Seçimler Arifesinde Operasyonlar Seçim ve Oy Sorunu

Hamza Türkmen

İnsani ve İslami hakların ifadesi için ümmet coğrafyasında büyük ilgi toplayan Türkiye Başbakanı Erdoğan ve hükümeti, Gezi ayaklanmasında “diktatör”, 17 Aralık Operasyonunda “hırsız” ilan edildi veya edilmeye çalışıldı.

Gezi olaylarının bileşenleri, yani Batı ve Batı paradigması adına devşirilen solcular, ulusalcılar, liberaller, Kemalistler ve ajite edilen futbol taraftarları yanında; Fethullah Gülen Cemaatinin de yer alıp almadığı tartışıldı. Ama Cemaatin adliye ve polis içindeki elemanları ile Hükümeti yolsuzlukla suçlayıp ekonomik başarısızlığa mahkûm ederek iktidardan indirme planı, Gezi Platformunun hayallerini okşayan ve hırslarını besleyen bir senaryoya dönüştü.

30 Haziran 2013 Temerrüd Hareketi, Mısır’da seçilmiş Mursi iktidarını düşürebilme yolunda bir rüzgâr yakalayabilmek için, Gezi olaylarında “diktatör” ilan edilen Başbakan Erdoğan’ın devrilebileceğini bekliyordu. Erdoğan iktidarı düşürülemedi ama Mısır’da General Sisi 3 Temmuz’da İsrail’in ve coğrafyamızdaki diğer diktatörlüklerin alkışları arasında askerî darbeyi gerçekleştirdi.

Batı’nın 2003-2004 BOP planı ile Ortadoğu ülkelerinde demokratik dönüşüm istediği iddiasına rağmen, Mısır’da seçimle iktidara gelen Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen “askerî darbe”ye, Türkiye ve sıkı iletişim içinde olduğu Katar ve Afrika Birliği dışında hiçbir ülke “darbe” demedi veya diyemedi. 30 Mayıs 2013’ten itibaren gündem tutmaya başlayan Erdoğan karşıtı Gezi Kalkışmasının terörizm boyutuna da Batılı kurumlardan hiçbir itiraz gelmedi. 17 Aralık 2013 Operasyonundan sonra Gülen Cemaati mensuplarının içinde at koşturduğu açık hale gelen Türkiye yargısı da Gezi olaylarında gerek alenen işlenen ağır basın suçları ve gerek 580 aracın kasten yakıldığı terör suçları nedeniyle herhangi bir dava açmadı.

Mısır’da ve Türkiye’de yaşanan tüm bu hukuksuzluklara ve darbeci zihniyete karşı çıkmak yerine, bu teşebbüslerin nedenleri için bazı mahalli yanlışları öne sürerek kılıf bulmaya çalışan yerel ve küresel bir organizasyon dalgasıyla karşı karşıya kalındı. Bazı müzmin kin güdücüleri bir tarafa bırakacak olursak Mursi’ye ve Erdoğan’a muhalif olanlar, Batılı zihniyetin taşıyıcıları veya küresel egemenlerle işbirliğini zayıflatmayı zararlı gören sığınmacı çevrelerdi.

30 Mayıs 2013’te start alan Gezi Kalkışmasına, 3 Temmuz 2013 Sisi Darbesine, 17 Aralık 2013 Operasyonuna baktığımızda, yerel ve küresel vesayetten kurtulma çabalarının önünün tıkanmaya çalışıldığını algılamamak mümkün değil. 17 Aralık, üç sene önce ümmet coğrafyasında diktatörlüklere karşı özgürlük ve devrim süreçlerinin başladığı en önemli tarihti ve bu süreci açıkça destekleyen en önemli ülke Türkiye idi. Ayrıca 17 Aralık, üç sene sonra da Türkiye Hükümetini, yani Erdoğan Hükümetini çökertmeye yönelmiş ekonomik darbe sürecinin başlatıldığı bir tarih oldu.

TC sistemine bağlı Erdoğan Hükümeti, 90 yıllık resmi süreçte resmi ideoloji cenderesine ve Batı veya NATO tutsaklığına rağmen ümmet coğrafyasına tarihî ve kültürel bağlarımız nedeniyle hukuki, ekonomik ve insani yardım boyutuyla ilgi gösteren en önemli örneklikti. Yine bu hükümet, Türkiye’de çevrenin hakları ve İslami hakların iadesi konusunda risk alıp çaba gösteren en önemli tüzel kişilikti.

