Biz Müslümanlar Batıcı, ulusçu, laik bir siyasi sistemin hâkimiyeti altındayız.Uluslararası kuşatılmışlığımızın en somut göstergesi ise NATO ülkesi olmamız. Hâkimiyeti altına girdiğimiz bu cahilî daire, kimliksel tutsaklığımızın da ifadesidir.
Öz gücümüz ve kitlesel bilincimiz, bu cahilî iradeyi kırmaya yetecek bir birikimi ifade etmiyor. Vahye tanıklık yapmaya çalışırken zorunlu ihtiyaçlarımızı gidermek, tebliğimizi gerçekleştirmek için en uygun imkân olarak ancak sistem içi araçları kullanabiliyoruz. Ticaretinden okuluna, yayın-medya dünyasından siyasetine kadar onların sahnesinde ilkelerimizle var olmaya, alan açmaya, vesayetin zincirlerini zorlamaya çalışıyoruz.
Ama uygun imkânlar ve siyaset sahnesi yerel ve küresel cahilî egemenlerin elinde. Var kalabilmek ve kitlelere sesimizi duyurabilmek için bu alanda mücadele etmeye de “reel siyaset” diyoruz veya diyebiliriz.
“Siyaset” kavramını, sevk ve idare etme becerisi bağlamında kullanıyoruz. “Reel siyaset”i ise kuşatıldığımız sistem içinde hayatiyet ifade eden bütün alanlarla irtibatlı olarak kullanıyoruz. Faizci banka-vergi sisteminden âri olunamadığında reel ekonomi politikası; resmi ikon ve tabulardan âri olunamadığında reel eğitim ve kültür politikası; laiklik ve ulusçuluk ilkelerinden âri olunamadığında reel yönetim politikası…
Cahilî sistemlerde hayatla ilgili ekonomik, sosyal, siyasal tüm ilişki tarzlarımızın reel siyasetle ilişkisi vardır. Siret-i Resul ve birçok resul kıssası buna şahitlik etmektedir.
Haksöz dergisi de Özgür-Der rehberliği de hayatın içinde vahiyle fıkhetmek konusunda Türkiye Müslümanlarının geçmişten bugüne sınavlardan geçerek gelen öncü ve hikmetli çizgisini ifade etmiştir. Sistem içi araçları vahyî çerçevede Resulullah'ın (s) ve tüm resullerin (a) hayatlarından çıkartılan ilkelerle kullanmanın yolu ilk defa şimdi gündeme getirilmiyor. Haksöz Okulu'nda var. Haksöz dergisi ilk sayısından itibaren okunursa, örneğin 1991 tarihli 6. sayısında seçimlerle ilgili yazıma soğukkanlılıkla bakılırsa, bu gerçeği hemen kavramak mümkün olur. Bahsettiğim açılımlar ve benzerleri, Türkiye tevhidî uyanış süreci içinde mevsuk hale gelmiş ilk örneklerdir.
AK Parti bir kitle partisi. İçinde birçok eğilim var. Bizim istediğimiz bu kurum içinde Müslümanların ümmetin sesine kulak vermeleri, Müslimlere düşmanlık yapmayacak politikalar kurmalarıdır. Bunun için de denge hesapları üzerinde söylediğini ve tavrını dengelere heder etmeyecek, şura temelli, ehil ve bağımsız sosyal şahitliklere ihtiyaç bulunmaktadır.
Ve reel siyasette aktör olarak Müslümanlara alan açmak için kimliğini gizleyenlerin veya kimlik zafiyeti yaşayanların katıldığı bir siyasi seçimin; yani 7 Haziran seçimlerinin sonuçları ile karşı karşıya geldik. Genel seçim arifesinde de sosyal medyada Filipinlerden Pakistan’a, Suriye’den Filistin’e, Mısır’dan Somali’ye, Tunus’a, Makedonya’ya, Bosna’ya kadar Müslüman kardeşlerimizin, tüm zaaflarına rağmen,insani değerlere ve ümmete yerel ve küresel alanda alan açmaya çalışan AK Parti için yaptıkları dualara tanık olduk.
