Seçimler öncesinde Pakistan'da siyasi belirsizlik!

Cemil Yılmaz

Pakistan halkı, 1993 Ekim ayının ilk haftasında seçim sandıklarının başına gidecek. 1988 yılında Ziya Ülhak'ın, uçağına yapılan sabotaj sonucu ölümünün ardından gelen ilk seçimlere giderken oldukça şevkli ve istekli olan Pakistanlı seçmen, bu seferki seçimler için pek de hevesli görünmüyor. Çünkü son beş yıllık demokrasi tecrübesi Pakistanlılara, seçimlerdeki iradelerinin kötüler arasında bir tercih yapmaktan başka bir şey olmadığını çok iyi öğretmiş durumda: En iyi ihtimalle bir "ehven-i şer" seçimi.

Şu anda Amerika'dan Green Card (Amerika'daki yabancı kökenlilere yerleşme ve vatandaşlık haklarını tanıyan meşhur yeşil kart) sahibi Özal tipi bir Pakistanlı prensin geçici başbakanlığı altında yönetilen Pakistan hükümeti yeni genel seçimlere hazırlanıyor. Son otuzbeş yıldır Amerika'da IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarında bürokratlık ve üst-düzey yöneticilik yapmış olan ve bu yüzden de ülkesinde seçmen statüsü dahi bulunmayan prens-başbakan Muin Kureyşi, Pakistan yasalarında eşi yabancı olanların yüksek kademeli görevlere gelemeyeceği yolundaki katı kurallara rağmen ABD'li eşinden olma dört ABD vatandaşı çocuğun babası. 15 Ekim 1993 tarihine kadar ülkenin en önemli askeri, ekonomik ve stratejik kararlarını verebilecek olan Muin Kureyşi, üstelik bir geçici başbakandan beklenmeyecek ölçüde büyük kararlar verme eğiliminde. İşte bu yüzden çoğu gözlemci, sağlık durumu çok kötü olmasına rağmen, bu prens başbakanın seçim tarihinin ertelenmesi, cumhurbaşkanlığına aday olması veya bir başka yolla Pakistan yönetiminde kalmayı sürdürebileceği kanaatinde. Fullbright bursu ile Amerika'da doktora yapan ve Amerika'da pek çok dosta sahip bulunan Başbakan Kureyşi, (bu arada iyi bir alkol bağımlısı olduğu için müslümanların içki içmesini yasaklayan Pakistan Ceza Yasası'nın "Hudud Kanunlarını" çiğnemek zorunda kalacağı da kesin) belki de Keşmir'in bağımsızlığını desteklediği ve Nükleer Programını sürdürdüğü için soğuk savaş sonrasında Amerika ile arası açılan Pakistan'ın "yeni dünya düzeninde hakettiği yeri almasına" büyük katkılarda bulunabilir. Üstelik Kureyşi Pakistan İslam Cumhuriyeti başbakanlığına, şimdi istifa etmiş bulunan eski Cumhurbaşkanı Gulam İshak Han ve Başbakan Navaz Şerif ile muhalefet lideri Benazir Butto'nun ortak istekleri sonucunda (tabi Amerikalıların memnuniyetleri de göz önüne alınarak) atandı.

Pakistan'ın bugünkü girdiği çıkmazda, Ziya Ülhak'ın ölümünün ardından 1988 serbest seçimlerinde Butto ile Navaz Şerifin siyaset yapma biçimlerinin büyük rolü var. Her ikisi de parayla adam satın alma gibi her türlü yolsuzluğu, iktidara gelmenin doğal bir yöntemi olarak gördüklerinden, değişik kirli siyasi oyunları oynamakta hiç bir mahzur görmediler. Çok sayıda kişi ve grubu satın almak, çok para dağıtmak için de şüphesiz çok fazla para toplamak gerekiyordu. Para toplamanın en kestirme yolu ise rüşvet ve yolsuzluktan geçiyor. Pakistan'ın tek sorunu iktidarlarının yolsuzluk yapmaları da değildi; Keşmir, Afganistan, Nükleer Silahlanma, Hindistan'la ilişkiler vb. gibi konularda sürekli ABD'nin ve Avrupa'nın baskısı ile karşılaşan Pakistan hükümetlerinin uzlaşmacı tutumları karşısında ülkedeki tek düzenli işleyen kurum sayılabilecek Ordunun ve bazen de Cumhurbaşkanının milliyetçi tavırları son beş yılda biri açık, biri gizli iki askeri müdahaleye yol açtı.