Erdoğan Hükümeti verili cahilî sistem kapsamında ümmet coğrafyasında ve Türkiye sınırları içinde Müslümanlara ve çevreye fiilî düşmanlık yapmayan, insani ve İslami çabaların önünü kesmeyen ve bu bağlamda yaşatılan zulümlerin yaralarını sarmaktan yana icraatları olan, bu nedenle de kitlelerin ilgi ve takdirini toplayan bir konumdadır. Türkiye, Mısır darbesine karşı çıkıp Mursi’nin arkasında duran tek mihver ülkedir. Suriye’deki katliama karşı çıkıp tavır alan ve uluslararası ilişkilerini riske sokan tek ülkedir. Erdoğan Hükümeti Gazzeli, Filistinli, Tunuslu, Libyalı, Bosnalı, Bangladeşli, Arakanlı Müslümanların seslerini ulaştırmaya çalıştıkları, dayanışma ve yardımda sahicilik nispet ettikleri tek iktidardır.

Bütün bu olumluluklara rağmen AK Parti Hükümeti verili cahilî sistemin bir parçasıdır ve bu sistemin çalılı patikalarında yol almaktadır. Böyle bir yolda Erdoğan ve çekirdek ekibinin tüm iyi niyetli açılımlarına rağmen elbiselerinin kirlenmeyeceğini ve bazı parçalarının yırtılmayacağını söylemek safdillik olur. AK Parti kurulduğundan beri iktidara yürüyebilmek için sürekli olarak bir kitle partisi olma özelliğini koruyor ve birçok bileşenden oluşuyor. Bu nedenle de zaman zaman elbisesinde yırtılmalar oluşuyor.

AK Parti, Çevre ve Müslümanlar

AK Parti lideri Erdoğan, Türkiye’yi vesayetten uzaklaştırmak, hukukileştirmek, insan hakları standartlarını kalıcılaştırmak, çevreyi kucaklayan bir kalkınma çabası göstermek, tarihî değer ve ilişkileri canlandırmak için, Meclis yemininden Atatürk’e yönelik ritüellere, NATO bağımlılığından faizci ekonomiye kadar mevcut cahilî sistemin kirli patikalarında mücadele vermektedir. O ve yakın ekibi -yani partili ve partisiz eski İslamcılar-, beraber oldukları ama liberal, muhafazakâr, Osmanlıcı, gelenekçi, modernist, İslamcı, Türk veya Kürt ulusalcısı, hatta Atatürkçü kaygılar taşıyan farklı bileşenlerle engeller ve engebeler içinde geleceğe yol açmak istiyorlar.  Onlar bu istikametteki başarıları itibariyle de hem Türkiye’deki çevre ve Müslümanlar, hem ümmet coğrafyası ve İslami hareketler tarafından seviliyorlar.

AK Parti kurulduğu andan itibaren belirttiği gibi tüzel kişilik itibariyle İslamcı bir parti olmadığını deklare etmiş ve bu konuda da gizli ajandasının olmadığını belirtmiştir. Çünkü bu partinin kurucu iradesine göre, TC anayasal rejimi İslamcı bir partinin varlığına onay vermemektedir. O zaman o, merkezî ideolojiye ve merkez partisine karşı, yine anayasa ve resmi ideoloji gereği egemenliğin kaynağı olarak gösterilen halkın, yani çevrenin hak ve görüşlerini iktidara taşımak için kurulan bir çevre partisidir. İçinde yaşadığı toplumun kültürünü, istemlerini ve İslam algısını parti kimliğine bir yelpaze gibi yansıttığında karşımıza muhafazakâr demokrat bir kimlik çıkmıştır. Zaten 28 Şubat’tan beri test edilen haliyle dayanılan kitlenin daha ötede temayüz eden bir talebi belirginleşmemiştir. Ama AK Parti kurucu iradesi çok ufak istisnalar dışında, iktidarda kaldığı 11 yıl boyunca dayandığı kitleden ve cemaatlerden fıtri ve İslami hakların önünün açılması için çok daha fazla özgürlükçü bir tutum içinde olmuştur. Ve uzun vadede Türkiye’de özgürlük alanlarının açılmasına bağlı olarak, değer temelli yeni açılım ve hamleler içinde olabileceği algısını kendisine ilgi duyan çevreye hissettirmektedir.

Seçim Arifesinde Operasyonların Mantığı

Önümüzdeki aylar peş peşe gelen seçimler dönemine girmekteyiz. Mahalli seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler.

Çevrenin ve ümmetin özlem ve istemleri Erdoğan Hükümetinin iktidarda kalması, yerel ve küresel vesayetten kurtulma sürecinde model olmaya devam etmesi istikametindedir. Erdoğan, halkı Müslüman olan ülkelerden hemen hemen hepsinde büyük ilgiyle karşılanmakta ve itibarı tüm yerel lider ve kadrolardan daha önde olarak algılanmaktadır. Türkiye’de uzun süreden beri de anketlerde Erdoğan ve partisine olan ilgi yüzde 50’nin altına düşmemekteydi. Bu oran Türkiye tarihinde ilk defa çevrenin verdiği en büyük ve sürekli bir desteği ifade etmektedir.

