Hayatı güzel kazanımlar eşliğinde anlamlandırmak, çoğu zaman zorluklara göğüs gerebilmeyi ve mücadele vermeyi zorunlu kılmaktadır.
Direnerek arınmak ve özgürleşmek, bizim kimlik ve kişiliğimizin en temel öğesidir. Sürekli korkmak ve kaçmak ise; yenilgiyi, düşkünlüğü ve hatta onursuzca yaşamayı, hayat içerisinde daha baştan kabul etmek demektir.
Ulaşmak, üzerinden atlamak, yükseltmek istediğimiz çıtanın, durmadan gözümüzde büyümesi, bizi ürkütmesi gibidir bu. İflah olmaz bir edilgenlik marazıdır. Korkudan korkmaktır. Dikeni var diye gülden uzaklaşmaktır; göze alamamaktır sarp yokuşa tırmanmayı...
Halbuki yaşamak, son derece ciddi bir iştir. O bizim biricik sermayemizdir. Taşıdığımız en değerli emanettir. "Sol memenin altındaki cevahir" solana, kararana kadar, onu bir bomba gibi göğsümüzde, dilimizde ve elimizde taşımayı önemsemek, özlemek gerekir.
Kaldı ki korktuklarımız, kaçtıklarımız daha da palazlanarak, önümüzde ve gözümüzde daha da büyüyerek karşımıza çıkacaktır. Bu hep böyledir. Kolay ulaşılan şeyler, genellikle kolay yitirilir. Bedel ödemek ehemmiyetlidir ve mücadele; bilinçli iradenin eyleme inkılap ederek somutlaşmasıdır. Bu ışıltının, bu zindeliğin olmadığı yerde her şey dumura uğrar ve insanlık değerleri zulme ve zorbalığa boyun eğerek körelir.
insanoğluna bahşedilen bilince ulaşma ve sorumluluk yüklenerek mücadele etme yetisi bir bakıma inanca hamlederek tarihin en merkezi öznesi olmuştur. Bu; hayatı kurmak, onun üzerinde tasarruf ve inisiyatif sahibi olmak demektir. Bu anlayışın yeterli bir birikime ulaşamadığı ve örgütlenemediği durumlarda, egemenlerin/zalimlerin ve ezilenlerin/mazlumların belki sadece adları değişecektir. İnsanlığın ortak geçmişi dediğimiz tarih her yönüyle buna şahittir: Üzerlerinde kamçıların, kırbaçların sakladığı terli ve kara vücutlar, prangaya vurulmuş eller-ayaklar, ömrü taş taşımak ve yontmakla geçmiş köleler, her şeyini efendisine, ağasına, patronuna satmış ırgatlar, "zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan" yoksul emekçiler, alınıp satılanlar, harem mahkûmları, kürek mahkûmları, şehri ürküten dilenciler, herşeyi talan edilmiş biçareler, zihni ve yüreği uyuşturulmuş safdil müritler, sunaklarda parçalanan kurbanlar, enselerinde giyotinin ya da boğazlarında yağlı ilmeğin korkusuyla insanlıklarını yutkunan zavallılar... Ve günümüzde horlananlar, kınananlar, elleri, avuçları ve cepleri boşaltılanlar, bordro mahkûmları hatta kravatlı müztaz'aflar her zaman yaşadıkları toplumun ekseriyetini oluşturmuşlardır. Fakat değiştirme yerine imrenip özenmeyi, sorgulama yerine kutsayıp kanıksamayı, direnme yerine boyun eğip dilenmeyi tercih edenler; her zaman hayatın taşrasına itilecek ve omuzlarındaki yüklerden, zincirlerden, buyruklardan, egemenlerden kurtulamayacaklardır.
Özgürlük, belki de en çok bilincin ve direnişin çocuğu; izzetin ve adanmışlığın armağanıdır!
Yaşadığımız günler de, direnmekten/dövüşmekten kaçan ya da onu hiçbir haliyle düşünüp beceremeyenlerin kolayca ve olumsuz anlamda dönüştüklerine, döndüklerine, değişiverdiklerine tanıklık etmektedir. Hatta ciddi anlamda bir zorluk ve saldırıyla karşılaşmadan; dünyevileşme, dünya metaına ram olma zaafı bile insanları kolayca esaret altına almaktadır. Bu ortam içerisinde "Allah'ın razı olacağı bir ticareti ummak" ise, "hayatın yükü" altında boğulmakta, anlam ve değer kaybetmektedir.
Risksiz, çilesiz, bedelsiz bir İslâmî hayat yaşama arzusu, dünyaya ölçüsüzce bağlanmayı ve ölümden korkar hale gelmeyi içten içe beslemektedir. Her alanda "çoklukla övünme" arzusu, en yüce ve temiz hedefleri, yönelişleri bile zamanla ifna etmektedir. Ebuzer gibi konuşup Karun gibi yaşamak; yaman bir çelişki olarak değişik mazeret ve izahlar eşliğinde temel bir davranış kalıbı olmaya başlamış bulunmaktadır. Çözülüş ve umutsuzluğa başat olarak palazlanan kapitalist egoizme dayalı mülkiyet ve güçlenme anlayışı, İslâmî değerleri de hayatımızda bir "garnitür" mesabesine düşürmektedir.
Savaşım vermesi gerekenlerin ve safını belirleyemeyenlerin başkasına; "Sen ne yapıyorsun?" demeye hakları yoktur. Dağların, sarp kayalıkların eteğine tutunmuş küçük çakıl taşlarının ömrü, rüzgârların merhametine, insafına kalmıştır. Ve "Gel ey zulüm! Zulmün ta kendisi!" diyebilmek; bilinçli bir tercihin, uzun soluklu bir sebatın, saflarını terkedenlere mukabil kurşunla kaynatılmış binalar gibi sapasağlam durabilme erdemliliğinin ürünüdür,
"De ki: 'Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir" âyeti müslümanın andıdır. Ve bu misak onu her sabah, hayatın içine sıkılmış bir yumruk gibi atılmaya sevkeder. Bismillah diyebilmek, bizim en sahih umut kaynağımızdır ve biz her şeye rağmen "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferin bağrına mukavim bir ilmek daha atarız. Her gün yüzleştiğimiz hayat, her gün çoğalttığımız aydınlık; inancımızı, irademizi ve ayaklarımızı kavı kılıp yürüyüşümüzü güzelleştirir.
Evet... Dövüşenler, birkez ölürler belki. Fakat korkup kaçanlar her gün ölürler!..