ve sık sık başörtülü resimlerinin medya aracılığı ile yansıtılması bunun sadece bir kaç örneğini oluşturmaktadır. Doğrusu Ramazan'ın böyle bir döneme rastlaması laikleri oldukça sevindirmiş olmalı. Belki de ilk defa Ramazan'ın gelişine sevinmişlerdir desek abartmış sayılmayız. Çünkü, kendilerinin de müslüman olduklarını ispatlamak için fırsat yakalanmıştır. Ve medya aracılığı ile de bu durum en iyi şekilde değerlendirilmektedir.
Kabul etmek gerekir ki, RP varlığını ve başarısını yalnızca konjonktürel gelişmelere borçlu değildir. TC'ye karşı ilk günden beri varolan muhalefet çizgisinin devamı sayılabilecek bir kitle ile bu oluşumu sahiplenen insanların çabaları bugünkü duruma geliş üzerinde oldukça önemli bir paya sahiptir. Başlangıçtan beri kendisini İslamcı bir parti edası ile alt birimlerde kitlelere sunan bu parti, inançlarından dolayı zulme uğramış, dışlanmış bir tabana dayalı olarak vücud bulmuştur. Mağdur olma ve inançların yüklediği sorumluluk bilinciyle hareket eden insanların -özellikle de tabanın- gösterdiği büyük çalışma azmi başarı grafiğinin yükselmesinin en önemli nedenlerinden birisidir. Yerel seçimlere doğru hız kazanan üye kaydetme yarışında son altı ayda RP'nin Ocak ayı itibariyle kaydettiği üye sayısı yalnızca İstanbul'da, basında yer alan verilere göre 391 bin 579'dur. Yine basındaki verilere göre bu sayı, diğer tüm partilerin İstanbul'da kaydettikleri üye sayısından daha fazladır. Bu durum tabandaki iyi niyetli çabaların ulaştığı bir sonucun göstergesi olarak düşünülmelidir.
Gerek dünya, gerekse de ülke ölçeğinde yaşanılan süreç her ne kadar RP'nin kitlesel açıdan büyümesine elverişli ise de RP'nin bütün olup bitenler karşısında ortaya koyduğu tavır hiç de iç açıcı değildir. Zaten temelde ıslahat temeline göre şekillenmiş ilkesel netliği olmayan RP, iyice maslahatçı (pragmatik/opurtünist) bir tavrı benimsemenin şaşkınlığını yaşamaktadır. Sağlıklı bir temele dayandırılmış ve sistemleştirilmiş programdan yoksun olan RP böylesine elverişli bir ortamda bile hala savunmacı tavırları aşamamaktadır. RP'nin kurmayları, kendileri dışında kalanların "şer cephesi" olduğunu söyleyerek destek beklediği partili olmayan müslümanlara sadece oy potansiyeli olarak baktığı için bu müslümanlarca yapılan eleştirileri dikkate almamanın bedelini, kendi düşünsel kısırdöngüsüne mahkum olarak ödemektedir. Bu düşünsel kısırdöngü, vahye göre sağlamlaştırılamamış duygusal yönelimlerle oluşan bir tepkiselliği aşmayı imkansızlaştırmaktadır. Üstelik, var oluş amacını İslami temellerle açıklama gereği duyduğu için de durumunu korumak gerektiği sonucuna vararak ödünlere dayalı bir çizgi tutmaya mahkum olunmaktadır. RP gerçekten samimi ise öncelikle bu handikapı aşmanın yollarını bulmalıdır.
İLKSAN'cılar, İSKİ'ciler karşısında bile savunma psikolojisini üzerinden atamamak acziyettir. Bu durum ise kitlesel oy oranına bakıldığında gücüyle orantısız bir tavırdır. Gerçi, RP'nin sahip olduğu oy potansiyeli hangi vahyi ilkeler üzerinde oluşan bir birlikteliktir diye düşününce, RP'nin en önemli açmazı ile yüzyüze gelinmiş olacaktır.
RP, özellikle son dönem uygulamalarıyla kitleleri değiştirerek değil, var olan durumlarını korusalar dahi katılıma çağırmaktadır. Yani, RP kitleleri dönüştürmeyi amaçlayan bir söylemi değil, toplamayı amaçlayan söylemi sloganlaştırma düzeyinde benimsemiştir. "Toplum temiz, temiz olmayan yöneticiler" sloganı bizatihi rejimi ve işleyişi değil, bireyleri ve kuruluşları hedef olarak belirlemektedir. Bu yaklaşımın ise hiç bir İslami ilkeye dayandığı söylenemez.