Ama ne olmuştu da Erdoğan’ı ve hükümetini düşürmeyi amaçlayan Gezi olayları ve Erdoğan’ı itibarsızlaştırmayı ve ekonomik başarısızlığa uğratarak düşürmeyi amaçlayan 17 Aralık Operasyonu gerçekleşmişti?

Önce sol ve liberal muhalefetin Gezi kalkışması gündeme geldi.  AK Parti bileşenlerinden Gülen Cemaati, Gezi olaylarını yayın organlarında adeta Erdoğan’ın otoriterliğini bazı kere de diktatörlüğünü öne çıkartarak kullandı ve sol-liberal muhalefetin söylemlerini AK Parti kitlesine taşıdı. Mahalli seçimlere 3 ay kala da -dinî kimlik yansıtıyor diye terk edilen Cemaat adı yerine Hizmet Hareketi ismini alan- Fethullah Gülen’in adliye, polis, basın üçgeni içindeki muhtemel hücre elemanları, soruşturma usulsüzlüğü içinde yolsuzluk görünümlü ve büyük ölçüde şaibeli veya illegal tarzda koordineli 17 Aralık Operasyonu sürecini başlattılar. Bu operasyonun tarzı Mısır’daki Temerrüd Hareketi ile koordineli Sisi Darbesini çağrıştırıyordu. 17 Aralık Operasyonu ile ilgili Haksöz’ün Ocak 2014 sayısında gerekli analizler yapıldı.

17 Aralık Operasyonu ve inatla devam eden benzer çabalar ile ayrıca 30 Mart mahalli seçimleri için CHP’den BBP’ye, SP’den MHP’ye kadar uzanan ittifak jestleriyle ne yapılmak isteniyordu? Sadece AK Parti Hükümetini yıkmak ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı başarısız mı kılmak amaçlanıyordu; yoksa Cemaatin artık yeterince büyüyüp açık siyaset sahasına Erdoğan’ı tasfiye edip AK Parti’yi ele geçirerek çıkması ya da ele geçiremiyorsa farklı bir siyasi organizasyona adım atması mı tasarlanıyordu?

Açıktır ki, TÜSİAD’ından Alevi gruplara ve bazı Gezi bileşenlerine kadar uzanan ve uluslararası finans politikalarıyla da irtibatlı bu çökertme planı, yüksek bir kolektif aklı gerektiriyordu. Peki, bu kapsayıcı plan gücünü nereden alıyordu:

1- Hükümeti ekonomik olarak itibarsızlaştırma ve çökertmeye yönelen bu plan Cemaat gücünden ve asabiyesinden mi kaynaklanıyordu?

2- Bu hedef doğrultusunda küresel şer güçleriyle ittifaklar mı yapılıyordu?

3- Veyahut küresel kapitalizm Türkiye’ye ve Erdoğan ekibine Mısır’ın yeniden şekillendirilme teşebbüsü veya turuncu devrimler gibi Cemaatin güç ve taassup dolu hırslarını yönlendirerek yeni bir şekil mi vermek istiyordu?

Hizmet Hareketinin Ölçü Sorunu

Aslında Gülen Cemaatinin üst kadro elemanlarını ve samimi ama tefekkürsüz mütevellilerini ciddi bir bağlılık, hiyerarşi ve aidiyet içinde harekete sevk eden üç ihtimal de aynı kapıya çıkıyordu. Üç halde de halkın büyük kısmının teveccühünü arkasına alan ve ümmet coğrafyasında özgürlük alanlarına ulaşmak için umut ve örnek olan R. Tayyip Erdoğan tasfiye edilmek ve mevcut hükümet çökertilmek isteniyordu.

Bu olaylar akabinde yapılan anketlere büyük ilgi var. Acaba Gezi olaylarından ve 17 Aralık Operasyonundan sonra Hükümetin oyu düşecek ve çöküş süreci başlayacak mı? Hizmet Hareketinin organize gücü ile muhalif partileri destekleme nedeniyle İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri AK Parti’nin elinden çıkacak, Erdoğan ve ekibinin alacağı oylar azalacak mıydı?

Cemaate göre önümüzdeki seçimlerde yüzde 40’tan daha düşük oy aldığında Erdoğan’ın siyasi kariyerinin sonu gelecekti. Çünkü 17 Aralık 2013 öncesi yapılan anketlerde AK Parti’ye yönelim yüzde 50’yi aşıyordu. Oysa son 2009 Yerel Seçimlerinde AK Parti’nin oy oranı yüzde 38.8, CHP’nin yüzde 23.1, MHP’nin yüzde 16.1, DTP’nin yüzde 5.7, SP’nin yüzde 5.2, DSP’nin yüzde 2.8 ve DP, BBP, ANAP’ın oyları toplam yüzde 6.7 idi.

