Günlerdir süren bombardıman nihayet son bulmuştu. Kömür karası toz bulutundan görünmez olmuş sokaklarda pür telaş koşuşturan insanlar yoktu. Birbirinin ardına ağıt yakacak kimse kalmamıştı çünkü. Vahşinin eli uzanmaz belki buralara diye doluşmuşlardı sığınaklara. Kulakları tırmalayan bombaların sesi öylesine yakındı ki, titreyen bebeler buz kesmişti. Analarının koynunda gözleri yumuk öylece bekliyorlardı. Korkunun ve dehşetin dondurduğu bedenler çok geçmeden tam ortalarına düşen füzeyle darmadağın oluvermişti. Ardı ardına atılmıştı füzeler besbelli. Birincisi sığınağı delen, ikincisi bedenleri kavuran iki füze. 500 dereceye varan sıcaklık, tanınmaz hale gelesiye eritmişti her bir masum canı. Sadece çocuklar ve analar vardı orada. Savaşın bedelini yanan, eriyen bedenleriyle ödeyen çocuklar ve analar. Güneşin tatlı sarısına hasretken gözleri bir füzenin aleviyle katran karası oluvermişti. Birbirine yapışarak erimiş vücutlar iki büklüm senliydi oracıkta. Buhar olup toz bulutuna karıştı bedenler, göğe doğru ağdı her biri, hesap görüleceği gün şahitlik etmek için...
Sinsi pusularla yol alan murdar haraminin katliamına, sessizliğiyle ortak olmuştu objektifler. Söze, kaleme dökülemeyen görüntüler fotoğraf karelerinden haykırıyordu Amerikan vahşetini. Amerika'nın Körfez Savaşı'nda Irak'ta bombaladığı sığınakların görüntüleriydi bunlar. Füzelerin gönderildiği topraklar çok uzaklarda da değildi üstelik. Hemen yanı başlarında bir başka kardeş halkın yaşadığı topraklardan halı bombardımanıyla yağdırılmıştı füzeler. Üslerini, celladına teslim ederken kotaracağı kredinin hesabıyla zafer sarhoşluğu yaşayan işbirlikçilerin topraklarından yağdırılmıştı. Daha önce de dünya Vietman'da, Hiroşima'da, Afganistan'da, Filistin'de tanık olmuştu bu gözü dönmüşlerin vahşetlerine, katliamlarına. Hiç kimse yadırgamadı belki de bu resimleri gördüğünde, alışıldık manzaralardan biriydi işte. Ya bombalardan kurtulanlar. Onlar bir füzenin alevinden kaçarken mayın tarlalarında can pazarındaydı. Bastığı mayının parçalarına, bedenlerinden kopan parçalar karışıyordu onların. Ölen bebeğinin mosmor olmuş bedenini günlerdir kucağında taşıyan bir ana, kimselere teslim edemediği bebesinin kokmaya başlayan bedenine sımsıkı sarılmış yol alıyordu. Ve aylarca ve hatta yıllarca süren açlık ve yokluk. Bir sığıntı gibi yaşamanın verdiği ezikliğe çaresizce katlanan analar, kadınlar. Ve her gün açlıktan ölen bebeler, çocuklar...
Şimdi ABD yeni bir katliama daha imza atmaya hazırlanıyor. Adım adım yaklaşan işgal bedelini çoğunluğu masum kadın ve çocukların ödeyeceği bir insanlık dramına daha zemin hazırlıyor. Kaybettiği prestiji(!) yeniden elde etme peşinde olan yeryüzünün yeni Firavunu, Ortadoğu'yu işgale çalışıyor. Üstelik de tüm dünya artık bu işgalin karşısında olduğunu haykırırken. Tüm dünyaya meydan okuyan bir küstahlıkla yol alıyor. Amerikan emperyalizminin ne olduğunu artık iyice belleyen dünya halkları bu işgalin karşısında etten bir duvar olarak duruyor ve milyonlar artık sömürüye, katliamlara ortak olmak istemiyor. Amerika'dan İngiltere'ye, Fas'tan Endonezya'ya, Japonya'dan Mısır'a kadar tüm duyarlı ve erdemli insanlar büyük bir infial halinde.
