Her seçim sonrasının olmazsa olmaz siyasal hurafelerinden biri “Seçmen aslında ne demek istedi?” adı altında falcı yorumcuların o ekran senin bu ekran benim 7/24 mesaiyle memleketin mukadderatını tayin etmeye kalkmalarıdır. Futbol maçları sonrası yapılan değerlendirme ve “yorum”lardan daha az absürt olmayan bu görünümün sürdürülebilirliğinin teveccüh ile alakalı olduğunu da belirtmemiz gerek.
Seçim değerlendirmesi adı altında yapılan işin iki açıdan tespiti gerekiyor. Örneğin 7 Haziran seçimleri üzerinden ele alırsak; birincisi kişi ve çevreler çıkan sonucu ideolojik perspektifleri çerçevesinde bir yerde durarak, ideolojik açıdan değerlendirmede bulunacaklar ikincisi ise bazı kişiler de kendilerini gündemleştirmek, sonuç ne olursa olsun ekranda görünür olma çabası içinde olurlar. Tabi bazı medya maymunları bu iki özelliği bir arada yaşayabilirler. Onun içindir ki, evvel emirde seçim sonuçlarını “objektif, tarafsız, nesnel” değerlendirme gibi bir masalın siyasal gerçeklikte yeri yoktur. Seçim akşamı sosyal medyada “Canım çok sıkkın, bu akşam hiçbir televizyona çıkmayacağım!” diyen aklı evvellerden bu seçimde niçin oy vermediğini yazma lütfunda bulunan ve gerekçe olarak da Gezici, İrancı, Kürtçü tezleri dayanak yapan ve bugüne kadar “İslamcılıktan geçinen” cin olmadan adam çarpan, böyyük teorisyenler bunun iki tip örneğidir.
Her değerlendirme eldeki veri ne olursa olsun muhatabını bir çizgiye getirmek, bir çizgi üzerinde durmasını devam ettirmek niyet ve amacını taşır ki, bu gayet doğaldır. Dolayısıyla bir yerde durarak ya da bir yerden bakarak veriyi yorumlamaya çalışır ki, bu da doğaldır. Bütün mesele bu gerçekliğin farkında olmaktır. Siyasal bilinçle ilgili bu durum mümin için söz konusu olduğunda basiret, feraset ve hikmet sahibi olma zorunluluğunu da içermektedir. Bu niteliksel imkân göz önünde bulundurulduğunda tuzağın ya da ayartıcıların farkında olmak çok kolay bir iş haline gelir. Lakin yaşadığımız gerçeklik hiç de öyle değil.
Beyazıt’tan Seçim Meydanlarına
Seçim sonuçlarını değerlendirmek için öncelikle sandığa hangi koşullarda gidildiği üzerinde durmak gerekiyor. Denilebilir ki, Türkiye siyasetinde Müslümanların içerik ve yoğunluk açısından söylem ve taleplerinin seçimlerin ana başlıklarından biri olması hasebiyle 7 Haziran seçimleri siyasal tarihteki yerini farklı bir şekilde alacaktır. AK Parti’nin 2010 yılından itibaren ivme kazanan daha İslamcı görünümü son seçimlerde de öne çıktı. Refah Partisi dönemi de dâhil olmak üzere parlamenter mücadelenin seçim sürecinde Müslümanların talep ve söylemleri çeşitlilik anlamında bu kadar başat rol oynamamıştı. Geçmişte en fazla olan şey kabaca laiklik-Atatürkçülük temelinde çatışma etrafında siyasal rekabet gerçekleşirken bu sefer iç ve dış gelişmelerin ayrı ayrı başlıklar halinde gündemleştiği seçim mitingleri oldu.