Bizim reel siyasete yaklaşımımız veya AK Parti gibi reel siyaset içinde halka, ülkeye ve Müslümanlara hizmet vermeye, alan açmaya çalışan tüzel kuruluşlarla ilgimiz,ilkesel ölçülere dayanmaktadır. Bunları da en azından üç madde ile özetleyebiliriz:
1- Kur’an’dan ve Muhammedi Sünnet’in uygulamalarından anladığımız kadarıyla inşa ettiğimiz bağımsız İslami kimliğimiz bizim için her şeyin önündedir.
2- Ümmet nüvesi olmak yanında; ümmeti yeniden uyandırmak, diriltmek ve bilinçlendirmek gayretimiz temel stratejimizi oluşturmaktadır.
3- Gücümüz yettiği oranda tuğyanla, her türlü cahiliyye, şirk ve zulümle mücadelemiz, “Lâ” şiarımız siyasi çabalarımızın ilk gündemidir.
Genel seçimler sonrasında bizi en çok ilgilendiren konu şudur:
7 Haziran seçimlerinde, kimlikle ve icraatlarla ilgili yaşanan tüm zafiyetlerine rağmen politikalarında insanlığa, hukuka ve Müslümanlara alan açmaya çalışan, ümmete dostluk elini uzatan AK Parti,iktidar olmayı kazanamayan partiler arasında 1. olmuştur.
AK Parti yönetimi, kadrolarında bir panik havası oluşturmaması için bu sonucu bir mağlubiyet olarak değil, bir uyarı olarak değerlendirdi. Seçim sonrasında psikolojik ezikliği gidermek için bu tür çıkışları anlayışla karşılamak mümkün.
Ama iktidarı kaybetmek bir mağlubiyettir. 2011’e göre yüzde 9, 2014’e göre yüzde 3 oranında oy kaybı yaşanmıştır. Ancak AK Parti’nin iktidar yıpranması, yaşadığı ve yaşattığı zaaf ve yanlışlara rağmen yüzde 41 oranında oy alması ise hâlâ önemlidir.
AK Parti’ye 7 Haziran seçimlerinde iktidarını kaybetmesi bağlamından bakacak olursak bu tablo, dağılmayı ve teslim bayrağını ifade etmese de bir mağlubiyet halini ifade etmektedir. Ama bu sonuçlar başkanlık sistemine yönelimi ve Anayasa’yı daha iyi şartlarda değiştirme imkânını yıpratmıştır. AK Parti, bu mağlubiyetten de dersler çıkarmalıdır.
Tabii ki Türkiye’de İslami kazanımlar açısından ve ümmet coğrafyasında da ezilenlerin ve Müslümanların sesi olması bakımından AK Parti’nin iktidarı yitirmesi hepimizi üzmüştür. Haksöz dergisinin son kapağı da seçimlerin “Ümmetin dostları ile düşmanları arasında” geçeceğini vurgulamıştı. Rumların galibiyetine sevinen ilk Kur’an neslinden kalkarak konuya yaklaşacak olursak; hangi Müslüman seçimlerde gerekli bir üstünlük sağlayarak çıkan ve ümmete dost elini uzatan AK Parti’nin başarısı karşısında sevinmezdi? Sevinç duygusuna ters olan da üzüntü duygusudur.
Türkiye ve dünya Müslümanlarının duaları veya Türkiyeli Müslümanların oyu ile desteklenmek istenen bir tüzel kişilik bu seçimlerde kaybetti ise tabii ki maslahat açısından bu, bizlerin de kaybı değil midir?
