“Elbette çalışacağız. Elbette yeise düşmeyeceğiz. Elbette bu hürriyet nimetinden istifade edeceğiz. Kapılarına zincir vurulan din müesseselerini açacağız. O mübarek ilim ocaklarında harıl harıl Kur'an okutacağız, hadis okutacağız, fıkıh okutacağız. Bütün İslam ilimlerini, İslam dinini, İslam dininin bütün yüksek hakikatlerini öğreteceğiz.” (Eşref Edip Fergan)
“Yeniden, baştan başlanacak... İman, hayat ve şeriat sırasına göre, ferd, cemiyet ve devlet yeniden inşa edilecektir. Ferdin inşası, imanının tahkiki imana yükselmesi ve sünnete riayetle hayata aksetmesi ile olacaktır. Toplumun inşası bid’aların ve dünyevileşme cereyanının durdurulması ve şeairin ihyası ile olacaktır. Devletin inşası ise ittihad-ı İslam ve şeriat-ı Muhammedinin ihdası ile olacaktır.” (Said Nursi)
Çok partili döneme geçiş süreci ve ardından gerçekleşen gelişmeler, pek çok tartışmaya açık zeminin oluşmasını beraberinde getirmiştir. İslami kesimlerin ve Müslüman halkın sistemle olan ilişkilerinin bugüne değin devam edegelen köklerinin oluştuğu dönem olarak ifade edilen mezkûr zaman dilimi, döneme ilişkin pek çok atfın ve galat-ı meşhurun da oluşmasına zemin hazırlamıştır: “Karşıtına sığınma”, “patlama noktasına gelmiş bir halkın görece bir-iki özgürlükle gazını alma”; “Müslüman halkın Batı bloğuna ve sisteme entegrasyonu”; “sağcılaşmanın temellerini atma”; “Türk kimliğini ve milliyetçiliği dinî motifler üzerinden meşrulaştırma”; “sığınmacı Anglo-Sakson laisizminin meşrulaşması”; “Amerikancılığın geleneksel dinî motiflerle meşruluk kazanması”; “bilimsel sosyalizmin gelişiminin ve sosyalleşmesinin ABD, Batı bloğu ve rejim lehine engellenmesi, dolayısıyla emperyalizmle işbirliği”; “sosyal alanda hurafe dinine tavizler vererek, vahyî-tevhidî geleneğin gelişimini engelleme” vb.
Hiç şüphesiz, bütün bu değerlendirmeler içerisinde, bizim de bu yazı çerçevesinde -şerhli olmak kaydıyla- katıldığımızı ifade edeceğimiz tespitler olduğu gibi, aynı zamanda anakronik yaklaşımlar ve tarihin farklı formatlarda okunmasının da payı vardır. Sol entelijansiyanın döneme ilişkin değerlendirmelerinin yarattığı etki ortamı bir yana, İslami kesimlerin de özellikle 60’ların sonları ve 70’lerde yapageldikleri sorgulamalar, kat ettikleri mesafeler ve bağımsız kimlikler oluşturma çabaları 50’lere ilişkin bir okuma tarzının da oluşmasını beraberinde getirmiştir.
Hiç şüphesiz, hangi dönemi ele alırsak alalım, tarihsel koşulların hakkını verme, dönemin savunularını anlamaya çalışma, -nakısalara dayalı olarak alelacele ortaya konan niyet okumalarının ötesinde- tarihî miras, birikim, ortaya konan tavırlar, ödenen bedellerle birlikte değerlendirme şeklindeki çerçeveye sadık kalmak önemlidir. Bugün ulaşmış olduğumuz noktadan objektifi geriye çevirerek, mezkûr dönemlerde aynı seviyenin olmamasını bir nakısa olarak görüp, söz konusu eksiklikleri sistemle girilen ilişkilerin sebebi saymak gibi bir hataya düşmemeye çalışmak da aynı derecede mühim bir meseledir. Bir hatırlatma da dönemin metinlerine ilişkin yapılabilir. O da hangi çevre ya da kişiyi incelemeye alıyorsak, mümkün mertebe bu okumanın onların kendi yazınından, metinlerinden takiple olmasına çaba göstermektir. Adalete ve hakkaniyete en yakın duruşu da -zorlu da olsa- ancak bu çaba sağlayabilir.
1950’lere Kadar Var Olan Tarihî-Kültürel Mirasın Değerlendirilmesi
Çok partili hayata geçiş süreci ve 1950’leri değerlendirmeye geçmeden önce 1910’lu yıllardan itibaren hem halkın hem de kanaat önderlerinin geçirdiği evreleri, savaş, kıtlık, ekonomik, siyasi ve kültürel yozlaşmayı beraberinde getiren totaliter süreçleri hesaba katmak gerekmekte.
Halk açısından meseleye baktığımızda 1910-1922 arası çeşitli cephelerde verilen savaşlar; mübadeleler; İstiklal Mahkemeleriyle kanaat önderleri ve halk üzerinde estirilen terör; ardından Şeyh Said kıyamı ile birlikte 1939’a değin süregelen, tedip, tenkil, tehcir, taktil, temdin ve tasfiye politikalarını içeren “Türkleştirme” ve “medenileştirme”(!) siyasetleri, inkılâpların yarattığı menfi etkiler, ekonomik sıkıntıların getirdiği zorluk dönemleri ve dünya savaşının tüm bu sürece tuz biber ekmesi, halkın içinde bulunduğu durumla alakalı olarak göz önünde bulundurmamız gereken bir tabloyu ortaya koymaktadır. Bir yandan dinin tüm yaşam alanlarındaki görünürlüğü ortadan kaldırılmaya çalışılırken, diğer yandan onlarca yıla yayılan savaşların ve ekonomik zorlukların halk üzerinde yarattığı tahribatın hesaba katılması zorunludur.
Diğer bir değerlendirme konusu da yüzyılın başlarındaki İslami mirasla bu dönem arasında açılan makastır. Topluma öncülük eden İslami kanaat önderlerinin kimisi öldürülmüş, kimisi İstiklal Mahkemeleri, Takriri Sükûn ve Matbuat kanunlarıyla susturulmuş ve var olan miras da çorak bir iklime doğru yol almıştır.
1924-1940 arası dönemin İslam’la bağlantılı eser sayısı sadece 8’dir. Bunlar da resmi matbuatlarca basılmıştır. Devletin kendi kontrolündeki bir ulus-dinin oluşumuna katkı yapacağı düşünülen bu eserler, her ne kadar son dönemin kalan mirasının örnekleri olarak, devletin ihtiyacının çok ötesinde ve onun talebinden ayrı bir niteliğe sahip idiyse de bu eserlerle, bunlardan istifade edecek potansiyeller arasına kalın duvarlar örülmüştü. Bunlara 1940-1950 arası 15 eser daha katılmış, yani çeyrek yüzyıla ancak 23 eser sığdırılmış, bunlar da genellikle devletin ihtiyaçlarına mebni olarak desteklendikleri için basılabilmiştir. Harf devriminin yarattığı etkinin önemi ise bu yazının sınırlarını aşacağı için şimdilik değinerek geçelim. İnsanların ellerinde var olan kitap ve Kur’an-ı Kerimleri nasıl bin bir zorluklarla, toprak altlarında saklayarak kalan mirası da çocuklarına aktarma çabaları da ayrı bir uzunca bahis konusu ve dönemin fakru zaruret halinin ayrı bir aynası hükmündedir. Dolayısıyla 1946’ya gelindiğinde halkın, ekonominin, dinî-kültürel birikimin ne safhada olduğunun anlaşılabilmesi ve döneme ilişkin tespitlerimizde artık ezber halini almış bulunan kalıp tespitlerin yeniden gözden geçirilebilmesi ve belki de bir kısmının tashihi için çizdiğimiz tablo mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Batı Bloğuyla Girilen İlişkiler CHP Döneminde Başlamıştı
Kemalist ve sol-Kemalist tarihçilerin yıllarca işledikleri tez, CHP’nin bağımsız, anti-emperyalist bir Türkiye özleminin DP döneminde girilen ilişkilerle -Marshall yardımları, Kore Savaşı, NATO, CENTO- baltalanması ve CHP’nin öyle ya da böyle bir “sol”, DP’nin ise “sağ” geleneğin temsilcisi olduklarına ilişkindi. 1960 ve 1970’li yıllarda dünyada sosyalizm rüzgârları eserken, Türkiye’de sağ partilerin iktidar olması ve bu tezin özellikle Stalinizmin ve Kemalist Milli Mücadele tarihçiliğinin etkisindeki sol-Kemalistler tarafından işlenmesi, doğruluğunun sorgulanmasını engellemişti. İnönü’nün daha II. Dünya Savaşı sürerken girdiği diplomatik ilişkiler; İngilizlerle yapılan heyet görüşmeleri; Sovyetlerin Boğazlar ve toprak talepleri konusundaki tavırları, rejimin daha o yıllarda ne türden bir seçimin içerisine gireceğinin göstergeleri konumundaydı. Çok partili döneme geçişin ve dinî eğilimlere yönelik görece esnemenin başlangıç yılları da işte bu CHP’li yıllar olmuş ve “halkın sabrının taşması” ya da “kabaran nehrin baraj kapaklarının gevşetilmesi”nden öte, bu küresel gelişmelerin baskısıyla sistem yeni bir döneme göstermelik adımlarla geçiş yapmak zorunda kalmıştır. Nitekim 1947-48’lerle birlikte yayın hayatına yeniden atılan İslami çevrelerde bu durum sıkça işlenen konular arasına girmiştir. Çok partili hayata geçilmeseydi eğer, halkın birtakım başkaldırı ve isyanlarla rejimi ciddi manada tehdit edebileceğine dair sonraki yıllarda yapılan tespitleri bu tabloya bakarak ciddiye almak mümkün görünmemektedir. Yaşanan onca badirenin ardından, bunu yapabilmeyi bırakın, “Acaba bunu düşünebilecek bir halk var mıdır, yok mudur?” sorusu daha anlamlıdır ki, bir önceki başlıkta halkın ve halk kesimlerini yönlendirenlerin ahvalini bundan dolayı özetlemeye gayret ettik.