Erdoğan Hükümetini çökertme planı doğrultusunda tavır alan veya bu doğrultuda şer güçlerle ittifak eden veyahut kullanıldığı düşünülen Gülen Cemaati nasıl olmuştu da dinî kimliğini perdeleyerek bir Hizmet Hareketi haline gelmişti. Hizmet, neyin hizmetiydi?

Bu sorunun cevabını konjonktürel ihtiyaçlara göre pragmatistçe cevaplamak yerine, Cemaatin geldiği ve beslendiği dinî motiflere, ontolojik ve epistemolojik esaslarına bakmak gerekir.

Cemaat, temelde Said-i Nursi risalelerini okutarak etrafına topladığı Nur talebelerini süreç içinde kendi anlayış ve tezleriyle bütünleştiren Fethullah Gülen “Hocaefendi”nin perspektifiyle eğitilmiş ve şekillendirilmiştir. Cemaat öncülerinin aidiyeti Gülen’in dinî tedrisatı, olağanüstü halleri ve Cemaate Mehdilik misyonunun verilmesiyle lahuti bir hal kazanmıştır.

İslam’ın ibadi formlarına ve ahiret hayatına bağlılıkla sağlanan şekilsel İslami aidiyetler, Gülen’in ontolojik olarak Nur-u Muhammediyye,  epistemolojik olarak keşf ve rüya gibi mistik; ayrıca Türkçülük temelinde millilik veya dinlerin beraberliği gibi neo-gelenekçi ve modernist yaklaşımlarla vahiy dışı kutsallara bulandırılmıştır. Gayp biliciliğine soyunan ve zanni veya vehmi telakkilerini “sabite” olarak bağlılarına ajitatif bir üslupla telkin eden bu cemaat, en başta lider kadrosunda yanlış sabitelere dayanan ve bunları da Hz. Muhammed’in ruhu ile irtibatlandıran kutsal bir bağlılık oluşturmuştur. İslami ibadi formlar yanında, vahye mugayir bir kutsallık algısı içinde bağlılarını motive eden ve duygusal planda tedebbür yetilerini örterek taklitçi bir itaat sağlayan Cemaat, yetiştirilmiş üyeleri gözünde İslam’ın taşıyıcısı ve hatta kendisi haline gelmiştir.

Kur’an’ın muhkem ve delaleti açık ayetlerini ve aslı Kur’an’da olan Mütevatir Sünneti tüm yorum ve ölçülerinde temel sabite edinmeyen diğer gelenekçi, modernist ve neo-gelenekçi kişi ve cemaatler gibi, Hizmet Hareketi de kutsal bağlılıklarının önemli kısmını rüya ve keşf temelli telkin ve fetvalarla kurabilmektedir. Birçok AK Parti bağlısı çevre ve cemaat gibi, Hizmet Hareketinin de asıl sorunu, mücadele hedefi ve yaşadığı problemlerin çözümü konusunda “sabiteler” ve “değişkenler” açısından üyelerini vahyin açık ölçüleriyle bilgi ve ölçü sahibi yapmamasıdır.

Cemaat-AK Parti tartışmasında tahkike muhtaç iddialardan çok, tarafların yanlış din algısı üzerinde durmak, doğruların tebliği açısından çok daha önemli, öncelikli ve ibadidir.

Erdoğan’ı Savunmak ve Oy Vermek

Görünürde Erdoğan ve ekibi ile Gülen Cemaati arasında yaşanan çatışmada Cemaat saflarıyla paralelleşen yerli ve küresel mahfiller ciddi bir güç oluşturuyor. AK Parti ve Erdoğan karşıtı cephe, İsrail’den ABD’deki neo-conlara, ümmet coğrafyasındaki diktatörlüklerden Türkiye’deki Gezi bileşenlerine ve küresel güçlerin medya ve finans kurumlarına kadar genişliyor. Ümmet coğrafyasında yerel ve küresel vesayeti geriletmenin öncüsü ve Türkiye Müslümanlarının dostu olarak görülen Erdoğan’ın haklı ve haksız eleştirilmesinden öte, kasten tasfiye edilmesi karşısında tepkiler ummadık şekilde yaygınlık kazanıyor.

Bu çatışma Cemaatin dindar tabanında ve kamuoyundaki dindarlık algısında tabii ki yıpranmalar oluşturuyor. Ayrıca konuya Mısır İhvanı, Suriye direnişi, Tunus ve Libya Müslümanlarının var oluş mücadelesi ve diğerlerinin saflarından baktığımızda Tayyip Erdoğan’ın mevkiini koruma duygusu bilinçli Müslümanlarda ön plana çıkıyor. Cemaat tutumunun ABD’li ve Siyonist lobiler, evrensel kapitalist medya gücü, İsrail, Gezi kalkışmasının bileşenleri tarafından desteklenmesi Said Nursi çizgisine bağlı cemaatler başta olmak üzere birçok çevreyi AK Parti ile bütünleştiriyor.  Bu arada seçimlerde psikolojik eşiği aşmak için 2009 Yerel Seçimlerinde alınan yüzde 38.8 oranındaki oyun en az yüzde 45 oranına ulaşması arzulanıyor.