Büyük ölçüde halkın "Şehid Baba"sına olan sevgisi ve bol miktarda parayla satın aldığı feodal bölgeler sayesinde oy toplayıp iktidara gelen, ancak Harward ve Oxford'daki eğitimi, kendince babasının başına gelenlerden çıkardığı dersler ve yurt dışındaki dostlarının tavsiyesi sonucunda "anti-emperyalist babanın işbirlikçi kızı" izlenimi veren Butto, Amerika'nın gözetim ve desteğine de güvenerek ülkeyi daha önceki yönetimlerden çok farklı bir çizgide yönetmek istedi. Bayan Butto'nun dış politika açısından Afganistan'da Amerika'nın çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, Pakistan'ın nükleer programını durdurması yolundaki Amerikan baskılarına boyun eğmek istemesi, sürgün yıllarında Gandi'lere yakınlığı ve Amerika'nın bölgede Hindistan'ı etkin bir güç yapma arzusu doğrultusunda, Hindistan'la yakınlaşma istekleri ve Keşmir meselesini Hindistan lehine halletme temayülü, iç politika açısından ise müslüman laikliği yaratma çabaları ve yaygın yolsuzluklar, Afgan savaşı tecrübesi ve dış baskılara karşı sürekli nükleer programı savunma konumu dolayısıyla gittikçe milliyetçileşen Ordu'nun müdahalesini neredeyse kaçınılmaz kılmıştı. Dış destekçisi Amerika onu korumak için pek bir şey de yapmadı. Zaten süper güçlerin başka bir ülkedeki çıkarları için sadece tek bir partiye sadık kalmaları gerekmiyor ve bu anlamda Butto'nun babasının siyasi tecrübesinden yeterince iyi dersler çıkaramadığı söylenebilir(!).

Butto'nun görevden alınmasından sonra, iktidara Navaz Şerif geldi. Navaz Şerif Düzenin (Bu yazıda kullanılan Düzen kavramı, Ordu, Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi vb. güçlü sistem kurumlarının bütününü kapsayıp, Türkiye'deki kemalizmin mukabili olarak algılanabilir) favori bir adayıydı. Navaz Şerif seçmenlerin %60'ını oluşturan ve ülkedeki açık laiklikten, Keşmir, Afganistan ve Nükleer Program hususundaki ülke çıkarlarına aykırı uzlaşmacılıktan rahatsız olan tüm Butto ve Pakistan Halk Partisi (PHP) karşıtı halkın ümitlerini temsil ediyordu. Şerif, ustası ve güya rehberi olan Ziya Ülhak'ın açtığı yolda devam etme ve yabancı güçlere dilenmeyen kendine yeter bir ekonomi kurma sözü vermişti. İlk defa Pakistan siyasetinin geleneksel feodal ve bürokratik görünümünü kıran, ülke yönetimine iktisadi ve iş yönetimi tecrübesi katabilecek yeni bir sima başa geçiyordu. Ancak sonraki üç yılda tüm bu beklentiler boşa çıktı.