Bu arada reel siyasette, tüzel kişiliği veya açık kimliği İslami olmayan bir kuruluşun zaferini ya da yenilgisini, bu kuruluşa İslami bir tüzel kişilik elbisesi giydirerek Uhud Savaşı türü benzetmelerle veya vahyin sosyal inşası konusunda Kur’an ayetleri böyle bir yapıya tekabül ediyormuş gibi bire bir nasslarla izah etmek, tekabüliyet açısından pek doğru olmasa gerektir. Ayrıca vakıaya uygun kararlar verecek isek, AK Parti’yi İslami mücadelenin öznesi haline getiren yaklaşımlardan da kaçınmak gerekir.
AK Parti kadroları, hükümet olmayı, iç ve dış dayanakları tamamen cahilî olan ve bir NATO müttefiki olan devletle bütünleşmek olarak değil; devleti totaliter ve tağuti özelliklerinden uzaklaştırıcı bir araç olarak algılamadığı sürece, hem kendi tükenişine hem Müslümanların desteğinin erimesine neden olur.
AK Parti’nin kendisine zafer getirmeyen genel seçim sonuçlarında dersler çıkartıp, zafiyetlerini aşmak için kendisini yenilemesi gerekmektedir. Fikrî ve idari reorganizasyon ihtiyacına muhtaç olan AK Parti, ayrıca Türkiye siyasasında nasıl davranacağına, kazanımlarını nasıl koruyacağına bugünlerde karar verecektir.
Dört cevap söz konusu: Koalisyon mu, muhalefet mi, azınlık hükümeti mi, erken seçim mi?
Reel siyasetin arka sahnesinde nelerin konuşulduğunu bilmeyen bizler için bu konudaki tartışmalar sadece fikir jimnastiği olur. Ancak ezilenlere ve Müslümanlara el uzatma açısından AK Parti’nin geleceğini ve kendini yenilemesini tartışmak da iktidar ilişkisini nasıl ayarlayacağı ile yakından ilgilidir. Bu boyutuyla “çözüm süreci”nde güç sarhoşluğu ve vakıayı örten bir yağcılık-yalakalık içinde AK Parti’yi ve Recep Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu’nu hem sürecin nasıl seyrettiği ve süreçteki muhatapların kimler olması gerektiği konusunda, hem bölgede ön plana çıkartılan içi kof ve dindar kesimde nefret uyandıran adayların tayini konusunda yanıltan kabahatlerin sorumlusu halk değil, idari kadrolardır.
İlkesel Yaklaşım
Bizler Türkiye’de “tevhid, adalet, özgürlük” şiarlarını ve vahyî bilinçlenme yönünü gündemleştiren tevhidî uyanış sürecinin daha hâlâ süreç halinde olduğunu, şura temelli bir modelleşmeyi yeterince yakalayamadığını biliyoruz.
Bir taraftan istiyoruz ki; Türkiye denilen topraklarda Batılılaşma, uluslaşma ve ifsat yaygınlaşmasın. Ümmetin kalan gücü çözülmesin ve sömürüye müsait hale gelmesin. Bunun için de ümmetin varlığının korunması ve uyanışı için çaba sarfediyoruz.
Bir taraftan da bu çabaları yürütecek, vahyî bilinç ve tavırla şura eksenli sosyal bir örneklik gösterecek, bir şüheda nesli, bir diriliş nesli, bir Kur’an nesli olmaya çalışıyoruz.
Yani tebliğ, yapılanma ve inşa faaliyetlerimizde iki temel alanımız var:
1. Alan, bir ümmet ve şura nüvesi olarak kendimizi oluşturmak.
2. Alan, ümmetin kalan gücünü savunmak, ümmeti uyandırmak, maslahatını gözetmek.
Ama hepimiz vahye ve fıtrata yabancılaşmış cahilî bir sistemin içinde yaşıyoruz. Ve burada Müslümanlar üç tutum içindeler:
1. Eklemlenenler
2. İnzivaya çekilenler
3. Aşmaya çalışanlar.
Unutulmamalı ki, Kur’an, hayata müdahale çağrısı yapan ilahi bir kitaptır. O, insanları zulûmattan nura çıkartmak için inzal olmuş bir kitaptır.