Bu bağlamda 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle de dünya yine Amerika karşıtı kitlesel eylemlere tanık oldu. Savaşın acısını çekecek kadın ve çocuklar için harekete geçen insanlar Amerika'ya "DUR" çağrısında bulundu. Bu eylemliliklerde sergilenen duyarlılık, toplumun hemen her kesiminden insanın bu savaşın karşısında olduğunu göstermesi açısından anlamlıydı. Ancak unutulmaması gereken önemli bir husus var. Bu da olayları değerlendirirken tek yönlü bir bakış açısının sığlığında boğulup kalmamak. 8 Mart Kadın Platformu'nun, Abide-i Hürriyet Meydanı'nda düzenlediği mitingde atılan sloganlar bir haksızlığı dile getirirken başka bir yanılsamayı da dile getirmekteydi. "Ütüyü, kocayı bırak, çık sokağa özgürleşmeye", "Erkekler dışarı" gibi sloganlarla öne çıkan bu yanılsama, bu düşüncenin zaaflarını da ortaya koyuyordu. Yıllardır erkek egemen zihniyetler yüzünden ezilen, haksızlığa uğrayan, bedensel gücün bir üstünlük aracı şeklinde kullanılmasından kaynaklanan zulümlere muhatap olan kadınların, bu insanlık dışı durum karşısında yükselttikleri hak arama mücadelesi önemli bir adımken, bu mücadeleyi yürütmek için benimsenen söylem aynı zihniyetin bir başka şekle bürünmüş hali olarak çıkıyor karşımıza. Erkek egemenliğine karşı kadın egemenliğini savunmak, erkeklerin kadınları istemediği ya da hor gördüğü bir dünyada aynı bakış açısıyla erkekleri istememek bu haklı hareketi haksız ve basit bir konuma itmektedir. Kadınların çektiği sıkıntılar çok fazla. Ancak bir zulüm ve haksızlık varsa bu ne erkek olmaktan ne de kadın olmaktan kaynaklanmaz. Mesele zihniyet meselesidir. Zulmeden bir erkek ne kadar zalimse, zulmeden bir kadın da o kadar zalimdir. Ayrımcılığa karşı yürütülen mücadele başka bir ayrımcılığı doğuruyorsa bu mücadelenin ya da söylemin haklı olduğundan bahsetmek imkansızdır. Yaşanan olay ne olursa olsun olaylara bakış açımız bütüncül bir perspektiften uzak olursa çözümsüzlük kaçınılmaz olur. Aynı hatayı tekrarlayan sadece aktörleri değişen bir oyun sergilenmeye devam eder. Eğer hiçbir şeyin değişmesini istemiyorsak sadece oyuncuları değiştirmek yeterli olacaktır.
Kadın hakları konusu gerçekten uzun yıllardır süregelen bir açmaz. Kadın, gücü bir üstünlük aracı olarak telakki eden zihniyetlerin hakim olduğu hemen her devirde ezilen bir varlık olagelmiş. Özellikle Ortaçağ Avrupası'nda habis bir ur şeklinde görülen, değerlendirilen ve toplumdan dışlanan kadının çektiği sıkıntılar, bir kaç yüzyıl öncesine kadar Batı'da kadının nasıl ezildiğinin bir göstergesi. Bu ezilmişlik ve yok sayılmanın meydana getirdiği öfke ile çıkış yolu arayan kadınların son durağı ise yine Batı'da Aydınlanma'yla birlikte feminizm olmuştur. Temelde yaşanan haksızlıkları önlemeyi hedefleyen, Ortaçağ'ın baskı ve eziyet dolu günlerinden sıyrılmaya, silkinmeye