Suriye direnişinin desteklenmesi, Mısır’da Sisi’ye karşı tavır, muhacirlerin himaye edilmesi, küresel istikbara meydan okuma tavrı, Avrupa Birlikçi tavrın terk edilip İslamcı siyaset izlenmesi, kadrolarda dindarlara yer verilmesi, eğitim kurumlarının ve müfredatının İslamileştirilmesi gibi temel konular seçimlerin ana başlıklarından oldu. Dolayısıyla seçim sonuçlarından Müslümanların etkilenmesini eleştiren yaklaşım çok fazla adil değildir. Çünkü İslamcılık ve ümmet maslahatına olan süreç yara almıştır. Burada vakadan, hayattan kopuk o meşhur ama kaynağı belirsiz özgüvenle “Hocam, Müslümanlar için değişen bir şey yok, biz yolumuza aynen devam ederiz!” sözü hakikatten bir şey ifade etmez. Sorumluluğun farkında olmak, her ne olursa olsun istikamet üzere olmak şarttır lakin diğer bir şart da müminin içinde yaşadığı dünyada lehine ve aleyhine olan durumları bilmek, takip etmek, ilgilenmek, etkilemek, değiştirmeye çalışma zorunluluğudur.
AK Parti’nin tek başına iktidar pozisyonunu kaybetmesi seçim sonuçları açısından önemli bir darbedir. On üç yıl sonra dahi alınan oyun %41 olması ise dünya siyasal tarihinde ender görülen vakalardandır. Üstelik en yakın partiye %16’lık bir fark atılmış iken… İktidar yıpratıcıdır hele on üç yıllık bir iktidarı korumak çok zordur. Görünen o ki, AK Parti çekirdek/taban oyu yüksek rakamlarda tutmayı başarmış durumda. Bu bağlamda sol-sosyalist unsurların nasıl düşük bir ahlaka sahip oldukları bir kez daha ortaya çıktı. Seçime dışarıdan bakan bir insan zannedecek ki, seçimleri CHP ya da HDP kazanmış, AK Parti ise ya barajın altında kalmış ya da kıl payı geçmiş. Yıllardır muhalefette olan her türlü desteği arkasına alan ana muhalefet partisi bu seçimde de oyunu artırmayı becerememiş ama lakin kendisine 16 puan fark atan AK Parti’yi yenilmiş gösterebilmeyi becerebilmekte. Gerçekten pes doğrusu! Ne kadar pişkinler! Dersimli devrimci Kemal’in istifası hiç gündeme geliyor mu? Hayır!
Müslümanlar için asıl önemli olan ise geçmişte “Beyazıt Meydanı’nda” atılan sloganların, söylem ve taleplerin dillendirildiği seçim mitinglerinden sonra alınan oy oranı küçümsenmeyecek bir gelişmedir. Bir asırlık Batıcı, laik, işbirlikçi politika yürüten bir devlet ve onun eğitim politikalarından geçmiş bireysel, seküler, bencil, milliyetçi toplum gerçekliğine rağmen alınan netice önemsenmelidir. Türkçüsü, Kürtçüsü, solcusu, Alevicisi, Gülencisi, İrancısı hep birlikte toplu hücuma geçmiş olmalarına rağmen toplumu ayartacak çok yönlü enstrümanların devreye sokulmasına rağmen alınan netice önemlidir. Türkiye toplumunun İslamcı söyleme %41’lik bir oy vermesi tebliğ-davet imkân ve sorumluluğu açısından değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Ama sonuçta tek başına iktidar kaybedilmiştir. Bu durumu tahlil etmesi gerekenler de en başta AK Parti’nin kendi kadrolarıdır.
