Sebilürreşad ve “Risale-i Nur”lar Bağlamında Çok Partili Dönemde (1946-1960) İslamcılar -II

Bahadır Kurbanoğlu

Halkın Sağcılaşması ve Sisteme Entegrasyonuna İslamcı Engeli

İlk olarak şu hususa değinmek gerekir ki, “sağcılık” kavramı, 50’lerin İslamcılarının kendilerini tanımladıkları değil, aksine onlara yakıştırılmaya çalışılmış bir kavramsallaştırmadır. Ve maalesef bu konularda yazıp çizen İslami kesimlerde de galat-ı meşhur halini almış olan husus; “O dönem Müslümanlarının kökten sağcılaşmaya meyilli oldukları”na dair bakış açısıdır. Yine onlara göre bu konuyla alakalı söz konusu dönemde yazılmış pek çok metin/makale göstermek mümkündür!

Mesela aynı söylem sahiplerinin neden Said Nursi’nin DP’li yıllarda da siyasete uzak durma refleksini/fıkhını koruduğunu, bu bakış açısıyla değerlendirmeleri mümkün gözükmemektedir. Eğer ortada ezanın din diline çevrilmesi, Risale-i Nurların -o da çok sonraları- basımı ve dağıtılmasına izin verilmesi ya da teşvik edilmesi durumu varsa, bu karşılıklı bir durumdur. Yani DP’nin oy potansiyeli olarak kullanmak istediği bir kesim var ise eğer, bunun karşısında da İslami hakikatlerin milyonlarca -hatta Nursi’nin tabiriyle 350-400 milyon İslam âlemine- insana ulaşmasını talep eden hatırı sayılır bir kesim de vardır. Nitekim Said Nursi de talebelerine DP’ye yönelik hücumlar arttığı bir dönemde destek vermelerini istemiştir. O güne değin yargılamalarından geçtikleri, susturulmaya çalışıldıkları (Çünkü CHP, DP’yi sürekli olarak irticaya taviz vermekle suçlarken, en başta örnek gösterdiği kesim Nurculardır.) kesime geliştirdikleri “müspet hareket” fıkhı gereği destek vermişlerdir. Ki, bu “müspet hareket” fıkhı, Said Nursi’nin buna ilişkin metinleri okunduğunda görülecektir ki, aslında tam iktidar olamamış kesimlere karşıt cephe oluşturma ya da düşmanca hedef göstermeden ziyade, kişisel mağduriyetleri büyütmeyip, genel Müslüman halkın ve İslam hakikatlerinin maslahatı gereği davranmak anlamına gelmektedir.

Özcesi, dönemin öncüleri “Ne yapsak da şu Müslümanları sisteme entegre etsek!” sapması ve kolaycılığı içerisinde yol almadılar. Uzunca bir zulümat döneminin ardından miras aldıkları düşünce sistemiyle Müslümanlara yol göstermeye, irşad etmeye, CHP’nin oluşturduğu müfrit, din düşmanı, bürokratik yapıya görece özgürlük ortamında itiraz yükseltmeye çalıştılar. DP’yi de bu meyanda eleştirmeyi sürdürdüler.

1950’lerde Sorgulanan, Din Anlayışı Değil, Dinin Kamusal Alanda Özgürleşmesi Meselesiydi!

1950’li yılların İslamcıları var olan dinî seviyeyi veri olarak kabul etmişlerdi. Henüz ne Kur’an, ne fıkıh, ne hadis, ne tefsir ne de siyer alanında özellikle 70’lerde başlayan ve günümüze değin süregelen çabalara adım atılmamıştı. Atılması da o dönemin koşullarında mümkün değildi. İslami çevreler “din eksenli” bir amaç/hedef birlikteliği içerisindeydiler. Tüm muhafazakâr, mistik, ruhçu, tarihî algılarla birlikte bir “din taraftarları”, bir de tüm bu kavramsallaştırmalara otuz yıldır savaş açmış bulunan “din karşıtları” saflaşması söz konusu idi. Bir varoluş, yaşam alanları oluşturma, ayakta kalma, ‘devri sabık’a dönmeme, inkılâpları geriletme, geleceği inşa etme, halkı cehalet ve materyalist felsefelerden koruma, siyasi alanda da dinî saiklere alan açma mücadelesi gütmekteydiler. Her konuda bir hayatın içindelik durumu söz konusuydu. Bizim bugünden bakıp eleştirdiğimiz din-siyaset ayrımı meselesinde aslında siyaset yıllardır sükûta uğratılmış “dinî özgürlüklere” alan açma konusunun içine dâhil edilmiş bir siyasi mücadele alanı olarak işlemekteydi. Mesela Said Nursi’deki “siyaset dışılık” algısı, aslında “iktidara odaklanma”yı erteleme meselesiydi; yoksa hayatın dışındalığı değil.