Bizler sisteme eklemlenenleri de temiz kalmak zannıyla inzivaya çekilenleri de uyarmak zorundayız.
Yaşadığımız sosyo-ekonomik, sosyo-siyasal sorunlar karşısında oy vermeyerek müdahil olmamak veya kirlenmemek söylemini taşıyanların, 18-19. yüzyıldan beri devam eden ve sisteme entegre olmamak için elektrik bile kullanmayan Mormonları -yani fundamentalizmi- hatırlamaları, eylemsel tutumlarının tutarlılığını test etmeleri açısından önemlidir.
Ve insanlara tüm cahil değerlerden arınmaya çalışan ve kavrayabildiğimiz kadarıyla bağımsız bir İslami kimlikle kuşatıldığımız cahiliye sahnesinde, demokrasi, diktatörlük veya post-modern cahilî ortamlarda nasıl davranmamız gerekliliğini de göstermemiz gerekmektedir.
Bizim için cahilî sistemler içinde idari mekanizmalardan “demokrasi”, diktatörlük rejimlerine nispetle daha az kötü olandır. Bizim yönetimle ilgili idealimiz efsaneleştirilen ve vakıası da bulunmayan sultanlık gibi bir “halifelik” değil, ehil olan ulema ve muslihunun oluşturduğu “şura yönetimi”dir. Yönetim biçimi içtihadidir, buna karar verecek olan ümmetin yeniden inşası ile güç kazanacak olan şura mekanizmamız olacaktır. Bu konu en önemli ibâdi ve usuli hedeflerimizdendir.
Ancak bu hedefe varıncaya kadar tutsağı olduğumuz cahilî sistemler içinde tanıklık yapan; ayrıca sistem içi araçları vahyî ölçüler içinde kullanan Resul-u Ekrem’in ve diğer resullerin örnekliğini Kur’an bütünlüğünden ve Mütevatir Sünnet’ten kavrayarak çıkarttığımız ilkelerle bir açılım yapmaya çalışıyoruz. Bu açılımımızı Türkiye Müslümanlarına en azından basın alanında mevsuk olarak 1988’den beri anlatmaya, yardımcı olmaya ve tanıklık etmeye çalışıyoruz.
Mevsukiyeti açısından belirtecek olursak; kamuoyunda görünür olan ve çizgimizi temsil eden Yöneliş, Dünya ve İslam, Haksöz, Ekin yayın kuruluşları, çevreleri ve organlarında başından itibaren oy verip vermemek kimlik belirleyici bir unsur olmamıştır. Oy verse de vermese de kişinin Kur’an akaidine sahip olup olmadığı ile ve de ameliyle yani şahitliği ile ilgilenilmiştir. Arap diktatörlük rejimlerinin atmosferinde yazılan ve nassları aşırı abartılı şekilde tevil eden metodik kitaplardaki yorumların aksine, konuyu akidevi bağlamda ele almadık. Çünkü yakînilik gerektiren konular, yorumla kesinleştirilemez.
AK Parti konusunu, dün de bazı kereler RP konusunu, şer’i olarak Mümtehine Suresinin 8-9. ayetleri bağlamında ele almamızdan, hatta tüzel kişilik bağlamında Rum Suresindeki kıssayı hatırlatmamızdan rahatsız olanlara sormamız gerekir. Mümtehine Suresiyle ilgili katıldığımız ve tekrarladığımız yorumlara mı kızıyorlar yoksa Rabbimizin bildirimlerine mi?