Ahlakı Oy’a Tahvil Yanlışlığı
Bu minvalde oy kaybına sebep olarak gösterilen nedenlerin ekserisini AK Parti oy kaybetmese dikkate almak ve de yapmak zorunda olduğunun altını çizelim. Belediyeler ve bakanlıklarda yolsuzluklar, suiistimaller, kısa sürede yaşam tarzı değişikliği ve şatafatlı işler, halkın talep, beklenti ve şikâyetlerini dikkate dahi almayan yaklaşımlar, parti teşkilatları ve devlet kadrolarında en küçük makamda dahi çok net görülen kibir, sonradan görme tavırlar, gençliğin fikir, dava yerine lümpen kültürü yansıtmasını sağlayacak öncelikler, ahlakı, yaşam tarzı ve dünya görüşü sorunlu şahıslar ve “dost”u dahi rahatsız eden AKtroller gibi ipsiz sapsızlar eliyle “mücadele” yanlışlığı gibi kirli ve çürüme işareti olan nedenlerin artık çözümünün ertelenemeyeceğini göstermesi açısından seçim sonuçları önemlidir. Madem nush ile uslanmadı hükümet artık seçim sonucu köteğiyle akıllanır herhalde.
Altını bir kez daha çizmekte yarar var. Doğru, dürüst, ilkeli, ahlaklı, omurgalı, şahsiyetli, net, şeffaf olmak zorundadır Müslüman; oy almak için değil, Rabbimiz böyle istediği için. Oy kaybına yol açsa bile bunlardan taviz verilmemelidir. Neticede en fazla dört-beş yıllık dünyevi iktidarlar kaybedilir lakin ahiret yurdunun kaybedeni olmamaktır esas olan.
AKtroll Saçmalığı Değil Dava Adamıdır İhtiyaç Duyulan
Sadece gençlik meselesini ele aldığımızda dahi AK Parti kadrolarının vakayı anlamaktan ne kadar uzak oldukları görülecektir. Hem yeni seçmen anlamında hem de bir hareketin en dinamik unsurları anlamında gençliğin bu seçimde önemi ortada idi. Kaba ve ilkel milliyetçilikle Kürt gençlerini saflarında toplayan HDP, aynı minvalde Türk gençlerinden epey bir kısmını bünyesinde toplayan MHP, Gezi kültürünün tekabül ettiği toplumsal yapının üzerinde duran CHP bu bağlamda gençliği ideolojik referans ve kültür içerisinde tutarken AK Parti’nin gençliğe verdiği mesaj koca bir hiçtir. Haksızlık etmeyelim müthiş bir buluş ile ilk defa oy kullanacak gençliğe yönelik olarak “Ateşböceği” şarkısından uyarlama ile “ilk oyum ilk heyecan” klipi yapıldı. Herkes gençliğin muhalif damarını yakalama derdinde iken AK Parti yöneticileri “Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan ile aşk bahçemi süsleyen inci çiçeğim misin?” sorusuna cevap arıyorlar.
Paralelle mücadele ve Gezicilere karşı örgütlendirilen AKtroller örneğinde olduğu gibi seviyesiz, haddini bilmeyen, küfürbaz, adap yoksunu gençlere verilen imkânlar akıl kârı bir iş değildir. Nargile cafelerin ve sair nahoş ortamların müdavimi bu “mücahitlerin” ne kadar itici olduklarını anlamamak için kör olmak gerekiyor. Belki sayıları sınırlı denilebilir bu trollerin ama önemli olan görünür ve örgütlü bu gençlerin ortaya çıkardığı kültürdür. Müslümanın davası, mücadelesi aynı zamanda ahlak mücadelesidir. Bunu anlamayanlar İslam’ı da anlamamışlardır. Müslümanın davası kısa günün işi değildir. Nasıl olursa olsun, hangi araçla ve hangi şekilde olursa olsun mantığı Müslümanın sahip olacağı yaklaşım değildir.
Ah Şu Değişmeyen ve Değişmesi Teklif Dahi Edilmeyen Cemaatlerimiz!