Hakeza “laiklik” konusu da yıllarca din düşmanlığı bağlamında anlaşılmış ve uygulamaya konmuş olan Fransız laisizmine bir itiraz sadedinde yükseltilmiş ve tanım örneği Anglo-Sakson dünyadan devşirilmiş “dine hürmetkâr bir siyasi yeniden yapılaşma arayışının ürünü”ydü. Yani daha çok maslahata mebni ve mugalâta konusu idi. Sebilürreşad yazınında bunu sarih bir şekilde gözlemlemek mümkündür. Sebilürreşad yazarları makalelerinde “laik bir meclisin dinî alana ilişkin yasa yapamayacağı”; “laik bir yönetimde diyanet işleri başkanlığının bulunamayacağı, dolayısıyla bu alanın cemaatlere bırakılması gerektiği” vb. tartışmalar üzerinden din ve dindarlar üzerindeki yasalar ve kurumlar marifetiyle oluşturulan baskıları püskürtmeye çalışmaktaydılar.

O dönemi İslamcılar açısından özetleyebilecek en net kelime “din merkezli bir samimiyet”tir. Siyaseti menfaatperestlik, yalan-dolan-entrikanın alanı olarak tanımlayıp, yapıp edilen ve savunulan her şeyin merkezinde dinî hassasiyetlerin bulunması gerektiğine ilişkin vurgulara, dönemin İslamcılarında sıkça rastlamak mümkündür. Neredeyse söz birliği etmişçesine hem memleket meselelerine müdahil olmuşlar hem de bunu kirli siyasetin dehlizlerinde menfaatçilik adına gezinmek değil, tamamen dinin ihyası, imanın güçlenmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi adına savunduklarını izhar etmişler ve öyle de davranmışlardır. Birçoğunun gerek zor yaşam alanlarında, gerekse mahkeme koridorlarında ödedikleri bedeller de bunun küçük bir göstergesi olarak görülebilir.

1960’larla Birlikte Değişen Ne Oldu? Devletçilik ve Sisteme Entegrasyonun Sebepleri

Öncelikle şu hususun altı bir kez daha kalın çizgilerle çizilmelidir: Rejimin ve Müslüman çoğunlukların Batı bloğuna entegrasyonu amaçlı olmak üzere, ezanın yeniden din dilinde okunması vb. özgürlük alanlarının bir küresel proje olduğu hususunu bir kenara not ederek, bütün gelişmeleri bu projeye yamayarak siyasal, sosyal ve kültürel gelişmeleri açıklayacağı zannıyla hareket edenlere itirazımız var. Nitekim bu bakış açısıyla, dinamik İslami kesimleri de böylelikle rahatlıkla bir projenin uygulayıcıları konumuna oturtup İslami kesimlerin çabalarını kimi zaman tahfif edip, kimi zamansa “işbirlikçilik”, “gönüllü ajanlık”, “tevhidî kimliğin gelişiminin önündeki bilinçli çabalar”; “sağcılaşma”; “devlete ve sisteme entegrasyon” çabaları olarak görme eğilimleri sürdürülmektedir. Bu okuma, yukarıdan/tepeden, iktidar merkezli, sistemik bir okumadır ve bu okuma biçimi pek çok adaletsiz hükme varmaya sürüklemekte; dinamik kesimlerin çaba ve emeklerini yok saymaya ya da küçümsemeye götürmektedir. Nitekim İslamcılara gösterilen müsamaha ve yardımların kaldırılması, verilen özgürlüklerin kepçeyle geri alınmak istenmesi, 163. Madde, Atatürk’ü Koruma Kanunu, Ticaniler bahanesiyle özgürlük alanlarının kısıtlanması, takibatlar ve zorlayıcı uygulamalar da döneme menfi anlamda damgasını vuran gelişmelerdir. Yani dönemin CHP-DP’li statükocu güçleri, otuz yıllık birikimlerden hiç de geri adım atma niyetinde olmadıkları gibi, yeni girmiş oldukları yolda bazı göstermelik adımlarla aslında Batılı dostlarına şirin görünmeye çalışmışlar; bu da dönemin İslamcılarının gereği kadar farkında oldukları bir kirli siyaset olarak onların yazı-çizilerinde konu edilmiştir. Elbette Müslümanların konumlarını meşrulaştırma amaçlı olmak üzere birtakım ayetlerde tevillere gidilerek “kitabı sağdan verilenler ve soldan verilenler” gibi seviye düşüklüğü içeren vurgular da olmamış değildir. Ancak buradan yola çıkarak döneme ilişkin genellemelere başvurmak doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Mesela Sebilürreşad’ın da yazarlarından olan Şemsettin Günaltay başbakan olduğunda, bu durum önce İslamcılarca olumlu karşılanır. Daha sonra Günaltay tarihselcileri andırır bir tarzda “Hz. Muhammed Mekke’de ahlaki ayetler vazetti, Medine’de de devlet kurdu ama bunları alıp bugüne taşımak imkânsız.” mealinde bir konuşma yapar. Eşref Edip, Günaltay’a şiddetle hücuma geçer ve ilişkiler kesilir. Cevabi yazıda Hz. Peygamber’in ne zamandan beri şari olduğu sorulur ve eklenir: Tek şari Allah’tır.