Sorumuz yanlış anlaşılmasın; bazı selefi ve rivayetçi tipler tarihte de günümüzde de bazı kere zanni rivayetlerle veya yorumlarıyla Kur’an’ın ayetlerini bile nesh edebilme cahilliğini, hatta üslup olarak da küstahlığını göstermeleri nedeniyle bu soruyu yöneltiyoruz. Bu sorumuzu, Kur’an bütünlüğünden ve Resulullah’ın siretinden istinbat ettiğimiz yaklaşımımızı, tam bir niyet okuyuculukla “eklemlenme” olarak eleştirme bühtanında bulunanlara da yöneltiyoruz.
AK Parti kurulduğundan beri İslami bir parti değil; zaten anayasa gereği buna imkân da yok. Yine de ön yargısı gözlerini perdeleyen bazı arkadaşlar AK Parti’yi İslamiliği üzerinden değerlendiriyorlar.
İlkelerimiz ile birlikte sistem içi araçları kullanma fıkhı konusuna geçmişten bir örnek verebiliriz.
Örneğin 1991 yılında Ercüment Özkan ve ekibi yasal bir İslam partisi kurmaya kalkışınca, Ankara’da yapılan kuruluş toplantılarına katılmış ve eleştirel bir sunumda bulunmuştuk. Bu sunumun özeti Dünya ve İslam Dergisi’nin 1991 Yaz sayısının girişinde bulunuyor. Önce îlaf, panayırlar, eman gibi sistem içi araç örneklerini kullanma fıkhını günümüze taşıdığı için bu teşebbüsü tebrik etmiş, sonra da parti aracını kullanma biçimi ve zamanı açısından eleştirmiştik.
“İslami hareketin geldiği noktada, şartlar gerekli kıldığında parti konusu hem yöntem hem de biçim açısından ciddi bir şekilde tartışılmalıdır.” ... “Ama bugün Türkiyeli Müslümanların gündemine sokulan 'İslami Parti' tartışmalarının ise her şeyden önce suni ve zamansız olduğu görülmektedir.”
İslami kimliğimizle reel politikaya ilgimiz, şu anki niteliğimiz, gücümüz ve sürecimiz itibariyle partisel mücadele aşamasında değildir. Çünkü sistem içi araçlardan bir araç olan parti, kitleleşme sürecinin bir aracıdır.
Bizim reel politikaya ilgimiz ancak siyasi sistem içinde rol alan tüzel kişiler bağlamındadır. Hangisi bize düşmanlık yapmıyor, kazanımlarımızı ve kimliğimizi yasaklamaya çalışmıyor ve bizi imkânlarımızdan sürmüyor ise Rabbimizin vahyî işareti gereği ona adaletle davranmalıyız, bizden tarafa yöneltilen dostluğa Müslümanca cevap vermeliyiz.
Ümmet düşmanlarının tutumu bilinmektedir. Taşıdıkları 28 Şubatçı reflekslerin yanında, iyileştirilme sürecindeki Diyanet’i de kapatmak, LGBTİ’yi meşrulaştırmak, Suriyeli muhacirleri kovmak vb…
Oy verilsin veya verilmesin tabii ki, tüm ümmet coğrafyasında IŞİD zihniyetliler, açık ve gizli tekfirciler müstesna, tüm ümmetin duası ve kaygısı AK Parti’nin iktidardan düşmemesi istikametindeydi.
Hâlâ muhafazakâr-demokrat kimlik sendromundan çıkamayan ve cumhuriyet rejiminin alıştırdığı yanlışlıklardan kurtulamayan AK Parti’ye gösterilen ilginin nedeni de halka sağladığı hizmetler, Kemalist vesayeti aşma niyeti, Müslümanlara ve ümmet coğrafyasına gösterdiği ilgi ve sevgiydi.
Ama olmadı. AK Parti seçimlerde iktidarı kaybetti.
Bizim için bu seçimler bir kader seçimi değildi. Zaten galat-ı meşhur anlamı bağlamında kader kelimesinin kullanımı da yanlıştır.