Üstelik DP’nin birinci parti olduğu seçimlerde CHP’nin aldığı oy oranlarına bakıldığında da Cumhuriyetin tek parti rejiminin öyle ya da böyle neredeyse yüzde 40’lara varan bir desteğe ulaştığını görmek gerekmekte. Dolayısıyla Kemalist sistem bu dönemde “çift kutup”lu dünyadaki yerini ABD’nin başını çektiği Batı bloğunun yanında belirliyor ve bu tercihin getirdiği iç değişimlere de kırmızıçizgilere halel getirmeyecek tarzda yol veriliyordu.
Dönemin İslamcılarının Halkı Batı Bloğuna Isındırdıkları İddiası Doğru mu?
Kemalist sol tarih yazınının bize yıllarca dikte etmeğe çalıştığı husus, tıpkı ulusalcı cenahın “anti-emperyalist bağımsız Türkiye” edebiyatı yaparken girdikleri kirli ilişkilerin faş olması örneğinde olduğu gibi bir çift kutuplu çelişkiyi o dönemlerde de ortaya koymaktaydı. İslam düşmanı Baasçı rejimlerin Sovyet kutbuyla girdikleri ilişkilerin ABD karşıtlığı bağlamında onanması ve olumlanması örneğinde olduğu gibi; bugün de Arap dünyasına yöneldiğinizde Batılılaşmadan taviz veren eksen kaymasıyla; İslam düşmanı seküler Baasçı rejimlere karşıt bir duruş sergilediğinizde de emperyalist politikalara olur vermekle suçlanma paradoksunda görüldüğü üzere.
Cemaleddin Afgani’nin “Tabiatçılığa Reddiye” başlığıyla kaleme aldığı küçük risalesinde örneği görüldüğü üzere, Osmanlı’nın son dönem İslamcılarının materyalizm-pozitivizm karşıtlığının ve İslami hakikatlerin korunması çabasına karşı geliştirdikleri komünizm-sosyalizm-materyalizme karşı (önce askerî-siyasi, Lenin ve Stalin dönemleriyle birlikte ahlaki, ailevi, sosyal açıdan altı çizilen somut Moskof tehlikesi) siyasi tavır alış sürecinin tarihî arka planı Osmanlı-Rus savaşları dönemine kadar gitmekte ve SSCB’nin ortaya çıkışıyla birlikte felsefi, siyasi, kültürel, toplumsal boyutlarıyla genişleyen bir sorun haline gelmekte idi.
1950’lerin İslamcılarında da toplumun ahlakının, örfünün, dininin korunması adına II. Dünya Savaşı’ndan itibaren bu somut tehlike, din ve İslam merkezli tartışmaların odağı haline gelmişti. Dolayısıyla çift kutuplu dünyada rejimin yaptığı seçimle, İslamcıların CHP döneminden beri eleştirdikleri hassasiyetler örtüşmekteydi. (Mesela halkevlerine yapılan eleştirilerin odağında da CHP bürokrasisinin, pozitivist-materyalist-sol eğilimli öğretmen kadrolarına, halkın geleneklerinin yozlaştırılması bağlamında ön açmasının yarattığı endişe hâkimdir.) Yani rejimin CHP döneminde başlattığı ve DP döneminde pekiştirdiği zorunlu tercihe halkın, İslamcılar tarafından ısındırılmış olması değil; Müslüman halkın değerlerinin korunması ve gençlik üzerinde oluşabilecek tahribatların engellenmesi çabası söz konusu edilebilir.
Sol ve Kemalist güruhun popüler yazından hareketle, özellikle Said Nursi’nin savunuları üzerinden geliştirdikleri ABD tandanslı İslamcılık ve Yeşil Kuşak projeleri de dönemin Stalinist bakış açısından beslenmektedir.
İslamcıların çoğunun dönemsel olarak ABD tandanslı politikalara heveskâr olup olmamalarının sebepleri ayrı bir bahis, kendi ülkesini yıllarca kasıp kavurmuş, ateizmin ve her türlü din düşmanlığının merkezi Stalinist emperyal-Sovyet Bloğunda yer almayı isteyip istememe ayrı bir husustur.
Belki bugünden bakıldığında tevhidî kesimlerin eleştirebilecekleri husus, mesela Said Nursi’nin, ABD’yi Ehli Kitap görerek, rejimin yapmak durumunda kaldığı bu tercihi dinî bir fıkıhla meşrulaştırma çabasıdır. Ancak dönemin koşulları göz önüne alındığında bunun da anlaşılabilir yönleri olduğu gözlemlenmektedir. (Yıllarca dinsizlik politikalarıyla tehdit altında bırakılmış bir toplumun dindar olarak gördükleri bir halk ve yönetim yapılanmasına sıcak bakmaları çok da şaşırtıcı değildir.)
Mesela bugün halkın ve İslami kesimlerin üzerinde yüz yıllık bir geçmişe sahip despotizmin geriletilmesi adına Avrupa Birliği sürecine temkinli bir olumluluk atfedilmesi örneğinin o güne de uyarlanması mümkündür. Henüz Müslüman halklar üzerinde bir ABD politikaları etkisi gözlemlenmiş değildir. Ama Müslüman entelijansiyanın o günlerde CHP bürokrasisi için sıklıkla kullandığı “Sizin yaptığınızı Moskof yapmadı!” yerleşik terkibinde olduğu gibi ciddi ve somut bir “Moskof tehlikesi” söz konusudur. Üstelik bu tehlikenin (yani yerleşik, din merkezli ahlak anlayışına düşmanlık, sadece dışarıdan gelen bir tehdit değil, zaten yıllardır CHP bürokrasisinin ve halk içindeki uzantılarının dayattıkları zulümlerdir. CHP’nin yaptıklarıyla, komünist geçinenlerin yapmaya çalıştıkları arasında asla bir fark görmemişler, bunu her fırsatta dile getirmişlerdir. (Komünist geçinen çevrelerin Kemalist sürece ve halk üzerindeki fiili zulümlerine “ilerleme” adına ne oranda destekler verdikleri de, dönemin yazınına bakılarak görülebilir.)
İşte bu yüzden o günden bu yana bu tehlikeye dikkat çeken İslami kesimlere sırf bu yüzden “sağcı” yakıştırmasında bulunmak, buna bir de “gerici” ve “faşist” sıfatlarını eklemek en hafif tabirle bir şark kurnazlığıdır. Öyledir, çünkü eğer çift kutuplu bir emperyal dünyadan söz ediyorsak, bunun diğer emperyal cephesine uzak durmanın adı nasıl olup da sağcılık ya da gericilik olarak nitelenebilir? Kemalist aydınlanmacı bir aklın ürünü olan bu nitelemeler, ancak Stalinizmle beslendiğinde güçlü ve “anlamlı” olabilirdi; öyle de oldu! İnsanın, “Sol o dönemde sistem tahlili yapmıştı ve kendisini bu sistemden ayrıştırmıştı da Müslümanların mı haberi yoktu acaba?” diyesi geliyor. Hem pozitivist ulusalcılığı, hem Kemalizmi, dönemin küresel ideolojisi sosyalizmle harmanlamak ilericilik ve solculuk oluyor ama halkın çoğunluğunu bu yozlaşmadan korumaya çalışanlar “sağcı” ve “faşist”!