Bu tartışma yakın geçmişimizdeki ve hatta halen devam eden “Peygamber’in şari olup olmadığı” tartışmalarını hatırlatıyor. Ama ondan da öte, dönemin seviyesinin haddinden fazla küçümsenmemesi gerektiğini de. Aynı Sebilürreşad çevresinin II. Meşrutiyet dönemlerinde hangi değerleri bünyesinde barındırdığı; hangi çeviri ve telif yazılara imza attığı ve aramıza onlarca yıllık bir fetret döneminin girmesiyle Müslümanların bilinçlenme yolculuğunun nasıl inkıtaya uğratıldığı unutulmamalı. Bu birikim, tüm zaaf ya da eksiklik olarak algılanabilecek yönleriyle birlikte bu döneme damgasını -diğer İslami çevrelerle birlikte- vurmaya çalışmıştı.

1960’ları birkaç yönden değerlendirmek mümkündür:

1)  Trajik bir darbe ve idamların geniş halk kesimlerinde yarattığı travma etkisi.

2)  Sosyalizmin, küresel arenada estirdiği rüzgârlar.

3)  Anti-komünist kimliğin 60’lar sonrası sistemin girdiği rotayla ivme kazanması.

4)  1950’lerde üretilen açılım fıkhının dondurulup, zorunlu siyasi tercihlerin itikatlaştırılması.

5)  Muhafazakârların ürettikleri “tarih perspektifi” nin etkisi.

6)  Militarizmin desteğiyle esen ulusalcılık rüzgârı.

7)  “Dış tehdit” unsurlarının oluşturduğu devletçilik atmosferi.

8)  Dönemin siyasal ve sosyal gelişmelerinin, cemaatler nezdinde, ellerindeki metinlerin tevil yoluyla okunmasını beraberinde getirmesi.

9)  Din algılarının henüz gereğince sorgulanamamış olmasının sapmaları kolaylaştırması.

(Bütün eleştirilere rağmen dönemin şartları mucibince sürece adaletle yaklaşmamıza sebebiyet verecek koşulların da hesap edilmesinin gerekliliği.)

Darbe sürecinin ve idamlar meselesinin İslami kesimler üzerinde ciddi etkilerinin olduğu görmezden gelinemez. Askerin siyasete bu denli müdahalesi ve ülkenin başbakanını asmış olmasının, Müslüman halk üzerindeki gelecek ve var olma kaygılarını artırdığı izahtan varestedir. Nitekim AP’ye verilen destekle de bu travmanın aşılmaya çalışıldığı görülecektir. Bu dönem çifte bir süreci beraberinde getirmiştir. İslami kesimler bir yandan var olma ve ayakta kalma mücadelesini sürdürürken, diğer yandan da çeviriler yoluyla bir kültürel zenginleşme döneminin de kapıları aralanmaktadır. Ve bu süreç ileride ciddi siyasi ve itikadi tartışmaların ve ayrışmaların da habercisi olacaktır.