Şu da bir gerçek ki, dindar ya da İslamcı cemaat, vakıf, dernekler de gençlerini dava adamı çizgisinde yetiştirme yerine devlete adam yetiştirme noktasında tutuyorlar. On sekiz yaşında bir gence artık ne veriliyorsa gözü hemen devletin bir yerine kapak atma derdinde. Problem esas olarak cemaatlerde, vakıflarda, derneklerde, hocalarda, üstat ve abilerde… İstikameti olmayanların, idealleri olmayanların, bir hedef ve derdi olmayanların yetiştireceği gençlik nasıl olabilir ki? Bugünkü ideolojik ve kurumsal yapısıyla parti, gençliğe dava şuuru kazandıracak konumda değil. Bunu yapması gereken cemaatler, vakıflar, dernekler ise geçmişten bugüne tevarüs eden hastalıklı bünyeleriyle, ideoloji ve perspektif yokluğuyla, hedef ve istikamet yitimiyle, mal ve ikbal derdiyle malul yapılarıyla bundan çok uzaklar. Sadece bazı talepleri, aday listeleri kabul edilmediği için herkesten daha fazla AK Parti eleştirisi yapan çevreler gerçeğiyle seçime girildiğini kul da biliyor Allah da.
Gerçi haksızlık etmeyelim bizim camiaların değişmeyen bir “ahlak”ı söz konusu bu alanda. Refah Partisi döneminden beri partiden ve onun “nimetlerinden” sonuna kadar istifade eden cemaatler, vakıflar, dernekler iş konuşmaya geldiğinde herkesten daha fazla partiyi eleştirirler ki, siz de öyle orta yerde şaşakalırsınız. Partiyi savunmak hiç alakanız olmadığı halde size kalır. Sadece Gezi sürecinde herkesin ilk dönemlerde başta Erdoğan olmak üzere AK Parti eleştirisi yapmaları hatırlanıldığında olayın boyutları daha net görülecektir. Hasım/düşman tarafın argümanlarını kullanan, onların sözlerini, yaklaşımlarını, örneklerini tedavüle sokmaktan çekinmeyen bu çevrelerin temel sorunu hadiseyi anlamamaları ya da ideoloji-perspektif yoksunu olmaları değildir. En temelde sorun ahlaki zafiyetten kaynaklanıyor.
Hangi Akıl Üstündür?
Mücadele, rekabet, yarış, savaş gibi hayatın olağan akışı dışında işleyiş ve mantığı olan imtihan alanlarının en temel vasfı bir karşıtın olmasıdır. Hasmının, rakibinin, düşmanının zekâsını, aklını, hamlesini küçük gören kaybetmenin ilk adımını atmış demektir. Cumhurbaşkanlığı ve yerel seçimlerde denenmeye başlayan taktik-stratejinin bu seçimlerde başarılı olduğunu görüyoruz. Eğer sağdan sola, Kürtçüsünden Türkçüsüne, Marksistinden faşistine, İrancısından Alevicisine, sendikacısından TÜSİAD’ına, Gülencisinden Doğan Medyasına kırk bir unsur aynı yerde buluşup aynı noktaya vuruyorsa hasma düşen bunu ciddiye almaktır. Taktik-strateji en küçük partinin barajı geçmesi üzerinde geliştirildi. Daha az cephane ve maliyetle en büyük darbeyi vurup maksimum fayda elde etme stratejisi o kadar açık işletildi ki, görmemek için kör olmak lazımdı. Üç yıldır çözüm sürecinin yanlış işletildiği, başta Müslümanlar olmak üzere bölge halkının zalim bir örgütün eline teslim edildiği gerçeğini görmeyenler bu durumu da haliyle görmeyecekti ya da gördüğünde iş işten geçmişti.