Bugüne kadar bir partiye oy vermemiş kişi ve çevreler bile mahalli seçimlerde AK Parti adaylarını desteklemeyi, hatta “oy” verme konusunu tüm fıkhi tartışmaları atlayarak gündeme getirebiliyorlar. Mısır İhvanı ve Rabia temsilcileri; IŞİD dışında tüm Suriye direniş tugayları, ketebeleri ve Müslüman halkı; Tunus’tan Gannuşi ve ekibi; Gazze’den Heniye ve tüm Hamas mensupları vd. Erdoğan iktidarının devamı ve düşman tuzaklarının çökmesi amacıyla sosyal medya üzerinden bizlere kadar ulaştırılan dualar yapıyorlar.

Tabii ki Erdoğan iktidarına destek vermek eğilimindeki bilinçli Müslümanlar,  rüzgârın önünde sürüklenen kuru yaprak değiller; ayrıca kimliklerini çevreden yana da olsa sisteme entegre bir parti ile bütünleştirmek taraftarı da değiller. Zaten toplumsal değişim konusunda acilcilik, iktidar önceliği, silahlı mücadele öykünmeciliği gibi konularda 20. yüzyılın bilinçlenme ve alternatif arama sürecinin sünnetullahı ve ıslah temelli merhaleci mücadeleyi gözetmeyen dili artık vahyî ölçülerle ve resullerin siret örnekliği ile yeniden tahkik, tefekkür ve şahitlik aşamasında ele alınmak durumunda. Artık taklitçi ezberciler ve kör ammiler değil, mâsiyet şartlarını bilecek kadar tâbilik, tahkik ve istişare ehli olan kişilerin müzakereleri belirleyici oluyor.

Muhammed Bedii’nin metot ve strateji olarak örnekliğini gösterip ilan ettiği “barışçıl direniş” yorumunun ve Suriye’deki ‘zaruriyat’ın silahlı savunma yorumunun, vahyin ve Mütevatir Sünnetin belirlediği sabitelerle iyice kavranma ihtiyacı var. Bizler, bağlısı olduğumuz ümmeti diriltme yolunun istikametini oluşturmadan, itikadda ve amelde gereği gibi Kitabileşmemiş ümmetin iktidarını kuramayız. Ancak o hedefe ulaşıncaya kadar geçiş süreçlerini ve Mekke dönemindeki panayırlar, ilaf ve himaye kurumu gibi ara formülleri zorlayabiliriz. Resullerin izlediği yol ve sünnetullah da budur.

Seçim Konusunda Dün ve Bugün

Türkiye Müslümanları sağcı, devletçi ve millici anlayışlardan hissedilir tarzda ancak 1970’li yılların son çeyreğinde ve 1980’li yıllarda kurtulmaya başladı. Bu arınma bağımsız Müslüman kimliğin oluşumuna önemli katkılar sağladı ama “yaşayan şehit” kavramını hem anlayacak, hem içeriğini dolduracak vahyî ölçü temelli ve ıslah istikametli yeterli bir fikrî ve amelî arınma örnekliği yaşanamadı. Yeni yeni oluşan İslami gruplar, parça doğrularından daha üst bir düzeye,  İslami sabiteler ve değişkenler konusunda kimliklerini izhar edecek kolektif tespitlere ulaşamadılar. İktidar önceliği, önce hizip oluşturma asabiyesi, acilcilik veya silahlı mücadele öykünmeciliği en önemli oyalanma ve tıkanma nedenlerini oluşturdu.

Bu nedenlerle de içinde yaşadığımız toplumu gereğince vahiyle uyaracak bir “şüheda” modeli oluşturamadık. Islah ekolünün anlatmak istediğini, örnek olarak da Seyyid Kutub’un ıslah ve inşa etmek doğrultusundaki arayışını kavrasak da bu bilgiyi ve dili yayacak kadar bir imkân oluşturamadık. Ama bugün İslami mücadelenin ıslah ve dönüştürme dili özellikle sünnetullaha uygunluk açısından, ümmet coğrafyasındaki son devrim süreçleriyle en güçlü kitlesellik boyutunu yakaladı. Son üç yılda toplumsal şahitlik ve vahyin tebliğini tanıklaştırma imkânı alternatif yaşam alanlarını gösterdi.  Mücadeleyi ilkeli bir şekilde mücadele içinde kazanmanın yolu, hepimize ütopyayı, romantik beklentileri, mücadele dışından eleştirmeyi değil, reel mücadele alanlarında ilkeli şehitleşme yolunu gösterdi.