çalışan insanların oluşturduğu bu hareket ne yazık ki sığ bir bakış açısı ve öfkenin meydana getirdiği duygusallığın esiri olmaktan öteye gidememiştir. Erkek egemen bir toplum yapısının bezdirdiği kadınlar, feminist hareketle birlikte kadın egemen bir toplum yapısının özlemi içine girmiş durumdadır. Farklı düşünceler ve fraksiyonlar olmakla beraber genelde erkeklerin hakimiyetine karşı kadın dayanışması şeklinde sürdürülen kadın hakları mücadelesinde, toplumu bir bütün olarak algılama ve çözüm üretme noktasında ciddi bir adım atılabilmiş değil. Aksine şikayetçi oldukları pozisyonun bir başka versiyonunu yaşatma gayreti içindedirler. Bu yaklaşım fıtrata yabancı ve fıtratı ifsat edicidir. Nasıl erkek merkezli, ezen, zulmeden bir dünya haksızlık ve sapkınlıklara neden oluyorsa, tepkisellikle şekillenmiş kadın bakış açılı bir harekette aynı sapkınlıkla başka bir haksızlığa sebep olacaktır. Modern dünyanın sunduğu değerler içinde kadını erkekle eşitleme çabası vardır. Bu eşitleme insani haklan kullanma ve insan gibi yaşama noktasında bir eşitleme gayreti de değildir. 20.yy.'la birlikte netleşen yeni modern feminist bakış açısı Betty Friedan'ın dediği gibi "kadının doğasının erkekten farklı olmadığını" ileri sürerek kadına "geleneksel annelik ve ev kadınlığında kendini mutlu hissetse bile bunu yapmaktan vazgeçmesini" telkin eder. (Sivil Kadın, Ömer Çaha, Vadi Yay. 1996). Friedan'a göre fıtri özellikler hiçe sayılmalıdır, çünkü bu özellikler modern feminist düşünceye göre, kadını, toplumun dışında bırakan zararlı unsurlardır. Artık yeni dünyada kadın her ne şekilde olursa olsun kamusal alanda var olmalıdır. Bu varoluş onun için çok önemlidir. Onun özgürleşmesini ve birey olarak öne çıkmasını sağlayacak tek koşul her ne şartta olursa olsun kamusal alanda var olmasıdır. Kişiliği ayaklar altına alınıp sadece bir reklam metaı olarak kullanılsa da bu varoluş gerçekleşmelidir.
Geçenler de bir televizyon kanalında rastladığımız görüntü bize oldukça garip gelmişti. Bir spor programı, yapılan maçları değerlendiren 4 erkek, her biri hararetli hararetli konuşuyor. Maçlarla ilgili yorumlar yapıyor. İçlerinde uzun bir sandalyeye oturmuş, frapan kıyafetli bir de genç kadın var. Önce kadının da programda söz alacağını düşünerek bir süre izledim. Kadıncağız tek bir kelime etmeden sadece sandalyedeki pozisyonunu değiştirip bir zavallı gibi etrafına gülücükler atmaya çalışıyordu. Katlanması zor bu programı özellikle bu kadıncağız ne yapacak diye sonuna kadar izledim. Yaklaşık bir saat süren program boyunca büyük bir garabet örneği sergileyen bu kadından tek bir kelime duyamadım. Sonradan programa bu zavallının bir konu mankeni olarak oturtulduğunu anladım. İşte ne olursa olsun, hangi koşulda olursa olsun kamusal alanda yer alarak özgürlüğünü elde etmiş bir kadın prototipi.