Yerel-küresel güçlerin AK Parti’yi iktidardan düşürmek için kullandığı en son araç olan PKK/HDP’nin aldığı oyları tek bir nedene bağlamak yanıltıcı olacaktır şüphesiz. En başta şunu ifade etmek lazım ki, son yıllarda yükselen Kürt milliyetçiliği/ulusçuluğu zirve noktasını bu seçim sürecinde buldu. Milliyetçiliğin “tabii” gelişim ve büyüme trendinden farklı olarak AK Parti hükümetinin yürüttüğü “çözüm süreci”nin Kürt milliyetçiliğini beslediğini görmek gerekiyor. Yine aynı şekilde sürecin saçma ve yanlış yürütülmesi, kırdan kente bütün bölgenin ve halkın eli silahlı PKK, YDG/H militanlarının insafına bırakılması, uydurma ve mitolojik “Rojava ve Kobani” gündeminin inanılmaz biçimde Kürt milliyetçiliğinin gelişiminde kullanılması, kalkışmada başarılı olmayan Gezicilerin HDP’de toplanması, milliyetçilik dinini İslam’ın önüne geçiren eski İslamcı bazı kişi ve çevreler, dindar-muhafazakâr yapıların HDP/PKK saflarında yer almak gibi nedenler, yükselen grafiği hızlandıran temel unsurlar arasında sayılabilir.
Bölgede oluşan Kürt milliyetçiliğinin bir asırlık Türk milliyetçiliğinden daha kapsamlı geliştiğini birçok açıdan söyleyebilmek mümkün. Bu bağlamda çözüm sürecini yürüten “devlet aklı”nın “örgüt aklı”ndan daha zayıf olduğunu son üç yıllık süreçteki birçok gelişme açık bir şekilde gösterdi. Doğrudur devlet araç, imkân ve organları itibariyle daha güçlüdür lakin hantaldır. Oysa “örgüt” aklı ve zekâsı daha dinamik ve gelişkindir. Hele PKK gibi hem sosyalist hem de faşizme varacak kadar milliyetçi, Amerika, İsrail, İran, Almanya, AB, Esed rejimiyle aynı anda birliktelik kuracak kadar ilkesiz, oportünist ve pragmatist bir örgütün aklı ve zekâsının çok tehlikeli olduğunu anlı şanlı devletin kibir abidesi temsilcileri anlamak istemedi. Kürdistan’da inşa edilen kamusal alanın bir Müslüman için ve onurlu her insan için dayanılması güç bir yaşam formunu içerdiğini, buna yapılan itirazları, çığlıkları Ankara duymadı bile.
Geç Kalmış Cahiliyeye Talip Olmanın Kefareti Olur mu?
Tıpkı geçmişte Türkiye genelinde olan devlet kutsayıcılığı, devleti sorgulamama, Türk kimliğini önceleyen, önemseyen hacı amcalar gibi PKK devletini kutsayan, onun faşist uygulamalarını sorgulamayan cami cemaati tablosu oluşmuş durumda. Daha acı verici olan ise cami cemaatinden farklı olarak Seyyid Kutub, Mevdudi okumuş bazı kişi ve çevrelerin PKK/HDP kimliği altında yaşamayı tercih etmeleridir. İzzeti terk edip zilleti tercih eden bu çevrelerin ümmete açık bir ihanet içerisinde davrandıkları ortadadır. Gazze’den Halep’e, Kahire’den Bağdat’a, Veziristan’dan Arakan’a dünya Müslümanları bir yerde/tarafta duruyorsa, kalpleri bir atıyorsa Müslümanlarla açık savaş halindeki yapının saflarında bulunmak, ona oy vermek, sevincine ortak olmak büyük bir vebaldir. Hiç kimse PKK/HDP çizgisine destek verilerek yapılan ihaneti küçük gösteremez. Umulur ki, bu cürmü işleyenler yaptıklarının farkına varır da esaslı bir tövbe ederler. Akleden insan ölüm gerçeğinden kendini soyutlamayandır; PKK’nın silahı altında onursuz bir yaşamın ebedi olamayacağını görendir. O halde insan neden kalan ömrünü küfür ve cahiliye pisliği örülmüş bir kimliğin altında tamamlasın?