Navaz Şerif, beklenildiği şekliyle ülkeye ekonomik bir canlılık ve verimlilik getiremedi ve tam aksine tipik bir üçüncü dünya iş kültürü olan komisyon veya rüşvet verip, devletin siyasi korumasını kazanmak şeklindeki mekanizmanın odağı oldu. Sanayi üretimi veya iktisadi verimlilik gibi hedefler gerçekleşmedi. Üstelik, o da kendisince Zülfikar Ali Butto ve Ziya Ülhak'ın başına gelenlerden bir ders çıkartıp ilk iş olarak Amerika'ya yanaşarak, onların güvenini veya bir anlamda Amerikan sigortasını elde etmeye çalıştı. Amerikalıların onu geri çevirmesi için hiç bir sebep yoktu. Hatta Navaz Şerif, Butto'ya kıyasla Pakistan'da daha başarılı olabilecek, Amerikan çıkarlarını daha rahat sağlayabilecek bir isimdi. Tabi Navaz, Amerikalıların tavsiyelerine uyarak siyasi muhalifi Butto'nun yolsuzlukları üzerine fazla gitmedi. Amerikalılar Butto'nun sahneden çekilmesini istemiyorlardı; çünkü muhalefetin de, kendilerinin denetleyebildikleri birinin elinde olması daha avantajlıydı. Zaten daha önce Butto iktidarda iken, Amerikan büyükelçisi devreye girip, Butto'nun Şerif'in sahip olduğu çelik endüstrisine darbe indirmesini engellemişti. Hem Amerikalıların tavsiyeleri bir yana, Butto'nun yolsuzluklarının ve siyasi suistimallerinin üzerine gitmek Şerif'in de işine gelmiyordu. Zira daha sonra kendi yolsuzluklarının üzerine gidilmesini kolaylaştıracak bir örnek bırakmak istemiyordu. Böylece Navaz Şerif, cinsiyet farkı bir yana, daha iyi bir Benazir Butto oluvermişti.

Başbakanlığının daha ilk aylarında, destekleri olmaksızın asla iktidarı ele geçiremeyeceği İslami müttefikleriyle ilişkisini koparan Navaz Şerif, bunun yerine Hint yanlısı ve Afgan Cihadı karşıtı ANP'yi (Avami National Party) kendi yanına çekti. Onun herhangi bir türde İslamcı olarak değil de "liberal" birisi olarak bilinmek isteği daha ilk baştan İslami itibarını kaybetmesine yol açmıştı. Ancak buna rağmen Şerif kendisini tamamen güvenlikte hissediyordu. Zira Amerikalılara sigortasını yaptırmıştı. Askeri kanattan da bir tehlike olamazdı. Generaller ne isteyebilirdi ki? Tabii ki para, ve eğer onların bu isteği karşılanırsa askeri müdahale sorunu olmazdı. Sadece generallerin eşlerini alışveriş seyahatlerine gönderip, faturalarını ödemek bu işleri halledebilirdi.

Şerif hükümetinin programın en iddialı tarafı, kamu iktisadi kuruluşlarını özelleştirme projesiydi. Fakat bankaları ve sanayi kuruluşlarını, arkadaşlarına ve destekçilerine, rüşvet ve komisyon alındığını düşündürtecek şekilde satmaya başladı. Butto zamanında, başbakanın kocası Asif Ali Zardari "Bay %10" olarak bilinir olmuştu. Şimdi de Şerif'in kardeşi "Bay %90" diye adlandılır oldu. Muhalefet Şerif'in özelleştirme işlerinden 90 milyon dolar komisyon topladığını iddia ediyordu. Düzen açısından tüm bunlardan daha önemli olan taraf, nükleer program, Keşmir gibi ulusal meselelerde Şerif'in dış baskılar karşısında, Butto gibi tavizkar olmak istemesiydi. Navaz Şerif iktidara, "Doğunun Batılılaşmış Kızı"nın politikalarına karşı, Düzen tarafından, seçimlerde bazı oyunlar da çevrilerek getirilmişti. Oysa şimdi Navaz verdiği sözlere uymamakta ve selefi ile yarışarak, Doğunun "Batı'nın Gözde Çocuğu" olmaya çalışmaktadır.