Konumuz sınırlılığında meseleye odaklandığımızda AP’ye verilen desteğin DP’ye verilen destek fıkhının bir devamı niteliğinde olduğu gözlemlenecektir. Süleyman Demirel’in Nurculuğuna kadar vardırılacak olan bu süreçte, “Ne sağcıyız, ne solcu, hak yolcuyuz!” sloganıyla siyaset arenasına adım atan Milli Nizam Partisi’nden de aynı fıkıh gereği gereken destek esirgenecektir.

Sosyalizmin dünyada estirdiği rüzgârların Türkiye’deki izdüşümleri devletin siyasetiyle İslami çevrelerin ve halkın endişelerini aynı düzlemde buluşturmuş ve bu buluşmanın etkisi varoluş mücadelesi veren yapıların artık bunu dikey değil, yatay bir düzlemde, sekülerleşmiş ideolojik toplumsal kesimlere karşı verilmesini beraberinde getirmiştir. Artık statükoya rağmen var olmaktan ziyade, statükonun da hedefine koyduğu kesimlere karşı ahlaki, siyasi, toplumsal, ailevi bir varoluş mücadelesi söz konusu edilecek; toplumsal sekülerleşme tehlikesinin oluşturduğu şartların dayattığı bu metazorik yönelim, sistemin hedefleri düzlemindeki bir kimliksel örtüşmeyi, yani sağcılaşmayı da üretecektir.

Süregelen toplumsal değişim süreci üzerine odaklanmadan konunun künhünü değerlendirebilmek çok kolay olmayacaktır. Tıpkı halkevleri örneğinde olduğu gibi, Doğu Kültür Ocakları açılımı da aynı tehlike ve dönüşümü ülkenin doğu ve güneydoğusundaki Kürt illeri açısından gerçekleştirecek ve dinî hassasiyetlerle bu gelişmelere karşı koyma mücadelesi, birbirinin karşıtı yepyeni farklı toplumsal kesimleri üretecektir. Böylelikle sadece kendi yatay toplumsal dertleriyle hemhal ve devleti sorgulamaktan öte, bu cedelleşmede devletten destek arayan toplumsal kesimler peyda olacaktır. Nitekim aynı husus gelişen Sol-Stalinist-Kemalist kesimler için de geçerlidir. Belki meseleyi şu şekilde özetlemek mümkündür:

Dönemin sosyo-psikolojisi açısından gelişmeleri değerlendirdiğimizde 30’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda CHP politikalarıyla izdüşüm içerisinde görülen materyalizm/komünizm tehlikesi devlet için değil, bizzat devletten sadır olan tehlikeli siyasal bir ideoloji olarak ve halkın örfü, ahlakı ve İslam anlayışı adına oluşturduğu tehlike açısından İslamcıları ilgilendiriyordu. Yani kendilerinin ve halkın korunması adına yekpare bir cephe ve karşı cephe söz konusuydu. Nitekim CHP ve halkevlerinin bu komünist yönelime sırf halkın dinî değerleri dejenere olsun diye olur vermesi, ön açması durumu eleştiriliyordu. 60’larda ise İslami çevrelerin serdettiği muhafazakârlaşma ve statükoyla örtüşme eğilimi, bu çevrelerin kendilerini koruma adına anti-komünizm hassasiyetleriyle devletin şemsiyesi altında sapmalara uğramalarını beraberinde getiriyordu.