Popüler söylemlerin tehlikeli, ayartıcı bir yanı vardır. Seçim değerlendirmesi yapılırken AK Parti’nin Kürt illerinde aldığı oy ve HDP’nin barajı geçmesi gerekçe gösterilerek “hain, nankör Kürtler” söylemi birçok mahfilde dillendirilir oldu. Şüphesiz ki, bir toplum çoğunluğu itibariyle hata yapabilir, yanlış tercihlerde bulunabilir, kimlik ve kültürel açıdan batıl bir formun içinde bulunabilir. Bu açıdan halk goygoyculuğu yapmak yanlıştır. Doğrudur, Kürtler arasında milliyetçiliğin hastalık derecesinde yayılması ve taban bulması gerçeği var. Ama bunu esas kolaylaştıran saik bütün bir toplumu PKK’nın eline rehin bırakan yanlış çözüm süreci politikalarıdır. Toplumu oluşturan bireyler, aileler yapısı itibariyle zayıftır, güçsüzdür, savunmasız ve korumasızdır. Hukuken onu koruyacak olan meşru başka güçler gerekiyor. Örneğin İslami cemaatler ya da daha büyük kurumsal güç olan devlet gibi.
Natural Seleksiyon Hepten mi Yanlış?
6-8 Ekim olayları gibi Türkiye tarihinin en utanç verici olaylarına şahit olan “Kürt birey” devletin sadece kendi karakolunu koruyan aczini gördüğünde haliyle yeni duruma adapte yolunu tercih edecektir. Kitlelerin psikolojisinin de bu şekilde çalıştığını zalimler iyi bildiği için baskı ile kuşatma formülünü devreye sokarlar. Öcalan’ın PKK kurulurken bölgede estirdiği terörü meşrulaştırmak için ifade ettiği “Kürt sopadan anlar” sözü de bu bağlama oturmaktadır. Onun içindir ki, seçim sonuçları üzerinden değerlendirildiğinde ortada bir ihanet varsa bunu yapanlar en başta bölge Müslümanlarını PKK gibi zalim bir örgütün pençesine teslim edenlerdir. Beşir Atalay, Yalçın Akdoğan, Hakan Fidan, İhsan Arslan gibi aktörlerin yürüttüğü çözüm sürecinin toplumsal yapıyı nasıl değiştirdiğini görmek istemeyenlerdir esas hatalı olanlar. Bingöl-Diyarbakır karayolunu tam 26 gün kapatan yüzleri maskeli YDG-H militanlarını görmeyenler bugünkü tablonun müsebbibidirler.
Bütün odaklanmayı devletin geçmişte yaptığı imha, inkâr, asimilasyon politikalarına yapanlar, son tahlilde PKK’nın da Kürtler için makul bir yaşamı ortaya koyamayacağını göremeyecek kadar kafalarını, zihinlerini 90’larda sabitlemişler. Örgütün gerilla savaşıyla elde edemediği kadar alanı çözüm süreciyle birlikte ele geçirdiğini, tarihinde hiç olmadığı kadar alanı, en uçtaki köyden en merkezî caddeye kadar her alanı kontrol edebilme fırsatı yakaladığını galiba çözüm sürecinin nimeti zannediyor bu zevat. Gerilla gücünü aynen koruyarak, şehir savaşını verebilecek silahlı yeni daha fazla militan istihdam ederek bütün yaşam alanlarını tipik Marksist-Maoist komünal formuyla kontrol edebilmeyi ne zannediyorlar acaba?
Bana Bir Ninni Söyle, İçinde Silah Olmasın!
Dindar bir toplumu, gâvurlaştırma, İslam’dan uzaklaştırma konusunda çok mahir olan PKK’nın eline verenler eğer ihanetlerinden bunu yapmıyorlarsa o zaman fazlasıyla saf olduklarını gösterir ki, bu dahi suçtur. Hâlâ PKK’nın silah bırakacağı gibi çocuksu hayallerin peşinden gidenler bölgedeki son oyları da kaybedeceklerdir. Türkiye içi gelişmeler bir tarafa sadece Suriye’deki gelişmeler dahi PKK’nın silah bırakmayacağının en büyük işaretidir. Amerika ve Alman emperyalizmi, İran ve Esed rejimiyle işbirliği içerisinde PKK, Suriye Kürdistanında kontrolünde bir bölge elde ediyor. İlk defa tamamen kendi kontrolünde bir Kürdistan olgusuna yaklaşmış iken asla silah bırakmaz.