Bizler seçimlerde, Müslümanlara düşmanlık yapmayan bir partinin kazanmasını bir imkân olarak gördük. Ama bizim mücadelemiz her türlü akabeler, zor geçitler, barikatlar karşısında uzun menzilli bir yürüyüştür. Hem özgürlüğe, hem vahiy ve şura temelli ümmeti yeniden oluşturmaya uzanan merhaleci bir yürüyüştür.
Zaaflar Algılanıp Aşılabilir mi?
Tekfirciler dışında AK Parti’nin seçimleri kazanmasını Ümmet-i Muhammed canı gönülden istiyordu. Oy verenler veya bazı tartışmalı nedenlerden ötürü vermeyenler dâhil Müslüman camianın tavrı, CHP-MHP-HDP-SP/BP ve Gülen Cemaati dâhil Batılı cepheden yana olanlara karşı AK Parti’nin seçimleri kazanmasından yanaydı.
7 Haziran genel seçim sonuçlarından sonra AK Parti’ye ilgimiz, Türkiye’deki kazanımların korunması ve tüm ümmetin maslahatı için uyarı ve yapıcı özeleştiri düzeyindedir.
En başta seçim öncesinde de somut olarak gördüğümüz, bıktırıcı olmamak kaydıyla gündeme getirdiğimiz seçim başarısızlığını getiren zaafları; şimdi ciddi olarak hatırlatmalı ve zorluğun nasıl aşılacağı hakkında fikirlerimizi serdetmeliyiz.
Amacımız yıkıcı değil, ufuk açıcı eleştiridir. Ümmetin maslahatı gereği uyarı görevini yapacak isek, sesimizi de AK Parti yetkililerine gereği gibi duyurabilmeliyiz.
Özgün ve bağımsız duruşa sahip İslami mahfiller, “ümmetin maslahatı” dediklerinde rant, itibar, ihale peşinde olmazlar. Hasbi davranırlar. Ama bu adil, yapıcı ve benzer yaklaşımları AK Parti kurmayları tartıp yenilenmezler, kitle kazanmak veya egemenler karşısında tutunmak için reel politikanın üzerlerine sıçrattığı kirlerden arınma sürecine girmezlerse, muhtemelen ANAP veya DYP gibi erime sürecine adım atarlar. Uyarı ve ikazlar karşısında olumlu bir muhasebeye gidilirse, ezilenlerin kalbinde yer tutan Erdoğan-Davutoğlu ikilisi yenilenen daha ideal bir rehberlik inşa ederlerse, reel siyaset alanında düşülen yerden yeniden doğrulmak imkânı ön plana geçer.
7 Haziran seçimlerinde alınan en ağır yenilgi çözüm süreci ile ilgili Kürt oylarında yaşanan açık ara mağlubiyetti.
Kürt illerindeki idari yapının tutarsızlığı, alan bilgisiyle ilgili istihbarat ve planlama yanlışlığı neticesinde güvenlik sorunu tamamen Müslüman Kürt halkının aleyhine, HDP/KCK/PKK lehine işledi. HDP’nin son Diyarbakır mitinginde patlayan veya patlatılan bomba olayını HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ, Tayyip Erdoğan’a bağlayarak PKK’nin bölgede mahalle mahalle, sokak sokak eğitip silahlandırdığı YDG-H güçlerini ve PKK’nin şehre inen dağ kadrosunu ajite etti. Uzun namlulu silahlarla bölge şehirlerinde sabaha kadar havaya ateş edildi. Hem fiilî şiddet gösterisiyle, hem bilfiil uyarı ve tehditlerle AK Parti’nin seçim sandığı müşahitlerinden üyelerine kadar herkesin üzerinde korku ve siniklik oluşturuldu.
KCK ve PKK’nin dokunulmazlığı ile ya da önünün açılmasıyla Kürt ulusalcısı olmayan herkesi tehdit eden şımarıklık ve taşkınlıkları, bölge dışında AK Parti seçmeninin bir kısmının da MHP’ye yönelmesine neden olmuştur.