Kadınların büyük çoğunluğu bugün haklarını iade etme vaadiyle onu kişiliksizleştiren modern değerler ile kültürel değerlerin bulanıklaştırdığı ve tahrip ettiği geleneksel din anlayışının arasında sıkışmış durumda. Geleneksel din anlayışını sorgulayan ama sorgulamanın ardından sahih bir anlayışı içselleştiremeyen kadınların çoğu modernizmi kurtarıcı bir mesih olarak kabullenmekte. Bu kabulleniş, dini, modernizme entegre etmeye ve sahih dini bu potada eritmeye çalışmakta. Bu noktada ifsat olmuş din anlayışının yerine ıslah edici sahih din anlayışını ortaya koymak önemlidir. Kadının maruz kaldığı haksızlıkları ortadan kaldırmak ve güçlünün egemenliğinde hüküm süren bir dünyanın adalete ve hakkaniyete kavuşabilmesini sağlamak için sahih bir din anlayışının çizdiği çerçeveyle hareket etmek tek seçenektir. Fıtratın gerçeklerini atlamadan, ifrat ve tefrite varmadan mutedil ve ölçülü bir yol tutmak sadece kadın konusunda değil hayatımızın hemen her alanında gereklidir. Kadın sorununu çözmek için erkek düşmanlığı yapmak ne dini ne de insani bir tavır değildir. Bu yüzden hem geleneği hem de modernizmi doğru okumak gerekmektedir. Adına geleneksel diyebileceğimiz tahrif edilmiş din anlayışı içinde bir fitne/fesat kaynağı kabul edilerek hor görülen ve toplumdan tamamen soyutlanmaya çalışılan kadın, modern hayatın içinde de özgürlük ve eşitlik söylemiyle kimliksiz, kişiliksiz bir varlık haline sokularak çölleştiriliyor.
Modern değerlerin kuşatması altında olmak elbette istenmeden de olsa bu değerlerden etkilenmeye kapı aralamaktadır. Yapılması gereken, eğrilmeleri fark ettiğimiz anda doğrulmaya çalışmak ve İslam'ı bir motif gibi değil bir kimlik olarak kabul etmektir. Modern dayatmanın her yanımızı sardığı bir dünyada ideal olanı oluşturmanın güçlüğü de gözardı edilmemelidir. İlahi buyruğun doğrultusunda bu sapma ve eğrilmelerden mümkün olduğu kadar arınmaya ve gördüğümüz çürüme ve ifsat karşısında sesimizi yükseltmeye çalışmamız gerekmektedir. Bir toplumda kadın ve erkek, farklı görev ve sorumluluklar üstlenen, üstlenmesi gereken, biri diğerinin tamamlayıcısı iki varlıktır. Yayılan talan ve sömürü düzeninde bu iki varlığa da çok iş düşmektedir. Kaybolup giden değerler insanlığın değerlendir. İnsanlık bir kaç firavunun gölgesinde ezilmek, eritilmek ve çürütülmek istenmektedir.
Emperyalist savaşın gerçekleştirdiği yıkım ve katliamlarda herkes acı çekmektedir. Ama bu savaşların açtığı yaralar en çok kadınları, anneleri vurmaktadır. Çünkü yaralanmış çocuğuna bakmak, mutfakta pişen aşı denkleştirmek konusunda kadın çok daha acılı ve özverili olmak durumunda kalıyor. Bazı acıları gündemleştirmek ve paylaşmak için bazı vesileler önemli oluyor. Bu vesilelerden biri de tabii ki 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'dür. Özgür-Der, 8 Mart Kadınlar Günü vesilesiyle her yıl anlatmaya çalıştığı Kur'an'ın tanımladığı kadın profilini düzenlediği toplantılarda gündemleştiriyordu. Bu sene Özgür-Der, 8 Mart'ta Iraklı, Filistinli ve tüm diğer mustezaf kadınlarla dayanışma amacıyla İstanbul ABD Başkonsolosluğu önünde gerçekleştirdiği emperyalist kuşatma, saldırı ve sömürüyü protesto eylemiyle bir tanıklığa daha adım attı, Özgür-Der'li kadınların bu etkinliği ve tüm dünyada ortaya konan bu türden eylemlilikler, kapitalist zulme karşı gündemleşen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü kapitalist yaşam biçiminin ve seküler felsefenin teslim alamayacağının da bir ifadesiydi.
Zalim zulmünü tek taraflı sürdürmüyor. Zalim, ezmek için yola çıktı mı ne kadın ne de erkek olduğuna bakıyor. Kadın da erkek de insandır. Öncelikle insanın değeri üzerinde durulmalı ve üstünlüğün ancak takvayla olduğu bilinciyle hareket edilmelidir. İnsan olarak erkeğin de kadının da değeri ve saygınlığı bilinerek zulümlere, işgallere ve sömürüye karşı tek yürek olup haykırmak gerekmektedir.