Türkiye’deki tevhidî bilinçlenme sürecinde seçim sorunu 1970-80’li yıllarda da önemliydi, 1990’lı yıllarda da. O yıllarda ıslah çabalarının birikiminden düşünsel olarak yakaladıklarımızı söylesek ve yazsak da tespitlerimiz yeterince toplumsal şahitliğe dönüşemediği için yeni bir dil haline gelemedi. Ama bu ıslah ve içtihat dilini son Tunus, Mısır, Libya direnişleri yeteri kadar belirgin hale getirdi. Ve bu perspektifle Türkiye’de de sistem içi araç ve gelişimleri istişari planda İslami kimliğimiz için daha iyi değerlendirme imkânına kavuşuyoruz. İşte geldiğimiz bu noktada 23 yıl önce çıkan Haksöz Dergisi’nin 1991 yılının 6. sayısında yaptığımız tespitlerin bazısını kısaltarak tekrar aktarmak istiyorum:

- Yaşam tarzımızı belirleyen her karar aynı zamanda temel bir seçimdir. Seçim, iyiler ile kötüler arasında hayatı manalandıran iradeli bir tercihtir.

- Cahilî sistem, bugün bütün ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, askerî araç ve alanları egemenliği altında bulunduruyor. Ve bizler Türkiye coğrafyasında bu sistem içinde yaşıyoruz. Çevremiz uluslararası istikbarın zincirleriyle sarılı.

- Temel seçimimizi mutlak doğru olan Allah'ın Kitabı ile bütünleşerek gerçekleştirmemiz en hayati kararımızdır. Ama mücadele vereceğimiz alan ve imkânları değerlendirmemiz de hayati bir değer taşımaktadır.

- Bizi zincirleri ile kuşatan cahilî sistemin varlığını ve imkânlarını dikkate almayan bir anlayış, mücadelesini ancak masal sayfalarına taşıyabilir. Dikkate alınması gereken çok önemli bir konu da zincirlendiğimiz sistemin içinde bu sistemin bazı imkânlarını kullanıp kullanmayacağımız değil, sistem üstü bir anlayışa ve mücadele yöntemine sahip olup olmadığımızdır.

- Sistem üstü bir anlayışa ulaşamadan, faaliyetlerin yöntem ve araçlarını cahilî sistemin belirlediği sahada verecek olan bir mücadelenin önemli çelişkileri söz konusudur. Sisteme karşı verilecek mücadele, varlığını sistemin sağladığı yöntemlere dayandırdığında, muhalif uçta ama mevcut sistemle birlikte yaşamayı kabul etmiş olur.

- Önemli olan vereceğimiz mücadelede sistemin bazı araçlarını kullanıp kullanmayacağımız, bu araçların temsilcilerini seçip seçemeyeceğimiz değildir. Önemli olan gerektiğinde ve meşruluğu bağlamında bu araçları kullanabilecek ve kendi gücümüze dayanan bir mücadele hattı oluşturup oluşturamadığımızdır.

- Mekke oligarşik şirk sistemi içinde Kur'anî aydınlıkla tanışan ve bilinçlenen ilk Müslümanların mücadele hattı bu konuya ışık tutacak önemli bir örnekliktir… Uygun olan imkânlar daha güçlü bir kimliği ve yapıyı oluşturabilmek için kullanılmalı ama kesinlikle imkânların esiri olunmamalıdır.

- Bugün de cahilî bir sistem içinde bulunuyoruz. Böyle bir sistem içinde tutsak olmamız yaşamsal haklarımızdan vazgeçmemiz anlamına gelmemelidir. Tabii ki, bu haklarımızı gücümüz ve kullanabildiğimiz uygun imkânlar oranında elde etmeye çalışıyoruz ve çalışacağız.

- Dikkat edilmesi gereken, ekonomik-sosyal alanda olsun, siyasi alanda olsun kullanacağımız araçların kimliğimiz üzerinde belirleyici olmamasıdır.

- Araçlar, inisiyatif altına alınabildiği ölçüde değer taşırlar. Ayrıca İslami amacın evrenselliği ve sürekliliği, araçların ise izafiliği ve geçiciliği unutulmamalıdır.

- Önemli olan güç ve iradelerimizi bir araya getirerek Kur'an merkezli bir bilinçlenme ve ilişki yumağı gerçekleştirebilmemiz ve araçların yok olmasıyla yok olmayacak alternatif bir oluşumu ve tevhidî mücadele hattını yaşatabilmemizdir. 