Bölgenin direği olan İslami camialar ve şahsiyetlerle son ana kadar ciddi ve dikkate alınan diyaloglara girilmemesi AK Parti’ye de bölgedeki İslami kazanımlara da ağır bir darbe indirdi.
Çok geç kalınmış olsa da Kürt meselesine kendi eski hizip veya meşrep psikolojisi veya rant gözlüğü ile bakanlarla ilişkiler dondurulup, “Bundan sonra ne yapmalı?” sorusuna tutarlı bir istişare zemininde uygun muhataplarla cevap aranmalıdır.
Şiddet yanlısı Kürt ulusalcılarının uzun zamandır devreye soktukları, 6-8 Ekim Kobani olayları ile provokasyon boyutu artan, giderek de sistematik hale gelen bölgedeki şantaj ve baskılar, bölge Müslümanlarına, Müslüman Kürtlere üç tavır seçeneği bırakmaktadır: Ya HDP’li gibi görünmek, ya bölgeden hicret etmek, ya çatışmak.
Son seçimlere kadar Kürtlerin birinci partisi olan AK Parti, açık ara farkla bu avantajını HDP’ye kaptırırken, Kürt bölgelerine getirilen hizmet karşısında “nankör olmak” gibi taassubi bir yaklaşımla değil, Diyarbakır’da 10’a bir, Van’da 7’ye bir, Ağrı ve Şırnak’ta 4’e sıfır gibi sonuçları oluşturan birçok sebebin olduğu, bu sebeplerin oluşumunda çözüm sürecinin AK Partili kurmaylarının büyük veballerinin bulunduğu da asla gündemden düşmemelidir. Ki, ibret alınıp sağlıklı bir düzelme, düzeltme yoluna gidilebilsin.
Bölgede HDP’nin gücü silaha ve silahlı ajitasyona dayanmaktadır. AK Parti’ye alan açacak olan ise tutarlı bir güvenlik düzenlemesi, bölgenin en önemli ortak değeri olan İslamilikle irtibatlı açılımlardır. Ve özgünlüğünü koruyan Müslüman çevreler ve kanaat önderleriyle diyalogların geliştirilmesi öncelenmelidir.
AK Parti’nin en önemli açığı ise kurmay kadroda görülen vesayetten kopma ve özgünleşme mantığını, bilgi ve becerisini taşıyan eleman azlığıdır. Parti, uzun yıllar, devlet ve sistemdeki iyileştirmeleri yapmak için en azından fıtri özellikleri ile barışık bir kimlik siyaseti üretememiş; dolayısıyla davası ve muhalif ruhu olan gençlik yetiştirme konusunda barajı aşan mevcut üç partinin de gerisinde kalmıştır. Bu, partilerin aldığı oylar içinde 18-25 yaş kuşağının ne olduğu sorusuyla da somutlandırılabilir. İşte seçim sonrası Konda şirketinin alınan oy oranları içinde 18-25 yaş genç seçmenlerin yüzdeleri: HDP ve MHP yüzde 33, CHP yüzde 24, AK Parti yüzde 21.
AK Parti 13 yıllık iktidarı boyunca merhale merhale vesayetten kopma sürecine yöneldi. Peki, tasfiye edilenlerin yerini kim dolduracaktı?
Sol-liberal ve Gülenci cenah tarafından köpürtülen Gezi kalkışması, AK Parti’nin dindar tabanındaki epey bir gencin, hatta yazar-çizer takımının ne kadar istikametsiz ve kof, hatta ötekine özenen bir boşlukta olduğunu gösterdi.
AK Parti yönetimine sorulmalı. Bu 13 yıllık süreçte son 2 yıllık İHO girişimi dışında Batıcı ve hurafeci olmayan; ümmetin geleceğine ve yeni, adil bir dünyaya yürüyen; kariyerist değil Rabia gençliğiyle aynı kalp atışlarına sahip üretici, bilinçli, adaplı gençlerin önü açılmış mıydı?