Onun içindir ki, bundan sonraki süreçte hem Müslümanların hem de bölge insanının sağlıklı, sıhhatli, özgürce ve makul bir hayat sürebilmesi için çözüm sürecinin olgusal gerçeklerle uyumlu işlemesi gerekiyor. Vatandaşın canını, malını, hukukunu koruyamayan bir devlet hangi çözüm sürecinden bahsediyor? “Hain Kürtler” söylemi gibi yanlış diğer retorik ise “Devlet bundan sonra artık gücünü meşru bir şekilde göstermelidir!” sözüne karşılık olarak “Devlet güç kullanırsa kalan Kürtler de PKK’ya gider!” yaklaşımıdır. Oysa mantık burada yanlış kuruluyor; insanlar biraz da işin tabiatı gereği güç görmek ister. Bölgede devleti neredeyse sıfırlayıp baskın bir güç oluşturan PKK’dır. Geçmişte devlet, gücünü yanlış ve haksız bir şekilde kullanıyordu; bugün ise yine yanlış ve haksız bir şekilde hiç “kullanmıyor.” Dolayısıyla devlet dün de yanlış yapıyordu bugün de… Bir yerde adalet yoksa insanlar sorunlarını çözmek için mafyaya giderler. Bu neredeyse modern devletin temel yasalarından biri haline gelmiş gerçeği bölgeye uyarladığımızda tablo net bir şekilde ortaya çıkmakta.
İstikamet Doğrudur; Yeter ki, Dersler Çıkarılabiline!
Dostun da düşmanın da fark edilmesi açısından acı da olsa bazen darbe yemek iyidir eğer nasihat alıyorsa insan. Seçimler şunu gösterdi ki, AK Parti’nin 13 yıllık iktidarı toplumsal, siyasal, kültürel yapıda çok esaslı değişimler meydana getirdi. 1963’te İsmet İnönü’nün CHP için söylediği “ortanın solu” ifadesi Kemal Kılıçdaroğlu’nun “merkez partiyiz” ifadesiyle değişime uğramıştır. Bu değişim süreci kazanımdır ama her şey anlamına gelmiyor. Özellikle dış politika alanında, Müslümanların ve İslami hareketlerin desteklenmesi konusunda emperyalizm ve zalimlerle işbirliği yapacak karakterde değişim olmamıştır. Bu anlamda toplumun ümmet hassasiyetine sahip çıkma niteliğinin artması bu kesimi pragmatist de olsa değişime zorlayabilir.
AK Parti kendi oluşturmuş olduğu standartları bir nevi kendisi göremiyor denilebilir. Yeniden bir inşa için mevcut tabloyu doğru değerlendirmek zorundadır. Bu bağlamda partiyi ümmet maslahatını gözeten yaklaşımlarından geri döndürecek, İslami hareketlerin ve dünya Müslümanlarının sorunlarıyla ilgilenmekten uzaklaştıracak, sol ve liberal yaşam tarzı, kültürünün öncelenmesine yol açacak ideolojik telkinlere asla prim verilmemelidir. Pasifizmi karakter edinmişlerin “teenni” tavsiyesi ile alamet-i farikaları sol kuyrukçuluk ve İran beslenmesi olan “aydınlar”ın reçetesine güvenmek asla sağlıklı bir yol olmayacaktır. Gazzeli bir yetimin, Halep’ten bir mücahidin, Arakan’dan bir mazlumun duası var ya! İşte odur yoldaki işaret! İşte odur milyonlarca oya değiştirilmeyecek ezeli hakikat! İşte odur Rabbin huzurunda mazeret olabilecek yol azığı…