Meselenin diğer veçhesinde ise mezkûr döneme (1950’ler) benzer sol eleştirilerle bakan bugünkü İslami kesimlerin aynı “sağcılık” ve “ABD yandaşlığı” jargonlarıyla dönemin İslami çevrelerini değerlendirmeleri vardır. Ve bu yanılgı, belli şerhler düşülse de bugünlere değin devam etmiş; hatta 1980’lerin aynı “ABD İslamcılığı” ve “Yeşil Kuşak” tezleri maalesef İslami kesimlerde de komplocu yaklaşımlarla süslenerek değer görmüştür. Bu bakış açıları sadece tarihte kalan birer öngörü/tespit olarak değil, bizlerin bugününü de etkileyen, İslami camiaların müspet yönde oluşan değişim dönüşüm süreçlerini de görmezden gelen bir kolaycılığı/ezberciliği beslemektedir. Kitlelerin iradelerini yok sayan, kendilerini var etme, var kılma, sahip oldukları birikim, bilinç ve seviyeyle gelişmelerin içinde yer alma cehd ve gayretlerini küçümser, hatta yok sayar anlayışlara meydan verebilmektedir. İşte bu anakronik ve komplocu tarih yakıştırmalarından kurtulmak ve mezkûr dönemin İslami açılımlarını, fıkhetme tarzlarını insaflı bir pencereden değerlendirebilmek bu açıdan önem arz etmektedir.
Sisteme Entegrasyon ve Sağcılaşmaya Hizmet Meselesi
1950'lerin İslamcıları yaklaşık otuz yıllık bir zulüm ve fetret döneminin ardından, sahip oldukları mirası dönemin koşulları içerisinde yeniden canlandırmaya çalışmaktaydılar. Bir var olma ve halkı irşad mücadelesi vermekteydiler. Hemen her konuda yeni döneme ilişkin bir fıkıh geliştirme çabası içerisindeydiler. Bu açıdan onların yargılarını; bürokratik oligarşiyle girdikleri cedelleşmeleri; din hususundaki savunularını dönemin şartlarına göre değerlendirmek gerekir.
Daha seçimlerden iki yıl önce Sebilürreşad’da çıkan DP ve CHP değerlendirmelerine baktığımızda; CHP’nin parti programının DP’den çok daha iyi olduğunu yazıp çizenler aynı İslamcılardır. Çünkü bu programda, dinî konularda CHP daha toleranslı bir çerçeve çizmekte ama DP devri sabıktaki söyleme yakın bir yaklaşım serdetmektedir.
Bu açıdan bakıldığında dönemin İslamcılarının “din merkezli” bir birliktelik içerisinde hareket ettikleri; siyasi alanı “dine hürmetkâr bakanlar” ve “dine tavır alanlar” şeklinde bir bölümlemeye tabi tuttukları rahatlıkla gözlemlenebilir.
DP’nin ne kuruluşu ne de seçimleri kazanmış olması, İslamcıları okun yaydan fırlaması misali DP’nin “müşfik” kollarına falan itmemiştir. Aksine mesela DP’li Celal Bayar’ın “irticaya geçit verilmeyeceği”ne ilişkin cümleler serdettiği meşhur 1949 Bursa konuşması İslami dergilerde şiddetle eleştirilmiş; hatta Bayar, Sebilürreşad’a bu sözleri sarf etmediğine dair bir tekzip göndermesine rağmen dergi bu sözleri sarf ettiğine dair vesikaları ortaya koyarak, din konusunda CHP dönemindeki “irtica” söylemlerine dönüşün önünü kesme amaçlı kararlılığın altını da çizmiştir.
Aynı Sebilürreşad DP'ye karşı kesin tutumu daha 1953 yılında belirlemiştir. Bunun sebebi de Menderes’in 17 Ocak 1953 tarihli Antep konuşmasıdır. Menderes, o konuşmasında her türlü irtica ile mücadeleden bahsetmektedir. Bu anlamıyla hemen tüm İslami oluşumlar DP'ye şerhli destek vermişlerdir. Bu minvalde dinin görünürlüğünün ve yaşamlaştırılmasının önündeki engellerin kaldırılması yegâne siyasetleri olmuştur.
Particilik meselesine de aynı minvalde bakmışlar. Müslüman halkı, meselelerine parti ve tarafgirlik değil, din merkezli bakmaya ve zaman zaman da bazı siyasileri, hangi partiden olursa olsun tavır almaya, bazen de istifaya davet etmişlerdir. Millet Partisi’ne DP’den daha sıcak bakmalarının en önemli sebebi de MP’nin dinî özgürlükler konusunda daha cesur ve gözünü budaktan sakınmayan tavrına binaendir. Nitekim DP de MP’yi o dönemde ciddi bir rakip olarak gördüğünden dönemin İslamcılarının çok şiddetli eleştirilerine sebebiyet veren 163. maddenin de öncelikli olarak MP’yi siyasi arenadan silmek için çıkarıldığını yazıp çizmişlerdir. Atatürk’ü koruma kanunundan İHL’ler, Diyanet ve ilahiyatlar meselelerine kadar DP’nin politikalarına da eleştiriler getirdikleri gibi; CHP bürokrasisi ve medyasının bitmez tükenmez “İnkılâplar elden gidiyor!” yaygaralarına karşı da şiddetli muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Bu dönemde başta Said Nursi olmak üzere İslamcıların yargılanmaları devam etmiş, hatta bu yargılamalara yazılarıyla destek veren çevreler de aynı süreçten nasiplerini almışlardır. Mesela Eşref Edip, Said Nursi’yi savunduğu yazılarından ötürü yargılanmıştır.
1953 sonrası İslami yayın organlarında DP’nin statükoya günden güne daha fazla teslim olmakla eleştirildiği yazılara yer verilmiştir. Aynı dönemde İslamcıların dergilerinde diğer İslam coğrafyalarına ilişkin araştırma ve tespitler kadar, az da olsa çeviriler de yayınlanmaya başlamıştır. Mesela Korkut Özal’ın İslam dergisinde yayınlanan Mevdudi’den çevirileri, diğer İslam coğrafyalarını tanıma ve anlamaya yönelik talepler; mesela “İttihad-ı İslam” konusundaki vurguların Said Nursi’de de olduğu gibi yeniden gündemleştirilmesi, hiç şüphesiz 3. Dünyacı Müslüman ülkelerin bağımsızlık hareketlerinin yarattığı hissiyatla da yakın ilgilidir. Hatta bu gelişmeler dönemin İslamcılarını öylesine heyecanlandırmıştır ki, DP hükümetine dahi bu konuda politik önerileri (İslam Ülkeleri Konfederasyonu gibi) söz konusu olmuştur.
Said Nursi’nin özellikle DP iktidarının son dönemlerinde -her şeye rağmen- DP’ye verdiği desteğin, alternatifsizlik, İslami çabaların sınırlı da olsa korunması, darbe söylentileri ve CHP’nin din düşmanlığıyla malul bürokratik elitinin eskiye dönüş özlemlerinin korkusuyla yakın ilgisi vardır.
Halkın Sağcılaşması ve Sisteme Entegrasyonuna İslamcı Engeli
İlk olarak şu hususa değinmek gerekir ki, “sağcılık” kavramı, 50’lerin İslamcılarının kendilerini tanımladıkları değil, aksine onlara yakıştırılmaya çalışılmış bir kavramsallaştırmadır. Ve maalesef bu konularda yazıp çizen İslami kesimlerde de galat-ı meşhur halini almış olan husus; “O dönem Müslümanlarının kökten sağcılaşmaya meyilli oldukları”na dair bakış açısıdır. Yine onlara göre bu konuyla alakalı söz konusu dönemde yazılmış pek çok metin/makale göstermek mümkündür!
Mesela aynı söylem sahiplerinin neden Said Nursi’nin DP’li yıllarda da siyasete uzak durma refleksini/fıkhını koruduğunu, bu bakış açısıyla değerlendirmeleri mümkün gözükmemektedir. Eğer ortada ezanın din diline çevrilmesi, Risale-i Nurların -o da çok sonraları- basımı ve dağıtılmasına izin verilmesi ya da teşvik edilmesi durumu varsa, bu karşılıklı bir durumdur. Yani DP’nin oy potansiyeli olarak kullanmak istediği bir kesim var ise eğer, bunun karşısında da İslami hakikatlerin milyonlarca -hatta Nursi’nin tabiriyle 350-400 milyon İslam âlemine- insana ulaşmasını talep eden hatırı sayılır bir kesim de vardır. Nitekim Said Nursi de talebelerine DP'ye yönelik hücumlar arttığı bir dönemde destek vermelerini istemiştir. O güne değin yargılamalarından geçtikleri, susturulmaya çalışıldıkları (Çünkü CHP, DP’yi sürekli olarak irticaya taviz vermekle suçlarken, en başta örnek gösterdiği kesim Nurculardır.) kesime geliştirdikleri “müspet hareket” fıkhı gereği destek vermişlerdir. Ki, bu “müspet hareket” fıkhı, Said Nursi’nin buna ilişkin metinleri okunduğunda görülecektir ki, aslında tam iktidar olamamış kesimlere karşıt cephe oluşturma ya da düşmanca hedef göstermeden ziyade, kişisel mağduriyetleri büyütmeyip, genel Müslüman halkın ve İslam hakikatlerinin maslahatı gereği davranmak anlamına gelmektedir.