Peki, bu kesim böyleydi de sol ne durumdaydı? Sol da aynı dönemde sistem tahlili falan yapmış değildi! Onlar da esen sosyalizm rüzgârını Milli Mücadele ruhuyla birleştirerek üretilen bir sol-Kemalizmin kanatları altına girmişti. Toplum için tehlike görülen bir seküler sol-Kemalist gençlik hareketi 50’lerle karşılaştırılmayacak derecede Müslüman unsurlar için tehlike oluşturmaktaydı. Hem de katmerli bir tehlike. Hem Kemalist, hem komünist. Bu tablo çift kutuplu dünyadaki yerini seçmiş devletin de işine gelmişti. Ve bugüne dek devam edegelen sapmaların, din ve mezhep merkezli tanımlamaların tohumları da iyiden iyiye ekilmiş oluyordu. Mesela Yeni Asyacı kesimin 28 Şubat ikliminde bile hâlâ kendilerini Demirel’e destek vermek zorunda hissetmelerinin fıkhı bu dönemlerde üretilmişti. Oysa Kemalist ve İttihatçı darbecilere karşı olunan bir gelenekten geliyorlardı. Elbette ki mesela Erbakan’a verilmeyen desteği, henüz hazır olmadan İslam adına ortaya çıkan oluşumlar karşısında temkinli olmayı salık veren 50’lerdeki Said Nursi’nin yorumlarından çıkarıyorlardı. Ancak Said Nursi bunu söylerken, etken bir konumdaydı ve yargılamaları devam ediyordu. Bu tezi, Müslümanların yakın geçmişte çektikleri somut acılara binaen ve dönemin Müslüman halkının içinde bulunduğu fikrî ve imani fakru zarurete binaen geliştirmişti. Nurcular ise bunu alıp evrensel bir “korunma” ve “çatışmadan aşma” ilkesi haline getirdiler. Sağ partilerin oluru ve korumasıyla, yatay büyüme/gelişmeleri sürdürmeyi yeğleyince, bu aynı zamanda zihinsel bir dönüşüm ve itikadi savrulma zemininin mukimleşmesini sağladı. Vahye yönelim, durum sorgulama, özeleştiri vs. olmayınca da 2000’li yıllara uzanan söz konusu tablo ortaya çıktı. Şimdilerde ulusalcılığın “rucz”larının ortaya dökülüyor olup sorgulanması, mezkûr kesimlerin de günah çıkartma ve özeleştiri mekanizmalarını çalıştırmalarını beraberinde getirmektedir ki, bu, olumlu, desteklenmesi gereken bir gelişmedir. Nitekim o dönemlerde o zihin yapısıyla Kur’an’a bile yönelselerdi, o kafa yapısıyla okuyacaklarından gerekli istifadeyi de sağlayamayacaklardı. Ama şimdilerde Kürt sorununun tanımlanmasından farklı toplumsal kimlik sahiplerini tanıma ve anlamaya kadar devletçi mantığın açtığı yaraların sorgulanmaya başlanıp ayet ve hadislerle itikat merkezli fıkhi açılımlara da konu ediliyor olması sevindiricidir.

Muhafazakâr Kesimin Ürettiği Tarih Anlayışının Geniş Kitleler Üzerindeki Menfi Etkileri

Bugün İslâmi-muhafazakâr kesimlerde yaşamaya devam eden bin yıllık tarihçilik (ki Yahya Kemal’in Fransız tarihçilerinden kotararak Osmanlı’ya getirdiği bir anlayıştır.) olgusunun ve nostaljik Osmanlıcılığın muhafazakâr entelijansiya eliyle İslami kesimleri etkilemesi hususu üzerinde de durmak gerekiyor. Dönemin İslamcıları Takriri Sükûnlarla, Matbuat Kanunuyla, İstiklal Mahkemeleriyle susturulunca göreli muhalefet potansiyeli büyük ölçüde bu muhafazakâr entelijansiyanın eline geçmiştir. Ki savundukları tarih, zaman, toplum ve din anlayışları tamamen Batılı muhafazakâr tezlerle malul olmuş; ümmetçilik ve medenileşme konularında Kemalistlerle aynı düzlemde olmakla beraber, inkılâpların şiddetine ve bazı içeriklerine karşı çıkmışlardır. Bu kimliğin sonraları, özellikle 60’larda popülerleşerek Müslüman tabana etki ettiği malumdur. Hatta hâlâ bu tarih perspektifi dünü ve bugünü anlamlandırmada etkili ve saptırıcı işlevler görmeye devam etmektedir. Babanzade ile Yahya Kemal atışması, bunların din algısının ipuçlarını ortaya koymaktadır. Ve bunlar 60’lar ve 70’ler gençliği üzerinde oldukça etkili olmuşlardır.