Başbakanlarının milli meselelerdeki uzlaşmacılığı ve tavizkarlığı niçin Pakistan'da bu kadar büyük sorunlar çıkartmakta ve sürekli ordunun hükümete müdahalesini doğurmaktaydı? Niçin Pakistan'da da seksenli yıllarda Türkiye'de çok iyi işlemiş olan, Özal tipi, popüler ama tavizkar, iktisadi anlamda iş bitirici bir yönetim fazla gitmiyor? Bu sorunun cevabı, Pakistan devletinin varlık sebebinin veya Hindistan'dan kopmasının Pakistanlıların müslüman kimliklerinde yatması ve mevcut Pakistan ordusunun ülkedeki en milliyetçi, nisbeten en iyi işleyen ve en güçlü kurum olmasında aranmalıdır. Hal böyle olunca, Keşmir müslümanlarının haklı davasında Hindistan'a taviz vermek, kısacık ülke tarihinde defalarca savaştıkları Hindistan nükleer silahlara sahip iken, Pakistan'ın, nükleer silah' araştırmalarından vazgeçmesini istemek ülkenin varoluş sebebine ihanet etmek anlamına gelmektedir. (Kıbrıs sorunu gibi benzer meselelerdeki tavizlerin artık Türkiye'de rahat kabullenilmesi ne denli çağ atladığımızı gösterebilir!) Hatta son Amerikan patentli prens Başbakan Muin Kureyşi'nin Pakistan'daki farklı toplumsal ve ekonomik grupların yeni bir "toplumsal akit" yapmalarını önermesi, batıcıların ülkedeki bu İslami temeli değiştirmek istemelerinin bir göstergesi olarak algılanabilir. Daha yarım asır önce Pakistan halkı ülkelerinin müslüman kimlikleri üzerine bir akit yaptığı için, ülke yönetimindeki laik ve batıcı kadrolar bazen büyük bir meşruiyet zorluğu çekmekte, sık sık hükümet değişiklikleri yaşanmaktadır. Belki de Kureyşi bu zorluğu farkedip, ülkenin temeline laik zeminli yeni bir toplumsal akit oturtmak istemektedir. Halbuki Hindistan alt kıtasında yaşayan yüz milyon müslüman bir savaşım vererek, bağımsız bir müslüman devlet, Pakistan Devleti'ni; Cinnah'ın ifadesiyle "İslam hukukuna, geleneklere ve kendi kültürel gelişimlerine uygun olarak, kendi yaşam biçimlerine göre kendi kendilerini yönetecekleri" müslüman bir devlet kurmuşlardı. Ya da Cinnah'ın yardımcısı ve Pakistan'ın ilk Başbakanı olan Liyakat Ali Han'ın belirttiği şekliyle "Bağımsız Pakistan Hareketi'nin temelinde yatan fikir, dünyadaki devletlerin arasına yeni bir devlet daha eklemek değildir... Pakistan, Hindistan alt kıtası müslümanlarının, İslami ideoloji ve hayat şeklinin uygulanabileceği ve dünyaya örnek olarak gösterilebileceği güvenli bir vatan isteğinin sonucunda doğmuştur".