Özcesi, dönemin öncüleri “Ne yapsak da şu Müslümanları sisteme entegre etsek!” sapması ve kolaycılığı içerisinde yol almadılar. Uzunca bir zulümat döneminin ardından miras aldıkları düşünce sistemiyle Müslümanlara yol göstermeye, irşad etmeye, CHP'nin oluşturduğu müfrit, din düşmanı, bürokratik yapıya görece özgürlük ortamında itiraz yükseltmeye çalıştılar. DP'yi de bu meyanda eleştirmeyi sürdürdüler.
1950’lerde Sorgulanan, Din Anlayışı Değil, Dinin Kamusal Alanda Özgürleşmesi Meselesiydi!
1950’li yılların İslamcıları var olan dinî seviyeyi veri olarak kabul etmişlerdi. Henüz ne Kur’an, ne fıkıh, ne hadis, ne tefsir ne de siyer alanında özellikle 70’lerde başlayan ve günümüze değin süregelen çabalara adım atılmamıştı. Atılması da o dönemin koşullarında mümkün değildi. İslami çevreler “din eksenli” bir amaç/hedef birlikteliği içerisindeydiler. Tüm muhafazakâr, mistik, ruhçu, tarihî algılarla birlikte bir “din taraftarları”, bir de tüm bu kavramsallaştırmalara otuz yıldır savaş açmış bulunan “din karşıtları” saflaşması söz konusu idi. Bir varoluş, yaşam alanları oluşturma, ayakta kalma, ‘devri sabık’a dönmeme, inkılâpları geriletme, geleceği inşa etme, halkı cehalet ve materyalist felsefelerden koruma, siyasi alanda da dinî saiklere alan açma mücadelesi gütmekteydiler. Her konuda bir hayatın içindelik durumu söz konusuydu. Bizim bugünden bakıp eleştirdiğimiz din-siyaset ayrımı meselesinde aslında siyaset yıllardır sükûta uğratılmış “dinî özgürlüklere” alan açma konusunun içine dâhil edilmiş bir siyasi mücadele alanı olarak işlemekteydi. Mesela Said Nursi’deki “siyaset dışılık” algısı, aslında “iktidara odaklanma”yı erteleme meselesiydi; yoksa hayatın dışındalığı değil.
Hakeza “laiklik” konusu da yıllarca din düşmanlığı bağlamında anlaşılmış ve uygulamaya konmuş olan Fransız laisizmine bir itiraz sadedinde yükseltilmiş ve tanım örneği Anglo-Sakson dünyadan devşirilmiş “dine hürmetkâr bir siyasi yeniden yapılaşma arayışının ürünü”ydü. Yani daha çok maslahata mebni ve mugalâta konusu idi. Sebilürreşad yazınında bunu sarih bir şekilde gözlemlemek mümkündür. Sebilürreşad yazarları makalelerinde “laik bir meclisin dinî alana ilişkin yasa yapamayacağı”; “laik bir yönetimde diyanet işleri başkanlığının bulunamayacağı, dolayısıyla bu alanın cemaatlere bırakılması gerektiği” vb. tartışmalar üzerinden din ve dindarlar üzerindeki yasalar ve kurumlar marifetiyle oluşturulan baskıları püskürtmeye çalışmaktaydılar.
O dönemi İslamcılar açısından özetleyebilecek en net kelime “din merkezli bir samimiyet”tir. Siyaseti menfaatperestlik, yalan-dolan-entrikanın alanı olarak tanımlayıp, yapıp edilen ve savunulan her şeyin merkezinde dinî hassasiyetlerin bulunması gerektiğine ilişkin vurgulara, dönemin İslamcılarında sıkça rastlamak mümkündür. Neredeyse söz birliği etmişçesine hem memleket meselelerine müdahil olmuşlar hem de bunu kirli siyasetin dehlizlerinde menfaatçilik adına gezinmek değil, tamamen dinin ihyası, imanın güçlenmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi adına savunduklarını izhar etmişler ve öyle de davranmışlardır. Birçoğunun gerek zor yaşam alanlarında, gerekse mahkeme koridorlarında ödedikleri bedeller de bunun küçük bir göstergesi olarak görülebilir.
1960’larla Birlikte Değişen Ne Oldu? Devletçilik ve Sisteme Entegrasyonun Sebepleri
Öncelikle şu hususun altı bir kez daha kalın çizgilerle çizilmelidir: Rejimin ve Müslüman çoğunlukların Batı bloğuna entegrasyonu amaçlı olmak üzere, ezanın yeniden din dilinde okunması vb. özgürlük alanlarının bir küresel proje olduğu hususunu bir kenara not ederek, bütün gelişmeleri bu projeye yamayarak siyasal, sosyal ve kültürel gelişmeleri açıklayacağı zannıyla hareket edenlere itirazımız var. Nitekim bu bakış açısıyla, dinamik İslami kesimleri de böylelikle rahatlıkla bir projenin uygulayıcıları konumuna oturtup İslami kesimlerin çabalarını kimi zaman tahfif edip, kimi zamansa “işbirlikçilik”, “gönüllü ajanlık”, “tevhidî kimliğin gelişiminin önündeki bilinçli çabalar”; “sağcılaşma”; “devlete ve sisteme entegrasyon” çabaları olarak görme eğilimleri sürdürülmektedir. Bu okuma, yukarıdan/tepeden, iktidar merkezli, sistemik bir okumadır ve bu okuma biçimi pek çok adaletsiz hükme varmaya sürüklemekte; dinamik kesimlerin çaba ve emeklerini yok saymaya ya da küçümsemeye götürmektedir. Nitekim İslamcılara gösterilen müsamaha ve yardımların kaldırılması, verilen özgürlüklerin kepçeyle geri alınmak istenmesi, 163. Madde, Atatürk’ü Koruma Kanunu, Ticaniler bahanesiyle özgürlük alanlarının kısıtlanması, takibatlar ve zorlayıcı uygulamalar da döneme menfi anlamda damgasını vuran gelişmelerdir. Yani dönemin CHP-DP’li statükocu güçleri, otuz yıllık birikimlerden hiç de geri adım atma niyetinde olmadıkları gibi, yeni girmiş oldukları yolda bazı göstermelik adımlarla aslında Batılı dostlarına şirin görünmeye çalışmışlar; bu da dönemin İslamcılarının gereği kadar farkında oldukları bir kirli siyaset olarak onların yazı-çizilerinde konu edilmiştir. Elbette Müslümanların konumlarını meşrulaştırma amaçlı olmak üzere birtakım ayetlerde tevillere gidilerek "kitabı sağdan verilenler ve soldan verilenler" gibi seviye düşüklüğü içeren vurgular da olmamış değildir. Ancak buradan yola çıkarak döneme ilişkin genellemelere başvurmak doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Mesela Sebilürreşad’ın da yazarlarından olan Şemsettin Günaltay başbakan olduğunda, bu durum önce İslamcılarca olumlu karşılanır. Daha sonra Günaltay tarihselcileri andırır bir tarzda “Hz. Muhammed Mekke'de ahlaki ayetler vazetti, Medine'de de devlet kurdu ama bunları alıp bugüne taşımak imkânsız.” mealinde bir konuşma yapar. Eşref Edip, Günaltay'a şiddetle hücuma geçer ve ilişkiler kesilir. Cevabi yazıda Hz. Peygamber’in ne zamandan beri şari olduğu sorulur ve eklenir: Tek şari Allah'tır.
Bu tartışma yakın geçmişimizdeki ve hatta halen devam eden “Peygamber’in şari olup olmadığı” tartışmalarını hatırlatıyor. Ama ondan da öte, dönemin seviyesinin haddinden fazla küçümsenmemesi gerektiğini de. Aynı Sebilürreşad çevresinin II. Meşrutiyet dönemlerinde hangi değerleri bünyesinde barındırdığı; hangi çeviri ve telif yazılara imza attığı ve aramıza onlarca yıllık bir fetret döneminin girmesiyle Müslümanların bilinçlenme yolculuğunun nasıl inkıtaya uğratıldığı unutulmamalı. Bu birikim, tüm zaaf ya da eksiklik olarak algılanabilecek yönleriyle birlikte bu döneme damgasını -diğer İslami çevrelerle birlikte- vurmaya çalışmıştı.
1960’ları birkaç yönden değerlendirmek mümkündür:
1-Trajik bir darbe ve idamların geniş halk kesimlerinde yarattığı travma etkisi.