1991 yılından aktardığımız son cümlemizdeki uygulamaya dönük tespitimizi, bugün Mısır’da hâlâ devam eden İhvan ve müttefiklerinin yürüttükleri direniş ve ıslah hattında görüyor ve yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan ve ekibine duyulan ilgi de İslam’la eşitlenmese de 27 Nisan 2007 muhtırasına karşı gösterdikleri insani ve Müslümanca tepki ve imkânlarını korumak konusunda ortaya koydukları dirayetten beslendi.

Ancak bu dirayet tabii ki, çevrenin ve coğrafyamızın lehine olmakla beraber, bizler için İslami bir model anlamına gelmiyor. Ve ümmetin maslahatı çerçevesinde tüzel kişilik olarak baktığımızda Müntehine Suresinde belirtildiği gibi adaletle muamele etmemize veya Rum Suresinin girişinde olduğu gibi daha kötüye karşı varlıklarını korumaları sevincimize neden oluyor. Bu bağlamda ümmet maslahatına aykırı olarak Erdoğan ve AK Parti iktidarına karşı insani ve İslami kazanımlarımızı ezmeye ve coğrafyalarımızdaki kardeşlerimizle ellerimizi kopartmaya yönelik komplolara karşı tepki veriyoruz. Bunu kimimiz özgün bildirilerimizle, eylemlerimizle, yakınlarımızla yaptığımız sohbetlerle yapıyoruz, kimimiz oy desteği ile yapıyoruz.

Gözetilmesi Gerekenler ve Ne Yapılacağı

Türkiye’deki bürokratik vesayet rejiminin bittiğinin iddia edilmesine karşın hayatın pek çok alanında, ekonomik yapıdan inancımızın ve taleplerimizin yok sayıldığı birçok konuya kadar kimliğimize yönelik düşmanlık politikaları yürürlüktedir. Dolayısıyla yaşadığımız süreçte adli dosya kapsamına girenler dışında da birçok vesayet çeşidi ile kuşatılmış ortamlarda yaşıyoruz. Kazanımlar sınırlı, engeller büyük.

AK Parti’nin dillendirdiği “2002-2013 Sessiz Devrim” reformları ile Müslümanlardan çok çevrenin önü açılmıştır. Zira anketlerin gösterdiğine göre Türkiye halkının yüzde 75’i ekonomik nedenlerle oy kullanmaktadır.

Başörtüsü serbestîsi, imam hatip okullarının açılması, Kemalist andın kaldırılması ile vesayet bitmiş değildir. 28 Şubat post-modern darbesinin asker failleri mahkemeden tahliye edilirken, ekonomi ve medya alanındaki baronları gündeme bile gelmedi. Ve o baronlar Gezi ve 17 Aralık olaylarından sonra küresel odaklarla çok daha içli dışlı bir dayanışmayı derinleştirmeye çalışıyorlar.

Bizim reel siyaset içinde imkânlı açılımları olumlu karşılamamız veya desteklememiz, istişari temelde özel ve istisnai haller dışında bu alanın tabileştiği ve steril hale geldiğini göstermez. Tabii ki, reel siyaset içinde yer alanlara göre haramlar ve farzlar bağlayıcı olmaktan çıkmaktadır. Bu alanda kısa vadede kitlesel başarıya ulaşmak ve çevreye alan açmak isteyenler fahşa işlere bulaşmış insanlarla yürümek zorundadırlar. Bu durum asıl değildir ama bu durum Türkiye gerçeğidir.

Bu yolda sağlam şahsiyetli ve istişari birliktelikleri olan kişiler dışında birçok insan reel siyasetin yerel ve küresel pislikleriyle bütünleşirler. Bu bağlamda partili olsun Cemaatten olsun batıl itikadlar nedeniyle veya para, kadın ve makam imtihanlarıyla kişilerin en fazla düştükleri tuzak, verili siyaset, yargı ve ekonomi yataklarıdır. Bu nedenle de ideal olan, reel olanın cazibesine kapılmak değil, fıtri ve vahyî olanla ölçülenen ideal ve özgün dairelerde korunaklı olmaktır.

Ayrıca unutulmamalıdır ki, Cemaat olsun diğer AK Parti bileşenleri olsun reel siyasette yerel ve küresel çapta hukuk ve adalet dışı yolsuzluk içeren pisliklere bulaşanlar ‘değer’e ve ‘çevre’ye ihanet içindedirler. Bu bağlamda Erdoğan’ın “Benim evlatlarımdan bir tanesi yolsuzluğa karışsın, bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim!” hitabı hem ilke oluşturmalı hem de tüm yakın mesai arkadaşları için ölçü olmalıdır. 17 Şubat Operasyonunun yolsuzluk boyutuyla ilgili bazı AK Parti teşkilatları sağa sola “Vesayete, Paralel Yapıya Karşıyız! Müslümanlar Kardeştir” afişleri astılar. Oysa afişe eklenmesi gereken “Vesayete, YOLSUZLUĞA, Paralel Yapıya Karşıyız! Müslümanlar Kardeştir” olmalıydı.