Ülkenin böyle bir gaye ile kurulmuş olması, her ne kadar ülke tarihi boyunca gösterilen performans bu idealin çok uzağında olsa bile, Pakistan'da açıktan laiklik ve müslümanlar aleyhinde Batı'ya karşı tavizkar politikalar Düzen'in tepkisini ve müdahalesini çekebiliyor. Tüm bunlara ek olarak, İslam ülkeleri arasında en güçlü ordulardan biri olan Pakistan ordusunun ülkedeki en milliyetçi ve sistemin değerlerine en çok bağlı kurum olması dolayısıyla, politikacıların sisteme aykırı kararları ve suistimalleri sık sık ordu müdahalesine yol açmaktadır. Bu arada Pakistan halkını İslami hassasiyet bakımından, İran veya Cezayir'den farklı kılan noktalara da değinmek gerekir. Ülkenin resmi adı ve genel kuruluş gayesi gibi halkı da müslüman kimliğine sahip durumda. Pakistan halkı, sadece ve sadece İslam dininin kendi sorunlarını çözebileceğine de inanmaktadır. Ancak bu her şeyin çözümü olan İslam, Pakistan ortamında sanki kendiliğinden gelmesi gereken, insanların bu uğurda çok ciddi çaba göstermesine ihtiyaç duymayan bir din gibi. İslami Pakistan'la birleşmek için Hindistan tarafından her türlü baskı ve zulme maruz bırakılan Keşmir'den, Pakistan'a kaçan bazı Keşmirli mücahitler, idealize ettikleri Pakistan'ın halinin pek çok açıdan laik Hindistan'a benzediğini görerek hayal kırıklığına uğrayabilmektedir. Dahası, Pakistan'da dinin, etnik kimliğin en önemli özelliği olduğunu da unutmamak gerekir. Cezayir gibi uzun bir süre laik yönetim altında yaşadıktan sonra İslami aslına dönmeye çalışan bir ülkenin tam tersine Pakistan adeta yıllar geçtikçe İslami niteliğini daha fazla kaybediyor gibidir. (İşin daha da garip yanı Pakistan, hristiyan misyoner faaliyetlerinin en başarılı olduğu müslüman ülkelerden de biridir). Ülkedeki 'İslami oy' diye adlandırılan dindar çoğunluğun oyları her seçimde oldukça büyük güce sahip, özellikle de protesto oyu olarak. Eğer amaç hem baskıcı fakat hem de gayri İslami bir hükümeti alaşağı etmek ise, İslami oylar oldukça etkin bir rol oynamakta ancak neticede indirilen hükümetin yerine ona benzeyen diğer bir gayri İslami hükümet seçilebilmektedir. Bu sonuçta ülkedeki İslami grupların arasındaki çekişmeler, eylemlerindeki birlik eksikliği ve sürtüşmelerin de sorumluluğu bulunuyor. Pakistan'da İslami grupların birleştikleri durumlarda bile Navaz Şerif örneğinde görüldüğü gibi kendi aralarından birinin liderliğinde değil de, dışarıdan liberal eğilimli birinin birleşebilmektedir.

Ülkedeki son belirsiz seçim öncesi duruma gelince; Navaz Şerif'in düzen'in kendisinden beklediklerini gerçekleştirememesi yüzünden doğan kriz, bu kez Amerikan büyük elçisinin ülke içindeki etkisi ve arabuluculuğu sayesinde askeri bir darbe ile değil de, Başbakan ve bu kez onunla beraber Cumhurbaşkanı'nın istifası ve yeni bir seçim tarihi belirlenmesi ile sonuçlandı. Ordu müdahale etmedi ama isteği yerine gelmiş oldu. Öte yandan ülkede askeri bir yönetimi istemediklerini belirten Amerika ile ordu arasında da bir uzlaşı sağlanmış oldu. Pakistan, ekonomik yardımlar ve karşılıklı ticari ilişkiler dolayısıyla kendini Amerika'yla iyi ilişkiler kurmak zorunda hissediyor. Amerika ise soğuk savaş bittiği için eskisi gibi Rusya sınırında güçlü orduya sahip bir Pakistan görmek zorunda değil. Üstelik muhtemel yeni hasım İslam dünyasına karşı güçlü bir Hindistan politikasını benimseyerek uygulamaya başladı. Bu sebeple Keşmir'deki müslümanlara verdiği desteği kesmemesi halinde Pakistan'ı meşhur "terörist ülkeler" listesine ekleyeceğini ilan etti ve bunun üzerine Navaz Clinton yönetimine, Pakistan'ın Keşmir'lilere askeri yardım ve eğitim vermeyeceği taahhütünde bulundu. Bunun üzerine Amerika 14 Temmuz'da bir bildiri yayınlayarak, Pakistan'ın Hindistan'daki terörist faaliyetlere verdiği destek konusundaki kaygılarına olumlu yanıt verdiği için terörist ülkeler listesine alınmayacağını belirtti. Amerika'nın nükleer araştırmaları durdurma yolundaki baskılarına karşı da gerek Butto ve gerekse Şerif geçiştirici cevaplar vererek, hem orduyu ve hem de Amerika'yı idare etmeye çalıştılar. Ancak Nükleer araştırma programı durdurulmadığı için Amerikan yönetimi Pakistan'a yaptığı tüm askeri ve ekonomik yardımları durdurdu.