Her ideoloji ve dinin mutlaka olmazsa olmaz bir tarih algısı vardır. Nasıl ki Marksizm ve Kapitalizm aynı zamanda birer tarih perspektifidir; nasıl ki Kur’an’ın üçte ikisi kıssalardır; muhafazakârlar da pozitivist tarih algısına karşı ve Kemalizmin tahripkâr politikalarını dizginlemek adına bu Batı merkezli alternatif açılıma sarılmışlar ve İslami yapılar da bundan etkilenmişlerdir. Milli Görüş hareketinden Nurculara ve tarikatlara kadar maalesef bu anlayışın izleri sürgit devam etmektedir. Sağcılaşmayı ve devlet gibi düşünmeyi kökleştiren en önemli saiklerden biri de bu algı olmuştur. Ama özellikle Abdülhamid’in müstebit uygulamalarını eleştiren son dönem İslamcılarının bundan önemli ölçüde beri olduklarını ve bunlarla aramıza fetret dönemlerinin girdiğini de görmek gerekmektedir. Mesela Abduh ve Reşid Rıza’dan yapılan çevirileri içeren Sebilürreşad’dan ne kadar istifade edebildi dönemin nesli? İskilipli Atıf’ın “Ahad haber itikatta delil olmaz.” söyleminden ne derece haberdar oldular? Bunlarla kopan ilişki olmasaydı, bugünleri çok daha önceleri yakalamak mümkün olabilirdi belki de. Devletçi algılardan bugün büyük ölçüde kurtulma azmi gösteren çevrelerin, bu tarih perspektifine ilişkin yönelimi de Kur’an merkezli bir mecraya sevk etme sorumlulukları halen gerekliliğini korumaktadır.

Sonuç

Çok partili dönem İslamcılar tarafından nimetlerinden istifade edilmesi gereken bir özgürlük ortamı olarak görülmüştür. DP’ye verilen destek ise şerhli olmuştur. Yeri geldiğinde onu da acımasızca eleştirmişlerdir. İslami taleplerin çok parti döneminde entegrasyona uğramasından değil; aksine İslami talepler sayesinde Müslüman halkın sağcılaşma ve entegrasyon tecrübesinin geciktirilmiş olmasından söz edilebilir. DP’ye abartılı övgülerde bulunan yaklaşım sahiplerini bir kenara koyacak olursak, 1950’deki seçim zaferi bile DP’ye değil, millete atfen değerlendirilmiş ve “milletin zaferi” olarak nitelenmiştir. Bu dönemin etkili yayın organlarından Sebilürreşad, dönemin açılımlarının ve Müslümanların İslam merkezli vakarlı duruşlarının örnekleriyle doludur.

Said Nursi’nin ise üç Said döneminde de merkezine aldığı “istibdat-özgürlük” ikilemini, bu dönemde de işlediği görülecektir. Hatta Nursi, “özgürlük” meselesini özsel-akidevi bir olgu olarak ele almıştır. “İslam kafile-i beşere bunu icbar eder…” (İslam insanlığı özgürlüğe zorlar.) sözüyle de döneme ilişkin açılımlarını bu temel kaide üzerine oturtmuştur. Eşref Edip’le Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakim dönemlerinden beri dostlukları bulunan Nursi hakkında, Eşref Edip’in kaleme aldığı iki de eser bulunmaktadır. Bu vesileyle döneme ilişkin serdedilen fikirlerde yakınlıkları söz konusudur. Edip’in öne çıkan polemikçi yönünde gazeteciliğinin de etkisi vardır. Mezkûr dönemde Sebilürreşad, Nursi’nin tüm mahkemelerini ve savunmalarını dergiye taşımış, hatta bu yüzden çeşitli cezalara da çarptırılmıştır.

Said Nursi, döneme ilişkin fıkhi açılımlarında “makbul devletin vahye istinad edeceği, ancak mükemmel insan olmadığı gibi, mükemmel devletin de var olmadığı”ndan hareketle “müspet hareket” kavramını öne çıkarmıştır. DP’yi iktidarda tutmak için ‘mecburen’ siyasete baktığını belirterek, bu tavrının “siyasi değil, Kur’an menfaati ve İslamiyet için olduğu”nu belirtmiştir.