Buradan hareketle RP'nin kendisine oy veren kitlelere karşı seçmeci davranmasını değil ama net bir kimlik ortaya koymadığını vurgulamak istiyoruz. Hem müslümanları, hem de başka kesimleri "idare edici" bir tutum ilkesiz bir tutumdur.
Yine, evrensel sömürünün başı ABD'nin zelil işbirlikçisi Suudi krallığı ile olan ilişkisine açıklık getirememesi oldukça anlamlıdır. Hem anti-emperyalist bir söylem sahip olacaksınız, hem de emperyalizmin bölgesel işbirlikçileri ile kapalı kapılar ardında bilinmez ve açıklanamaz ilişkiler kuracaksınız. RP bu tavrını B. Ecevit'e bile açıklayamayacak kadar ilkesiz bir tavırla hangi değişime öncülük edebilecektir acaba?
Belli bir çekim alanı oluşturmanın getirdiği yönelimlerle kendilerine gelen paşalar ve bürokratları geçmişlerine bakmaksızın vitrinine almayı övünç olarak sunan tavırlar sergilemesi de maslahatlarla tabana açıklanmakta. Bu konuda yapılan bir başka izah tarzı ise, insanların geçmişlerine göre değerlendirilmesinin müslümanca olmadığını ısrarla vurgulamaktadır. Bizce, bu söylem hem kendi nefislerindeki iç çatışmaları dindirmek, hem kendi kitlesine gerekçe bulmak, hem de bazı güçlere karşı kendilerini hoşgörülü gösterme zorunda hissetmenin sonucu olarak oluşturulmuştur. Fakat hem gerçekçi olmak, hem de ilkeli olmak açısından değerlendirildiğinde durumun vehameti açıklık kazanır. Bir kere, bu olaya karşı getirilen eleştiriler, bildiğimiz kadarıyla, bu insanların yalnızca geçmişlerine değil, daha çok şu anki konumlarının belirsizliklerine yöneliktir ve haklı gerekçelere dayanmaktadır. En azından, bu insanlar rejimin dinamik gücü ve bekçisi olan bir camianın emeklisi/üyeleridir. Bu nedenle de bu gücün gözcüsü olma zanlısı olması da normal görülmelidir. Böyle olmadıklarının somut olarak anlaşılabileceği bir süreç yaşanana kadar da aksini düşünmek gerçekçi olmaz. Ayrıca, bu insanların yalnızca partiye katılmaları değil, basına tanıtılarak yapılan şovlar bu insanlara verilen konumun/statünün göstergesi olarak algılanabilir.
Yine, basına da yansıdığı ve tekzib edilmediği için bildiğimiz bazı olaylar da düşünülünce RP'nin kadro oluşturmada İlkelerden çok pragmatik hesaplar peşinde koşturduğu kanaatini oluşturuyor. Ali Coşkun'un İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı konusunda yaptığı pazarlık ile bir ara ANAP'tan ayrılan Mehmet Keçeciler'le yapılan görüşmeler eğer anlaşma ile sonuçlanabilseydi şimdi başka yerlerde olan bu insanlar RP kurmayları arasında olacaklardı. Bildiğimiz kadarıyla anlaşmazlığın nedeni RP'nin ilkeleri değil, mezkur şahısların vazgeçmeleridir. Bu anlayışla mı bir yerlere varılacak dersiniz? Kendisi dışında kalan herkesi renksizlikle suçlayan RP'nin özellikle son dönemlerde çoğulculuğa ve sivil toplumculuğa özenen söylem ve tavırlarıyla kendisine de hiç değilse iğne batırması gerekmiyor mu? Biz bu anlayışla bir yerlere varılabileceğini, ancak varılacak yerin İslami ilkelerin öngördüğü yer olmayacağını söyleyebiliriz.
Bu arada sayın Necmettin Erbakan'ın bazı tavır ve ifadelerinin gittikçe yaygınlık kazanması bu tavır ve söylemlerin yalnızca zorunluluktan kaynaklandığını söylemenin gerekçelerini çoktan aşan bir boyut kazanmıştır. Anıtkabir ziyaretlerinin artık meşruiyet kazanması "Eğer Atatürk yaşasaydı o da Refahçı olurdu" türünden tiraji-komik durumları beraberinde getirmektedir. Hem "RP, partilerin değil düzenin alternatifidir" diyecek, hem de düzenin ilahını kendinizle aynı yerde göreceksiniz. Lütfen dürüst olalım beyler. Kimliğinize zarar verecek bu tür ciddiyetsiz ve tutarsız durumlara düşmenizin işe de yaramadığını dünya alem biliyor. Siz hala mı göremediniz? Lütfen biraz basiret.