2-Sosyalizmin, küresel arenada estirdiği rüzgârlar.
3-Anti-komünist kimliğin 60’lar sonrası sistemin girdiği rotayla ivme kazanması.
4-1950’lerde üretilen açılım fıkhının dondurulup, zorunlu siyasi tercihlerin itikatlaştırılması.
5-Muhafazakârların ürettikleri “tarih perspektifi”nin etkisi.
6-Militarizmin desteğiyle esen ulusalcılık rüzgârı.
7-“Dış tehdit” unsurlarının oluşturduğu devletçilik atmosferi.
8-Dönemin siyasal ve sosyal gelişmelerinin, cemaatler nezdinde, ellerindeki metinlerin tevil yoluyla okunmasını beraberinde getirmesi.
9-Din algılarının henüz gereğince sorgulanamamış olmasının sapmaları kolaylaştırması.
(Bütün eleştirilere rağmen dönemin şartları mucibince sürece adaletle yaklaşmamıza sebebiyet verecek koşulların da hesap edilmesinin gerekliliği.)
Darbe sürecinin ve idamlar meselesinin İslami kesimler üzerinde ciddi etkilerinin olduğu görmezden gelinemez. Askerin siyasete bu denli müdahalesi ve ülkenin başbakanını asmış olmasının, Müslüman halk üzerindeki gelecek ve var olma kaygılarını artırdığı izahtan varestedir. Nitekim AP’ye verilen destekle de bu travmanın aşılmaya çalışıldığı görülecektir. Bu dönem çifte bir süreci beraberinde getirmiştir. İslami kesimler bir yandan var olma ve ayakta kalma mücadelesini sürdürürken, diğer yandan da çeviriler yoluyla bir kültürel zenginleşme döneminin de kapıları aralanmaktadır. Ve bu süreç ileride ciddi siyasi ve itikadi tartışmaların ve ayrışmaların da habercisi olacaktır.
Konumuz sınırlılığında meseleye odaklandığımızda AP’ye verilen desteğin DP’ye verilen destek fıkhının bir devamı niteliğinde olduğu gözlemlenecektir. Süleyman Demirel’in Nurculuğuna kadar vardırılacak olan bu süreçte, “Ne sağcıyız, ne solcu, hak yolcuyuz!” sloganıyla siyaset arenasına adım atan Milli Nizam Partisi’nden de aynı fıkıh gereği gereken destek esirgenecektir.
Sosyalizmin dünyada estirdiği rüzgârların Türkiye’deki izdüşümleri devletin siyasetiyle İslami çevrelerin ve halkın endişelerini aynı düzlemde buluşturmuş ve bu buluşmanın etkisi varoluş mücadelesi veren yapıların artık bunu dikey değil, yatay bir düzlemde, sekülerleşmiş ideolojik toplumsal kesimlere karşı verilmesini beraberinde getirmiştir. Artık statükoya rağmen var olmaktan ziyade, statükonun da hedefine koyduğu kesimlere karşı ahlaki, siyasi, toplumsal, ailevi bir varoluş mücadelesi söz konusu edilecek; toplumsal sekülerleşme tehlikesinin oluşturduğu şartların dayattığı bu metazorik yönelim, sistemin hedefleri düzlemindeki bir kimliksel örtüşmeyi, yani sağcılaşmayı da üretecektir.
Süregelen toplumsal değişim süreci üzerine odaklanmadan konunun künhünü değerlendirebilmek çok kolay olmayacaktır. Tıpkı halkevleri örneğinde olduğu gibi, Doğu Kültür Ocakları açılımı da aynı tehlike ve dönüşümü ülkenin doğu ve güneydoğusundaki Kürt illeri açısından gerçekleştirecek ve dinî hassasiyetlerle bu gelişmelere karşı koyma mücadelesi, birbirinin karşıtı yepyeni farklı toplumsal kesimleri üretecektir. Böylelikle sadece kendi yatay toplumsal dertleriyle hemhal ve devleti sorgulamaktan öte, bu cedelleşmede devletten destek arayan toplumsal kesimler peyda olacaktır. Nitekim aynı husus gelişen Sol-Stalinist-Kemalist kesimler için de geçerlidir. Belki meseleyi şu şekilde özetlemek mümkündür:
Dönemin sosyo-psikolojisi açısından gelişmeleri değerlendirdiğimizde 30’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda CHP politikalarıyla izdüşüm içerisinde görülen materyalizm/komünizm tehlikesi devlet için değil, bizzat devletten sadır olan tehlikeli siyasal bir ideoloji olarak ve halkın örfü, ahlakı ve İslam anlayışı adına oluşturduğu tehlike açısından İslamcıları ilgilendiriyordu. Yani kendilerinin ve halkın korunması adına yekpare bir cephe ve karşı cephe söz konusuydu. Nitekim CHP ve halkevlerinin bu komünist yönelime sırf halkın dinî değerleri dejenere olsun diye olur vermesi, ön açması durumu eleştiriliyordu. 60’larda ise İslami çevrelerin serdettiği muhafazakârlaşma ve statükoyla örtüşme eğilimi, bu çevrelerin kendilerini koruma adına anti-komünizm hassasiyetleriyle devletin şemsiyesi altında sapmalara uğramalarını beraberinde getiriyordu.
Peki, bu kesim böyleydi de sol ne durumdaydı? Sol da aynı dönemde sistem tahlili falan yapmış değildi! Onlar da esen sosyalizm rüzgârını Milli Mücadele ruhuyla birleştirerek üretilen bir sol-Kemalizmin kanatları altına girmişti. Toplum için tehlike görülen bir seküler sol-Kemalist gençlik hareketi 50'lerle karşılaştırılmayacak derecede Müslüman unsurlar için tehlike oluşturmaktaydı. Hem de katmerli bir tehlike. Hem Kemalist, hem komünist. Bu tablo çift kutuplu dünyadaki yerini seçmiş devletin de işine gelmişti. Ve bugüne dek devam edegelen sapmaların, din ve mezhep merkezli tanımlamaların tohumları da iyiden iyiye ekilmiş oluyordu. Mesela Yeni Asyacı kesimin 28 Şubat ikliminde bile hâlâ kendilerini Demirel'e destek vermek zorunda hissetmelerinin fıkhı bu dönemlerde üretilmişti. Oysa Kemalist ve İttihatçı darbecilere karşı olunan bir gelenekten geliyorlardı. Elbette ki mesela Erbakan'a verilmeyen desteği, henüz hazır olmadan İslam adına ortaya çıkan oluşumlar karşısında temkinli olmayı salık veren 50'lerdeki Said Nursi'nin yorumlarından çıkarıyorlardı. Ancak Said Nursi bunu söylerken, etken bir konumdaydı ve yargılamaları devam ediyordu. Bu tezi, Müslümanların yakın geçmişte çektikleri somut acılara binaen ve dönemin Müslüman halkının içinde bulunduğu fikrî ve imani fakru zarurete binaen geliştirmişti. Nurcular ise bunu alıp evrensel bir "korunma" ve "çatışmadan aşma" ilkesi haline getirdiler. Sağ partilerin oluru ve korumasıyla, yatay büyüme/gelişmeleri sürdürmeyi yeğleyince, bu aynı zamanda zihinsel bir dönüşüm ve itikadi savrulma zemininin mukimleşmesini sağladı. Vahye yönelim, durum sorgulama, özeleştiri vs. olmayınca da 2000’li yıllara uzanan söz konusu tablo ortaya çıktı. Şimdilerde ulusalcılığın “rucz”larının ortaya dökülüyor olup sorgulanması, mezkûr kesimlerin de günah çıkartma ve özeleştiri mekanizmalarını çalıştırmalarını beraberinde getirmektedir ki, bu, olumlu, desteklenmesi gereken bir gelişmedir. Nitekim o dönemlerde o zihin yapısıyla Kur'an'a bile yönelselerdi, o kafa yapısıyla okuyacaklarından gerekli istifadeyi de sağlayamayacaklardı. Ama şimdilerde Kürt sorununun tanımlanmasından farklı toplumsal kimlik sahiplerini tanıma ve anlamaya kadar devletçi mantığın açtığı yaraların sorgulanmaya başlanıp ayet ve hadislerle itikat merkezli fıkhi açılımlara da konu ediliyor olması sevindiricidir.