Nursi, darbeci eğilimlerin ayyuka çıktığı döneme kadar, Nurcuları demokratlara yardımcı olarak değil, demokratları Nurculara yardımcı olarak gördüğünü belirtmiş; halkçıların (CHP) çukuruna düşmek istemiyorlarsa İslam’a hizmet etmek zorunda olduklarının altını defaatle çizmiştir. “Maslahat” kavramına önem vermiş; DP’nin son dönemlerinde düşürüleceği duruma binaen talebelerine destek vermeleri uyarılarında bulunmuş; bunu da “Dine hizmet için bu dönemde siyaset yapılabilir.” şeklinde açıklamıştır. “Muharrik gücün siyaset değil din aşkı olması gerektiği” yönündeki uyarılar, o dönemin tüm İslamcılarında mevcuttur. Yüzde 60-70’e ulaşmadan siyaset topuzunu (iktidar amaçlı hareketi) maddi kuvvetler eşliğinde kullanmanın zararına değinmiş; toplumun bu hususta hazır olmadığını, cehalet, imani ve itikadi bozukluklarının asıl problem olduğunu belirtmiştir.

Nursi, “İttihad-ı İslam” meselesinden komünizme karşı Ehli Kitapla ittifaka; Anayasadan “devletin dini-toplumun dini” ayrımına; laiklik konusundan “müspet milliyet” ve Kürt sorununa kadar pek çok konuda fikirler serdetmiş; sürekli olarak devlete karşı “temel hak ve hürriyetler” konusunda tavizsiz bir söylemi takip etmiştir. Ümmetçi bir perspektifi sürekli dillendirmiş, bağımsızlık hareketlerinden aldığı ilhamla “İslam Ülkeleri Konfederasyonu” ve Kürt halkının problemlerinin çözümüne ilişkin de projelerini bu dönemde daha da geliştirmiştir.

Bu dönem, İslamcıların birbirlerinin din anlayışlarını sorguladıkları değil, Kemalist-pozitivist-materyalist oligarşik yapılara karşı ittifak oluşturdukları bir zaman dilimidir. 1960’lar bu şartları değiştirecek; küresel ve yerel gelişmelerin oluşturduğu hızlı toplumsal-ideolojik değişimler İslami kesimlerin kendilerini ve yeni nesilleri koruma çabalarına endeksli yaklaşımlarının, dinî meşruiyet ekseninde sistemle buluştuğu bir mecraya evrilecektir. Bunda 50’lerde üretilen fıkhi çabaları dogmalaştırma ve aşamamanın etkileri olduğu kadar, çift kutuplu dünyada yer almanın getirdiği zorluklar; hızlı değişimlere ayak uyduramamanın verdiği içe kapanmalar; kaynak eserlerin yetersizliği ve tehlike olarak addedilen zıt toplumsal gruplar karşısında devletçi-sağcı söylemin oluşturduğu yalancı güven ikliminin de etkisi vardır. Yaklaşık 35-40 yıllık bir sürece damgasını vuran bu dönemlerin üretimlerinin günümüz şartlarında daha bir sorgulanır olması, gerek ulusalcılığın gerekse din algısının özeleştirel bir tarzda tartışılıyor olması, ileriki dönemde siyasal süreçler menfi yönlere kanalize bile olsa, halkın ve İslami kesimlerin hanesine yazılmış olumlu adımlar olarak neşvünema bulmaktadır.    

Sözün Özü

“Sağcı”, “devletçi” ve “entegrist” yönelimlerin 1946’dan itibaren İslamcılarda var olduğu ve kitlelerin devletle gönüllü bir işbirliğine zorlandığı anlayışını savunabilmek mümkün görünmemektedir. Bunun eksik, dönemin koşullarını okumayı göze almamış bir anlayış olduğunu belirtmek gerekir. Bu dönemin metinleri haksızlık ve adaletsizlik yapmaktan Allah’a sığınarak okunmaya çalışılmalıdır. Bu yapılabildiğinde kendimize şu soruyu sorabiliriz: “Bu dönemde halkın bilinci hangi düzeydeydi, sistem açısından ne gibi bir tehlike teşkil ediyordu da önü ezanla açıldı ve İslamcıların da zaaflı din anlayışı sayesinde sisteme entegre edildiler?!”

Batı ve ABD bloğunun içine girerken sistem bu açılımı yapmak zorundaydı ve göstermelik olarak yaptı da. Ama bu durum bile devrim yobazlarının çığırtkanlıklarını bir nebze olsun geriletmedi ve dönemin İslamcıları kendilerini mezkûr bürokrasi ve basının İslam düşmanlıklarıyla cebelleşmeye adadılar.