Gençler fıtratları gereği daha temiz bir dünyaya eğilimlidirler ve her türlü münkere daha çok tepki gösterirler. Bu da gençlerin muhalif duyguları demektir. Ama hükümetin vesayeti geriletmek için araçsal olduğu realitesini kavrayamayıp kendilerinde devletçilik mantığı ile asalet arayanlar; dinamizmi, katılımı, dayanışmayı ve üreticiliği oluşturan “muhalefet ruhu”nu da kaybederler.
Kureys Suresinde de işaret edildiği gibi halkın güvenliği ve yoksulluğunun giderilmesi çok önemlidir. AK Parti olarak bunun pratik çözümü de ekonomik kalkınma olarak görülmüştür. Kalkınma ve halkın göreceli de olsa hayat şartlarının iyileşme yoluna girmesi önemlidir.Ama kalkınma hamlesinin zaafları ve kapitalist üretim-tüketim kültürüne tutsaklık konusu tartışılmalıydı, ekonomik sisteme mahkûmiyet söylemi içinde muhalif eleştiriden vazgeçilmemesi gerekirdi.
Dünyada ilk 10’a girme hedefi heyecanı içinde emek haklarına, taşeronluğa, asgari geçim indirimine hakça-adilce değil, müteahhitlerin, kalkınmayı en büyük değer gören ekonomistlerin gözlüğü ile bakıldı. Bu rant ve ihale düşkünlerinin gözlüğü terk edilmeli ve bunlar tasfiye edilmesi gereken yük olarak görülmelidir.
AK Parti, medya ve kültürel açılımlar itibariyle genellikle 28 Şubat sendromunu yaşayan kişilerle veya yağcı/yaltakçı tiplere mahkûmluk içinde iş yaptı. Dindar, İslami bir gençlik yetişsin denilirken İslamcılığın bittiğini ve çoğunun ahlaksızlığa bulaştığı iddiasını “Yağmurdan Sonra” romanı gibi ve benzeri teliflerle yaymaya çalışan dönek kalemşörlere; Sevilay Yükselir gibi yağcılığını bel altı vuruşlara kadar indirgeyen tiplere mahkûm olundu.
Özgür-Der’in bildirisi hâlâ hafızamızda: “Yolsuzluk yargılamalarının önü açılmalıdır!” Ahmet Davutoğlu’nun sözü de: “Harama bulaşan kardeşimiz de olsa kolunu kopartırız!” AK Parti hareketini oldukça itibarsızlaştıran bu yükler, AK Parti’nin sırtından atılacak mı atılmayacak mı?
Ancak 12 yıl sonra ihaneti ve İslam algısındaki ifsadı görülse de Fethullah Gülen Cemaati AK Parti pragmatizmi sayesinde bu kadar büyümüştü. Bugün bu yapının sadece sonucuna, yani ihanetine mi karşı durulmalıdır; yoksa bu cemaati bu ihanetlere sevk eden sebeplere, batini aidiyetlere ve kurumsal olarak benzerlerine karşı da tedbir alınmalı mıdır?
***
AK Parti’nin birçok hizmeti yanında gençliğe, engellilere ve bakıma muhtaçlara sağladığı katkılar; Kürdistan bölgesinde yaptığı maddi, fiziki, sıhhi ve yasal hizmetler; Suriye muhacirlerine ve ümmet coğrafyasına sunduğu imkânlar hayati öneme sahipti.
İstikamet üzerinde yürümek isteyenler için düşmek veya yenilgi, teslimiyet değil, tecrübedir. Kayıplar, kalkıp yeniden yürümek isteyenler için tecrübe kazanımı olmalıdır.
Şimdi AK Parti için, reel siyasetin içinden veya üstünden bakan herkes için ciddi, kaliteli ve ahlaklı bir durum değerlendirmesi yapmak ve dersler çıkartmak zamanıdır.