Muhafazakâr Kesimin Ürettiği Tarih Anlayışının Geniş Kitleler Üzerindeki Menfi Etkileri
Bugün İslâmi-muhafazakâr kesimlerde yaşamaya devam eden bin yıllık tarihçilik (ki Yahya Kemal'in Fransız tarihçilerinden kotararak Osmanlı’ya getirdiği bir anlayıştır.) olgusunun ve nostaljik Osmanlıcılığın muhafazakâr entelijansiya eliyle İslami kesimleri etkilemesi hususu üzerinde de durmak gerekiyor. Dönemin İslamcıları Takriri Sükûnlarla, Matbuat Kanunuyla, İstiklal Mahkemeleriyle susturulunca göreli muhalefet potansiyeli büyük ölçüde bu muhafazakâr entelijansiyanın eline geçmiştir. Ki savundukları tarih, zaman, toplum ve din anlayışları tamamen Batılı muhafazakâr tezlerle malul olmuş; ümmetçilik ve medenileşme konularında Kemalistlerle aynı düzlemde olmakla beraber, inkılâpların şiddetine ve bazı içeriklerine karşı çıkmışlardır. Bu kimliğin sonraları, özellikle 60’larda popülerleşerek Müslüman tabana etki ettiği malumdur. Hatta hâlâ bu tarih perspektifi dünü ve bugünü anlamlandırmada etkili ve saptırıcı işlevler görmeye devam etmektedir. Babanzade ile Yahya Kemal atışması, bunların din algısının ipuçlarını ortaya koymaktadır. Ve bunlar 60'lar ve 70'ler gençliği üzerinde oldukça etkili olmuşlardır.
Her ideoloji ve dinin mutlaka olmazsa olmaz bir tarih algısı vardır. Nasıl ki Marksizm ve Kapitalizm aynı zamanda birer tarih perspektifidir; nasıl ki Kur'an’ın üçte ikisi kıssalardır; muhafazakârlar da pozitivist tarih algısına karşı ve Kemalizmin tahripkâr politikalarını dizginlemek adına bu Batı merkezli alternatif açılıma sarılmışlar ve İslami yapılar da bundan etkilenmişlerdir. Milli Görüş hareketinden Nurculara ve tarikatlara kadar maalesef bu anlayışın izleri sürgit devam etmektedir. Sağcılaşmayı ve devlet gibi düşünmeyi kökleştiren en önemli saiklerden biri de bu algı olmuştur. Ama özellikle Abdülhamid’in müstebit uygulamalarını eleştiren son dönem İslamcılarının bundan önemli ölçüde beri olduklarını ve bunlarla aramıza fetret dönemlerinin girdiğini de görmek gerekmektedir. Mesela Abduh ve Reşid Rıza’dan yapılan çevirileri içeren Sebilürreşad'dan ne kadar istifade edebildi dönemin nesli? İskilipli Atıf'ın “Ahad haber itikatta delil olmaz.” söyleminden ne derece haberdar oldular? Bunlarla kopan ilişki olmasaydı, bugünleri çok daha önceleri yakalamak mümkün olabilirdi belki de. Devletçi algılardan bugün büyük ölçüde kurtulma azmi gösteren çevrelerin, bu tarih perspektifine ilişkin yönelimi de Kur'an merkezli bir mecraya sevk etme sorumlulukları halen gerekliliğini korumaktadır.
Sonuç
Çok partili dönem İslamcılar tarafından nimetlerinden istifade edilmesi gereken bir özgürlük ortamı olarak görülmüştür. DP’ye verilen destek ise şerhli olmuştur. Yeri geldiğinde onu da acımasızca eleştirmişlerdir. İslami taleplerin çok parti döneminde entegrasyona uğramasından değil; aksine İslami talepler sayesinde Müslüman halkın sağcılaşma ve entegrasyon tecrübesinin geciktirilmiş olmasından söz edilebilir. DP’ye abartılı övgülerde bulunan yaklaşım sahiplerini bir kenara koyacak olursak, 1950’deki seçim zaferi bile DP’ye değil, millete atfen değerlendirilmiş ve “milletin zaferi” olarak nitelenmiştir. Bu dönemin etkili yayın organlarından Sebilürreşad, dönemin açılımlarının ve Müslümanların İslam merkezli vakarlı duruşlarının örnekleriyle doludur.
Said Nursi’nin ise üç Said döneminde de merkezine aldığı “istibdat-özgürlük” ikilemini, bu dönemde de işlediği görülecektir. Hatta Nursi, “özgürlük” meselesini özsel-akidevi bir olgu olarak ele almıştır. “İslam kafile-i beşere bunu icbar eder…” (İslam insanlığı özgürlüğe zorlar.) sözüyle de döneme ilişkin açılımlarını bu temel kaide üzerine oturtmuştur. Eşref Edip’le Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakim dönemlerinden beri dostlukları bulunan Nursi hakkında, Eşref Edip’in kaleme aldığı iki de eser bulunmaktadır. Bu vesileyle döneme ilişkin serdedilen fikirlerde yakınlıkları söz konusudur. Edip’in öne çıkan polemikçi yönünde gazeteciliğinin de etkisi vardır. Mezkûr dönemde Sebilürreşad, Nursi’nin tüm mahkemelerini ve savunmalarını dergiye taşımış, hatta bu yüzden çeşitli cezalara da çarptırılmıştır.
Said Nursi, döneme ilişkin fıkhi açılımlarında “makbul devletin vahye istinad edeceği, ancak mükemmel insan olmadığı gibi, mükemmel devletin de var olmadığı”ndan hareketle “müspet hareket” kavramını öne çıkarmıştır. DP’yi iktidarda tutmak için ‘mecburen’ siyasete baktığını belirterek, bu tavrının “siyasi değil, Kur’an menfaati ve İslamiyet için olduğu”nu belirtmiştir.
Nursi, darbeci eğilimlerin ayyuka çıktığı döneme kadar, Nurcuları demokratlara yardımcı olarak değil, demokratları Nurculara yardımcı olarak gördüğünü belirtmiş; halkçıların (CHP) çukuruna düşmek istemiyorlarsa İslam’a hizmet etmek zorunda olduklarının altını defaatle çizmiştir. “Maslahat” kavramına önem vermiş; DP’nin son dönemlerinde düşürüleceği duruma binaen talebelerine destek vermeleri uyarılarında bulunmuş; bunu da “Dine hizmet için bu dönemde siyaset yapılabilir.” şeklinde açıklamıştır. “Muharrik gücün siyaset değil din aşkı olması gerektiği” yönündeki uyarılar, o dönemin tüm İslamcılarında mevcuttur. Yüzde 60-70’e ulaşmadan siyaset topuzunu (iktidar amaçlı hareketi) maddi kuvvetler eşliğinde kullanmanın zararına değinmiş; toplumun bu hususta hazır olmadığını, cehalet, imani ve itikadi bozukluklarının asıl problem olduğunu belirtmiştir.
Nursi, “İttihad-ı İslam” meselesinden komünizme karşı Ehli Kitapla ittifaka; Anayasadan “devletin dini-toplumun dini” ayrımına; laiklik konusundan “müspet milliyet” ve Kürt sorununa kadar pek çok konuda fikirler serdetmiş; sürekli olarak devlete karşı “temel hak ve hürriyetler” konusunda tavizsiz bir söylemi takip etmiştir. Ümmetçi bir perspektifi sürekli dillendirmiş, bağımsızlık hareketlerinden aldığı ilhamla “İslam Ülkeleri Konfederasyonu” ve Kürt halkının problemlerinin çözümüne ilişkin de projelerini bu dönemde daha da geliştirmiştir.
Bu dönem, İslamcıların birbirlerinin din anlayışlarını sorguladıkları değil, Kemalist-pozitivist-materyalist oligarşik yapılara karşı ittifak oluşturdukları bir zaman dilimidir. 1960’lar bu şartları değiştirecek; küresel ve yerel gelişmelerin oluşturduğu hızlı toplumsal-ideolojik değişimler İslami kesimlerin kendilerini ve yeni nesilleri koruma çabalarına endeksli yaklaşımlarının, dinî meşruiyet ekseninde sistemle buluştuğu bir mecraya evrilecektir. Bunda 50’lerde üretilen fıkhi çabaları dogmalaştırma ve aşamamanın etkileri olduğu kadar, çift kutuplu dünyada yer almanın getirdiği zorluklar; hızlı değişimlere ayak uyduramamanın verdiği içe kapanmalar; kaynak eserlerin yetersizliği ve tehlike olarak addedilen zıt toplumsal gruplar karşısında devletçi-sağcı söylemin oluşturduğu yalancı güven ikliminin de etkisi vardır. Yaklaşık 35-40 yıllık bir sürece damgasını vuran bu dönemlerin üretimlerinin günümüz şartlarında daha bir sorgulanır olması, gerek ulusalcılığın gerekse din algısının özeleştirel bir tarzda tartışılıyor olması, ileriki dönemde siyasal süreçler menfi yönlere kanalize bile olsa, halkın ve İslami kesimlerin hanesine yazılmış olumlu adımlar olarak neşvünema bulmaktadır.