Navaz'ın Keşmir konusunda Amerikalılara verdiği taviz, başbakanlığını kurtarmadı ama bir ABD-Pakistan çekişmesine engel olarak, Washington'a Gulam İshak Han ile Navaz Şerif arasındaki güç çatışmasına müdahale fırsatı çıkardı. Temmuz ortalarında Pakistan'daki kriz keskinleşince, Amerika büyükelçi John C. Monjo'yu bu işlerle ilgilenmekle görevlendirdi. Monjo'nun görevi Kissinger'in meşhur "havuç ve değnek" siyasetini (kendi isteklerini yerine getirenleri ödüllendirmek, karşı çıkanları cezalandırmak) uygulayarak Pakistan'ın demokratik sürecini Amerikan çıkarları doğrultusunda korumaya çalıştı. Zira buradaki demokratik yarış, Cezayir'deki gibi İslamcılarla laikler arasında değil, liberal-laik Benazir Butto ile liberalleşmiş "İslamcı" Navaz Şerif arasında gerçekleşiyordu ve Amerikan çıkarları için ordu müdahalesinden daha avantajlı sayılırdı.

Monjo bir hafta içerisinde, ülkedeki dört güç odağının tümüyle -İshak, Şerif, Butto ve Ordu- ilişki kurarak, onlara iki temel mesaj verdi. Demokratik süreçteki herhangi bir gerileme Amerikan-Pakistan ilişkilerini de geriletir. Öte yandan, Pakistan'ın nükleer silah kapasitesini geliştirme çabaları dolayısıyla 1990'da dondurulan askeri ve ekonomik yardımları yeniden canlandırmak mümkün olmasa da, Washington Pakistan'ın zor durumdaki ekonomisine yardım etmek için başka yolları kullanma tercihine olumlu bakmaktadır. Bu diğer kanallar Dünya Bankası ve diğer uluslararası kurumlar ile Pakistan'ın narkotik şebekesi karşıtı kampanyasına yardım ve diğer insani içerikli yardımları kapsamaktaydı. Diğer pek çok Avrupa ülkesi de, Pakistan'daki elçilerine, Monjo'nun girişimlerini destekleme talimatını vermişti. Bu görüşmeler sonucunda Şerifin ve İshak'ın istifa edip, Kureyşi'nin yeni seçimlere kadar geçici başbakanlık yapması üzerinde anlaşmaya varıldı. Böylece asıl hedef olan Ordu'nun kışlalarında tutulması işi başarılmış oldu. Tabi bunların da ötesinde, soğuk savaş sonrasında eski önemini kaybeden fakat son gelişmeler ışığında, İran'la işbirliğinin engellenmesi şart olan, Orta Asya'ya açılmak için ileride işe yarayabilecek, İslam fundementalizmi tehlikesine karşı dengede tutulması gereken Pakistan üzerindeki Amerikan tesiri artmış oldu. Aslında, ülke içinde hiç bir zaman büyük bir ağırlık kazanmamış olan Amerika'nın Keşmir, nükleer araştırmalar vb konularda Pakistan üzerindeki baskıları karşısında güya en duyarlı kesim olan Ordu'nun generalleri ise, kendi yönetimleri altındaki bir Pakistan'a hiçbir Batı ülkesinin ekonomik yardımda bulunmayacağını çok iyi bildiklerinden, onlarda bu anlaşmaya razı oldular. Şimdi Pakistan yeni bir seçime hazırlanıyor. Acaba sonuç ne mi olabilir? Seçimi kimin kazanacağı ve hatta seçim olup olmayacağı belli değil ama sonucun Pakistan müslümanları için pek bir şey değiştirmeyeceği çok açık.