Cemaat-Parti çatışmasında yara alan dindarlıkla ilgili imaj kadar kötü olan, AK Parti’nin polis ve yargıda boşaltmaya çalıştığı güvensiz Cemaat elemanları yerine getireceği kendi tabanının ortalama değerleriyle bağdaşan eleman eksikliği idi. Eleman boşluğu ise daha ziyade ahlaklı görülen Türkçü ve solcu kadrolarla doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu tedbirin ise nasıl bir sonuç vereceği kafalarda ünlem işaretleri oluşturmaktadır.

AK Parti içinde muhafazakârlığın iki tonu arasında ilk defa 17 Aralık’ta devlet yapısının reorganizasyonu konusunda ciddi bir çatışma oldu. Bu çatışmada çevreye alan açmak ve hatta ilerleyen zamanlarda insanlıktan ve Müslüman halklardan yana değer temelli yeni açılım hamleleri yapmak iddiasında olan Erdoğan ve ekibinin, millilik ve devletçilik çerçevesinde içe kapandığını da görmek gerekir. Örneğin bizim için ümmet dayanışmasının bir ifadesi olan Rabia işareti son aylarda Erdoğan’ın dilinde “tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet” yanlışına indirgendi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise yine bu süreçte devlet savunusu adına ümmet coğrafyasına dönük paylaşımcı dilini terk edip, “devletin bekası için evlat katletmeye” kadar giden bir “devlet ebet müddet” anlayışına sarılabildi.

AK Parti’ye oy vermeyi düşünen Müslümanlar ekonomik, siyasi ve resmi ideoloji bağlamında AK Parti liderlik kadrosunda yaşanan zaafları örtmeden bir kanaat ve tutum sahibi olmalıdırlar. Yukarıda da söylediğimiz gibi AK Parti açık ve tanımlı bir İslami çizgi izlemiyor. Ama merkez ve çevre ilişkileri içinde yerel ve küresel merkeze karşı çevreden ve fıtrattan yana bir arayışı ifade ediyor. Bizi ilgilendiren ilk husus yokluk ve yoksunluk içindeki ümmet coğrafyasında çaresizlerin tek çaresi gibi görülen AK Parti ve Tayyip Erdoğan imajına adaletle yaklaşmaktır.

Verili sistemde daha iyi ortam vadeden ve çevreye alan açmaya çalışan insanlara oy verip vermeme fıkhı tartışılmıştır. Ama öncelikle hatırlatmak gerekir ki, Kur’an talebeleri için verili sistem içinde birtakım maslahatları düşünerek oy vermek konusu, Kur’an bütünlüğü ve resullerin sünneti açısından alternatif bir seçimi ifade etmez.

Ayrıca demokratik seçim sistemi içinde Batılı paradigmanın kimlik aşılayıcı oyunlarına da dikkat edilmeli ve kimliksel tuzaklara düşülmemelidir. Örneğin “Her şey bir oyla başlar” sloganı taktiksel değil, kimliksel bir katılmayı ifade eder. Oysa istişari ve ıslah temelli bir mücadele içinde olan Müslümanlar için yerel ve küresel sistem içinde, Gazze’de, Mısır’da, Tunus’ta olduğu gibi daha iyi olana ve özellikle Müslümanlara alan açmaya çalışanlara oy vermek, oy verilen tüzel kişiliğin kimliği ile bütünleşmek olmadığı gibi, bu işlem akidevi bir tercih ve kimliksel bir aidiyet de değildir.

Banka hesabından vergi levhasına ve okul kaydına kadar diğer alanlarda oy verme anlamına gelecek davranışlarımız, seçimler için oy verme konusunu Müslümanların maslahatı için zaruriyatla ilgili taktik ve içtihadi bir konu olarak sergilemektedir.  Bu bağlamda 24. yayın yılına girecek olan Haksöz Dergisi’nde seçimlerle ilgili yaklaşımımız hep aynı olmuştur. Yayın sürecimiz içinde oy verip vermeme konusunu işlemek yerine, genellikle seçimlerle Müslümanların lehinde ve aleyhinde ne gibi başlıklar belirleneceği üzerinde durmuşuzdur.

Tutsağı olduğumuz cahilî sistemi nasıl aşacağımız ve demokratik seçim konularında ilmihal eksikliklerimizi daru’l-harp veya sahife fıkhı fetvacılığı ve taklitçilikle değil, ıslah çizgisinin birikimiyle, tertil fıkhı bütünlüğünü kavrayanlarla istişare ve müzakere ortamlarını çoğaltarak giderebiliriz.