Ortalıkta dolaşan söylemlere göre, düzen Güneydoğu'yu 27 Mart 1994 seçimlerinde taşeron parti olarak RP'ye havale etmiştir. Hatta RP'nin Güneydoğu'da ordu ve MGK'nın gözdesi olduğu rivayetleri ortada dolaşırken mide bulanmamasının imkanı yoktur. Biz buna inanmak yerine, parti binalarının açık oluşunu tabandaki insanların halisane çabalarına bağlamak istiyoruz. Peki ama DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmaları lehinde oy kullanmak suretiyle kime, neyi ispatlamayı amaçlıyorsunuz? Bu tutum rejimin bekçileri tarafından Meclis'e dayatıldığı söylentileri ortadayken daha da önemlisi o meşhur çoğulculuk söylemleriniz hala Adil Düzen'inizin temelini oluştururken hangi ilkeye dayandırılabilir? Bu tür tutarsızlıklarla toplumsal ıslah gerçekleştirmek olsa olsa salt bir özlem olabilir herhalde. Lütfen artık RP'nin konumunu açık yüreklilikle yetkililer ortaya koysun da insanlar tavırlarını ona göre belirlesinler. Eğer gerçekten R. Tayyib Erdoğan'ın da dediği gibi RP İslami bir parti değil de, İslam'ı önemseyenlerin partisi ise bu açıklıkla tabana da el aleme de bu şekilde duyurulsun. Birilerine başka adlarla giderek duyalılıklarıyla çatışma yaratmak ağır bir sorumluluktur. Seçim sloganlarında kullanılan "Türkiye'nin teminatı" kulağa hoş gelse de bahsedilen belirsizliği bünyesinde barındırıyor. Bunun kime yönelik bir mesaj olduğunu düşününce spekülasyonlar başlayabilir.
RP'nin ciddi bir şekilde üzerinde durması gereken sorunlardan birisi de, kendisine yönelen kitlelere refah vaatlerini önceleyen yaklaşımdan sıyrılamamasıdır. Her ne kadar, ekonomik yapılanmanın, kapitalist üretim ilişkilerine alternatif sunabilmenin gereğine dikkat çekmek dahi önemli sayılırsa da bunun gerçekçi ve de kalıcı değerler/ilkelere göre şekillendirilmesi elzemdir. Fantazilerce değil vahye göre belirlenmiş ilkeler bu konuda belirleyici olmalıdır. Ayrıca, bütünsel açıdan her şeyi yerli yerine oturtacak bir ilkesel netlik vahye dayalı olarak oluşturulmalıdır ki, aldatıcı/avutucu söylemleri aşan bir ufuk yakalanabilsin. Yoksa sayın Erbakan'ın diğer partiler için kullandığı "pansumancı" rolü düzen içinde RP'ye kalabilir.
Böyle bir yazının sınırları içinde de olsa değinilmeden geçilmemesi gereken bir başka sorun RP kurmaylarının alay konusu olan "hayalci" tavırlarıdır. Her seferinde kendilerini şu kadar oyla iktidar olmayı müjdelemek zorunda hisseden sayın kurmaylar, kendileriyle birlikte canla, başla çalışan insanların beklentilerini iktidar olma gibi bir peşinciliğe endekslememelidir. İktidar olma bütün sorunların çözüldüğü yeryüzü cennetleri oluşturmaya yetmez. Artık bu gerçeğin altını çizerek üzerinde düşünmek gerekiyor. Allah, müminlere, erteleyici/maslahatçı tavırlara endeksli bir mücadeleyi değil, hayatın her alanına yansıtılmış bir ıslahat çabasını sorumluluk olarak yüklemiştir.
Hülasa, diyebiliriz ki, Türkiye'nin derdi sistemidir. Sistem, kendini dayatan bunalımlara karşı kitleleri avutmak ve kirliliklerini gözlerden kaçırmak için hep bir "günahkeçisi" aramaktadır. Fehmi Koru'nun da dediği gibi artık bu gerçeği gizlemeye kimsenin gücü yetmez.
Bu kez yine "günah keçisi" olarak RP adına müslümanlar belirlenmiştir. Fakat buradan hareketle müslümanların savunmacı bir ruh haline girerek ilkesizliğe düşmemeleri gerekir. Duygusal ortamlarda ciddi hatalara ve kaymalara karşı ıslah amacı güden eleştiriler ertelenmemelidir. İktidar ufku görenlerin ilkelere yönelik erteleyici ve maslahatı önceleyen tavrı bir yanılgıya dayanmaktadır. Müminler iktidarı yalnızca ıslahat için gerekli bir araç olarak görürler. Araçlar ise, amaçların önüne geçirilemez.