Sözün Özü
“Sağcı”, “devletçi” ve “entegrist” yönelimlerin 1946’dan itibaren İslamcılarda var olduğu ve kitlelerin devletle gönüllü bir işbirliğine zorlandığı anlayışını savunabilmek mümkün görünmemektedir. Bunun eksik, dönemin koşullarını okumayı göze almamış bir anlayış olduğunu belirtmek gerekir. Bu dönemin metinleri haksızlık ve adaletsizlik yapmaktan Allah'a sığınarak okunmaya çalışılmalıdır. Bu yapılabildiğinde kendimize şu soruyu sorabiliriz: “Bu dönemde halkın bilinci hangi düzeydeydi, sistem açısından ne gibi bir tehlike teşkil ediyordu da önü ezanla açıldı ve İslamcıların da zaaflı din anlayışı sayesinde sisteme entegre edildiler?!”
Batı ve ABD bloğunun içine girerken sistem bu açılımı yapmak zorundaydı ve göstermelik olarak yaptı da. Ama bu durum bile devrim yobazlarının çığırtkanlıklarını bir nebze olsun geriletmedi ve dönemin İslamcıları kendilerini mezkûr bürokrasi ve basının İslam düşmanlıklarıyla cebelleşmeye adadılar.
“Halkın ne gibi gücü, basireti ve yönelimi vardı da havuzun musluğu açıldı!?” diye yeniden sormak gerekiyor. Bunda bile ciddi manada zorlandılar ve "irtica" söylemlerini sürdürdüler. Osmanlı’nın ve yirminci yüzyıl başlarındaki İslam dünyasının kültürel mirasının taşıyıcıları konumundaki dönemin İslamcıları da kendi dinamik yapılarını halka yansıtmaya gayret göstererek, Müslümanlara alan açmaya, halkı irşad etmeye çaba gösterdiler. Ve bu dinamizm kimi zaman devlet tarafından kullanılmaya çalışılsa da bu, hiçbir kesim tarafından ulusalcı-Kemalizmin ne sağ ne de sol kanadına sunulan açık bir çek haline dönüşmedi.
Hem anakronizme düşmemek hem de bu insanların o dönemlerdeki çabalarına vefa gösterip bir dönemi anlamaya çalışırken dönemin koşullarını insaflıca ve derinlemesine değerlendirme çabası hassasiyetlerimizi artıracaktır. 28 Şubat sonrası İslami camiaların kendilerini bu yeni sürece ilişkin fıkhi açılımlar içerisine sokmalarıyla mezkûr dönemin çok da farkı olmadığı söylenebilir. (Hatta çok daha çetin ve ciddi bedellerin ödendiği uzunca bir zulümat döneminin ardından gerçekleştiği için, daha anlaşılır bir tarihî kesittir.)
Bizim avantajımız, köprünün altından çok suyun akmış olması ve tecrübelerimizdir. Eğer gerek farklı İslami yapılanmalar, gerekse gayrı İslami unsurlarla ahlaki bir düzlemde buluşmak, ciddiye alınmak, üzerlerinde etkili olmak, diyalog kurabilmek istiyorsak, sol kesimlerin içine düştükleri gibi kalıpsal ideolojik yaklaşımlar ve sorgulanması ertelenen galat-ı meşhurlarla değil, yaşanmış tecrübelerin hakkını teslim ederek, bunları ilk elden inceleyerek sorgulamayı denemeliyiz. Bu tutum, farklı toplum kesimlerini anlamaya çalışma, haklarını teslim etme, gereğince eleştirebilme ve değişimi gözlemleme gibi menfi açılımları beraberinde getirecektir. Ayrıca merhamet boyutumuza da destek sağlayacak, insaf terazimizi güçlendirecek, vahiy merkezli bir hoşgörü mekanizmasıyla hareket kabiliyetimizi sorumluluklarımız eşliğinde besleyebilecektir. Kendi dönemimize ilişkin hakiki/sahici ve sahih tevhidî açılımlar da dondurulmuş/kalıplaştırılmış okumalar üzerinden değil; hayatı ve değişim/dönüşümleri kendi mecralarında okumaya gayret gösteren, geniş kesimlerin maslahatları adına bunları yorumlayan bir anlayışla gerçekleşebilecektir.
EKLER
ATATÜRK İNKILÂPLARI DİDİKLENİYOR!
Ezanın Arapça okunacağını öğrendiğim bu sabahtan beri perişan bir halde olduğumu sizden niye gizleyeyim? Etime bıçak saplansa bir damla kanım çıkmaz... Atatürk inkılâpları didikleniyor... İçimi derin bir ümitsizlik kapladı... Kara kara düşünüyorum... Tüylerim diken diken oluyor... (Kemal Zeki Gençosman, Ulus Gazetesi)
***
MİLLETİN DİNİNİ, İMANINI DİDİKLEDİNİZ!
Allah sizi işte böyle perişan edecek. Yıllarca siz milletin canına okudunuz. Kalbine hançerler soktunuz. 'Allah' dedi diye zindanlara attınız. Allah da sizi şimdi bu hale düşürdü. Kanlarınızı şimdi böyle içinize akıtınız. Yirmi küsur sene milletin dinini, imanını didiklediniz. Moskofların yapamadığını yaptınız. Bu faziletli milletin imanını yere seremediniz, nasıl oldu da canlandı diye kıyametler koparıyorsunuz. Azabı ilahi tepenize indi, şimdi "İçimizi derin bir ümitsizlik kapladı." diyorsunuz. Evet, Allah sizleri böyle ümitsizliğe, yeis ve fütura düşürdü... Bütün zalimlerin akıbeti böyledir. Allah onları böyle kendilerine en çok güvendikleri bir zamanda hak ile yeksan eder. Ellerindeki kudret ve nüfuzu alır. Bu hale düşürür. (Eşref Edip'in Gençosman'a cevabı)
***
DİNİNİ PARTİNİN HİZMETKÂRI YAPMA!
Dinlerini, imanlarını parti alakalarının üstünde tutsunlar. Hangi partiye mensup olursa olsun, kalbinde iman taşıyan her Müslümanın şiarı bu olmalıdır. Dinini partiye satmamalı, parti taassubunu dinin üstüne çıkarmamalı, dinini partinin hizmetkârı yapmamalıdır. Partiye dinini hâkim kılmalıdır. (Eşref Edip)
***
ELİMİZDE OKUYACAK KİTAP YOKTU!
İlahiyat Fakültesinde 1954-1958 yılları arasında tahsilde bulunduk. Geldiğimizde, emin olun elimizde okuyacak kitap yoktu. Ne Arapça öğrenecek bir hocamız vardı, ne bunları kendiliğinden takip edeceğimiz kitaplar. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Arapça derslerine gittim. Arapça dersini veren hoca Alman idi. Dinler Tarihi hocamız Anna Marie Schimmel'di. Böyle olunca, 600 sene İslamiyetin bayraktarlığını yapmış bir devletin mensupları diyelim kendimize, bakayası addedelim, fakat bir tek tefsir, hadis profesörü çıkaramamışız. Tayyip hoca (M. Tayyip Okiç) rahmetli geldi de Allah'tan bu kürsüleri kurdu. Bizim gibileri adam etmeye çalıştı. (Prof. Dr. Mehmet Sait Hatipoğlu)
SAİD NURSİ’DEN
“Devlet ve iktidar, salt kuvvete dayanırsa maddi varlığa hükmeder; vahye istinad ederse vicdana ve kalbe de tesir eder. Makbul devlet vahye istinad edendir.”
“İttihad-ı İslam Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir.”
“Eski devrin belli başlı şiarı malûmdur. Demokratlar, bekalarını temin etmek isterlerse, tamamıyla bu şiara karşı bir siyaset takib etmeleri icab eder; bir taraftan komünizme karşı şiddet, diğer taraftan dini ve din ehlini himaye. Açıkça ve mertçe bu yolda yürümek mecburiyetindedir. Bu hususta göstereceği, en ufak bir zaaf yahut en ufak bir samimiyetsizlik onu Halkçıların çukuruna düşürür.”
“Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden Cumhuriyet hükümeti ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin.”
“Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yâni hürriyet-i vicdan düsturiyle dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telâkki ederim.”
“Halık-ı Hakimî olan yaratıcı, hikmetini yarattıklarında da tezahür ettirdiğinden, ‘hikmet’ ve ‘hikmetin müessesesi’ olan ‘hükümet’, kâinatta, insan yok iken de vardı. İnsanların hükümetine, insanî düzenin kendisi ve kurucusu anlamında ‘devlet’ denilmiştir. İrade ve teklif sebebiyle bir insanın bütün faaliyetlerinin fıtrata ve İslam’a uygun olması mümkün olmadığı gibi, bu, bir devlet için de mümkün değildir.”
"İçtihada ehliyetli olan herkes, kendi nefsi için içtihad yapabilir; bu içtihadı yalnız kendisini bağlar, teşri’ edemez, müctehid olabilir, müşerri olamaz..."