“Halkın ne gibi gücü, basireti ve yönelimi vardı da havuzun musluğu açıldı!?” diye yeniden sormak gerekiyor. Bunda bile ciddi manada zorlandılar ve “irtica” söylemlerini sürdürdüler. Osmanlı’nın ve yirminci yüzyıl başlarındaki İslam dünyasının kültürel mirasının taşıyıcıları konumundaki dönemin İslamcıları da kendi dinamik yapılarını halka yansıtmaya gayret göstererek, Müslümanlara alan açmaya, halkı irşad etmeye çaba gösterdiler. Ve bu dinamizm kimi zaman devlet tarafından kullanılmaya çalışılsa da bu, hiçbir kesim tarafından ulusalcı-Kemalizmin ne sağ ne de sol kanadına sunulan açık bir çek haline dönüşmedi.

Hem anakronizme düşmemek hem de bu insanların o dönemlerdeki çabalarına vefa gösterip bir dönemi anlamaya çalışırken dönemin koşullarını insaflıca ve derinlemesine değerlendirme çabası hassasiyetlerimizi artıracaktır. 28 Şubat sonrası İslami camiaların kendilerini bu yeni sürece ilişkin fıkhi açılımlar içerisine sokmalarıyla mezkûr dönemin çok da farkı olmadığı söylenebilir. (Hatta çok daha çetin ve ciddi bedellerin ödendiği uzunca bir zulümat döneminin ardından gerçekleştiği için, daha anlaşılır bir tarihî kesittir.)

Bizim avantajımız, köprünün altından çok suyun akmış olması ve tecrübelerimizdir. Eğer gerek farklı İslami yapılanmalar, gerekse gayrı İslami unsurlarla ahlaki bir düzlemde buluşmak, ciddiye alınmak, üzerlerinde etkili olmak, diyalog kurabilmek istiyorsak, sol kesimlerin içine düştükleri gibi kalıpsal ideolojik yaklaşımlar ve sorgulanması ertelenen galat-ı meşhurlarla değil,  yaşanmış tecrübelerin hakkını teslim ederek, bunları ilk elden inceleyerek sorgulamayı denemeliyiz. Bu tutum, farklı toplum kesimlerini anlamaya çalışma, haklarını teslim etme, gereğince eleştirebilme ve değişimi gözlemleme gibi menfi açılımları beraberinde getirecektir. Ayrıca merhamet boyutumuza da destek sağlayacak, insaf terazimizi güçlendirecek, vahiy merkezli bir hoşgörü mekanizmasıyla hareket kabiliyetimizi sorumluluklarımız eşliğinde besleyebilecektir. Kendi dönemimize ilişkin hakiki/sahici ve sahih tevhidî açılımlar da dondurulmuş/kalıplaştırılmış okumalar üzerinden değil; hayatı ve değişim/dönüşümleri kendi mecralarında okumaya gayret gösteren, geniş kesimlerin maslahatları adına bunları yorumlayan bir anlayışla gerçekleşebilecektir.

Kaynakça

Fahrettin Gün, Sebilürreşad Dergisi Ekseninde Çok Partili Hayata Geçerken İslamcılara Göre Din-Siyaset ve Laiklik (1948-1954), Beyan Yay., 1998, İst.

Eşref Edip, CHP ve Din (1948-1960), Beyan Yay., 2005, İst.

Eşref Edip, Kara Kitap, İnternet siteleri.

Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye I. Dini Yayınlar Kongresi, 31 Ekim-2 Kasım 2003, Ank.

Necdet Subaşı, Ara Dönem Din Politikaları, Küre Yay., 2005, İst.

Ensar Yılmaz, Yakup Kadri’nin Romanlarında Türkiye’nin Toplumsal Değişim Süreci, Birey Yay., 2008, İst.

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yay., 8.baskı, 2007, İst.

Risale-i Nur Külliyatı Dizisi (Hutbe-i Şamiye, Şualar, Mektubat, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası, İşaratü’l-İ’caz, Muhakemat, Divan-ı Harbi Örfi) İnternet kaynaklı.

Bahadır Kurbanoğlu, “Yakın Dönem Din-Devlet İlişkileri”, Haksöz Dergisi, Sayı: 206, Mayıs 2008.

Köprü Dergisi’nin web sitesinden Said Nursi’nin görüşleriyle alakalı makaleler.