SAİD NURSİ’DEN
“…Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik …”
“Şefkat-i vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise onlara müteallik yedi sekiz masum, biçare çoluk çocuk, zaif, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse masumlar belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz daha az zarar görecek.”
“...(İçinde yaşadığımız) asırda gaddar medeniyetten neşet eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye (ırkçılık damarı) ve umumi harpten gelen istibdad-ı askeriye (militarist baskı) ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye (güç kullanarak) ile müdafaa etse ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak... Çünkü mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı adi bahanelerle vurur, perişan eder.”
Said Nursi'nin "vatanın birliği" ve "bölünmezliği" gibi ilkeleri esas alarak ve bu ilkelere taparak insanların hak ve hürriyetlerinin çiğnenmesine eleştirisi:
“Siyaseti beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi (anayasa maddesi) olan ‘selâmet-i millet için fenler feda edilir. Cemaatın selâmeti için eşhas kurban edilir, vatan için her şey feda edilir...’ Bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden kaynaklanmıştır. Bu kanun-u esasiye-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi (belli bir sınırı) olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harbi umumi bu gaddar kanun-u esasinin su-i istimalinden çıkıp bin sene(lik) beşerin terakkiyatını zir-u zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına (da) fetva verdi. Bir menfaat-ı umumi (kamu yararı) perdesi altında şahsi garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti...”
ATATÜRK’ÜN ÖLÜSÜNDEN DE Mİ KORKULACAK?
Atatürk'ün, İnönü'nün yaptıkları hiç tenkit olunmayacak mı? Dirisinden korkuluyordu; ölüsünden de mi korkulacak? Bir çeyrek asır bu milleti inim inim inleten, Cumhuriyet maskesi altında en müthiş istibdat ve zulüm içinde kıvrandıran, nice masumları astıran, boğduran kimlerdi? Mekteplerde din derslerini kaldıran, bütün din müesseselerini seddeden, din ehlinin kökünü kurutan, Ezan-ı Muhammediyi men eden, Allah'ın isimlerini ananları zindanlara atanlar kimlerdi? Çankaya'nın kapıcıları mı yoksa Halk Partisinin odacıları mı? (Dönemin ilk Atatürk eleştirisi… Eşref Edip)
CAMİLERİN BAŞINA GELEN
“...Bahçekapı'da Nidayet Camii’ni Türk Ticaret Bankası'nın kokuşmuş deri deposu yapan; Mercan'da Sultanhanım'ın Samani Sani Camii'ni Ermeni ve Yahudilere veren, minaresini fabrika bacası haline getiren; Unkapanı’ndaki camiyi Yahudi lastik tamirhanesi yaptıran; Cerrahpaşa'daki Şemseddin Molla Camii'nin tabanlarını söktüren, odun deposu yaptıran; Tahtakale'de Saması Evvel Camii’ni paçavra deposu haline sokturan; Şehzadebaşı’ndaki Burmalı Mescit denilen ve minaresi dünyada emsali bulunmayan camiyi marangozhane yaptıran; Dolmabahçe Camii’ni müze haline getiren; Şehremini’nde halk evinin karşısındaki camiyi, karşısındaki CHP'yi ziyaret esnasında ‘Halk Partisi'nin şerefini ihlal ediyor, kaldırın!’ diye Halk Parti başkanı Ahmet Bican'a emir veren; Göksu Kasrı karşısında Sultan Aziz Camii’nin bir akşam keyfi sırasında kaldırılmasını emreden, mihrabını dans salonu haline getiren; Heybeli Camii’ndeki ezan sesinden rahatsız olarak yıkılmasını emreden; Balat'ta Muhiddin Hamamî Camii’nin mihrabını demirci ocağı yaptıran... Çarşıkapı’daki Pirî Camii’ni Kalıpçı İstafan'a veren kimdi?” (Eşref Edip)
***
ŞÂRİ ALLAH’TIR, PEYGAMBER DEĞİL!
“Bir defa İslam dini ‘Peygamberin yaptığı ahlaki telkinlerden ve tavsiye eylediği vazife ve ibadetlerden’ ibaret olmak suretiyle tarif olunamaz. Peygamber de cinsi beşerden bir insandır. Onun mümtaziyeti Allah'ın resulü, peygamberi oluşundandır. Bu haysiyetle onun tebliğ ve telkinlerinin menşei ve masdarı Allah Taâlâ’dır. Şâri Allah'tır. Peygamber şeriatın beşiri ve neziridir. Sünnet vesair edille ise, Şâri-i Â'zamın yani Allah Taâlâ'nın tebligat ve evamirinin beyanıdır, izahtır, onun emirlerine davet ve nehiylerden kaçınmayı tavsiye ve iblağdır. Yoksa İslam dinini vâzıı ve şârii Peygamber değildir.” (Eşref Edip, Başbakan Ş. Günaltay'a cevaben)
***
LAİKLİK, DİNİ BASKI ALTINDA TUTMAK İÇİN BİR MASKEDİR!
“Hani ya din ile siyaset ayrıdır? Hani ya hükümet laiktir, din işlerine karışmaz? Bunlar laf! Ne din ile siyaset ayrıdır, ne de hükümet laiktir ve din işlerine karışmıyor!... Hükümet din işlerine pekâlâ karışıyor. Din ile siyaset katiyyen ayrılmış değildir. Laiklik bir maskedir! Dini baskı altında tutmak için, dini bir inkışafa, dini müesseselerin açılmasına meydan vermemek için bu maske kullanılmaktadır... Eğer din ile siyaset ayrılmış olsaydı, Diyanet bütçesinin Meclis'te işi ne? Diyanet reisinin din işlerine dair, Meclis'te hesap vermesinin manası ne? Diyanet Riyaseti, Başbakan'ın emri altında Müdüriyet-i Umumiye halinde resmi bir dairedir. Eli ayağı bağlıdır. Din müesseseleri açamaz. Hatta İmam Hatip mektebi bile açmaya selahiyeti yoktur." (Eşref Edip)
***
163. MADDE…
"Sonra anlaşıldı ki Halk Partisi, Demokrat Parti ile anlaşarak bu kanunu (163. Madde) Millet Partisi'ne karşı icabında kullanılacak bir silah olmak üzere hazırlanmıştı. Çünkü Millet Partisi hakiki surette din hürriyetini temin edeceğini ve vicdan hürriyetine aykırı bulunan bütün antidemokratik kanunları kaldıracağını programına ilave etmesi dolayısıyla halkın teveccühünü kazanmıştı... Nitekim son hadiseler ve Demokratlarla Halkçıların laiklik nikâbına bürünerek Millet Partisi'ne müttehiden ve müştereken tecavüze geçmeleri bu hakikati açıkça ortaya koydu..." (Eşref Edip)
***
MİLLİYET DÜŞÜNCESİ İSLAM’IN YERİNE KONMAMALI!
"Şu müsbet milliyet düşüncesi İslâmiyet'e hizmetkâr olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet'in verdiği kardeşlik içinde bin kardeşlik var; beka âleminde ve berzah âleminde o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için milli kardeşlik ne kadar da kuvvetli de olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine koymak; aynı kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak türünden ahmakça bir cinayettir… Milliyet fikrinde (millet ve köken taraftarlığında) nefse ait bir zevk, gafletli bir lezzet, uğursuz bir kuvvet var. Onun için şu zamanda sosyal hayatla meşgul olanlara, milliyet fikrini bırakınız, denilmez. Milliyet fikri, şu asırda çok ileri gitmiş. Özellikle dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar." (Said Nursi)
Kaynakça
Fahrettin Gün, Sebilürreşad Dergisi Ekseninde Çok Partili Hayata Geçerken İslamcılara Göre Din-Siyaset ve Laiklik (1948-1954), Beyan Yay., 1998, İst.
Eşref Edip, CHP ve Din (1948-1960), Beyan Yay., 2005, İst.
Eşref Edip, Kara Kitap, İnternet siteleri.
Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye I. Dini Yayınlar Kongresi, 31 Ekim-2 Kasım 2003, Ank.
Necdet Subaşı, Ara Dönem Din Politikaları, Küre Yay., 2005, İst.
Ensar Yılmaz, Yakup Kadri’nin Romanlarında Türkiye’nin Toplumsal Değişim Süreci, Birey Yay., 2008, İst.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yay., 8.baskı, 2007, İst.
Risale-i Nur Külliyatı Dizisi (Hutbe-i Şamiye, Şualar, Mektubat, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası, İşaratü’l-İ’caz, Muhakemat, Divan-ı Harbi Örfi) İnternet kaynaklı.
Bahadır Kurbanoğlu, “Yakın Dönem Din-Devlet İlişkileri”, Haksöz Dergisi, Sayı: 206, Mayıs 2008.
Köprü Dergisi’nin web sitesinden Said Nursi’nin görüşleriyle alakalı makaleler.