Tarafsız gözle dünya tarihine bakan bir kimse, şu gerçeği hemen fark edebilir: Dünya tarihindeki en sürpriz olay İslam’ın ortaya çıkmasıdır. Zira o zamanlar, Roma sadece askerî ve ekonomik değil, kültürel alanda da hâkimiyetini kurmuş bir süper güçtü. Bir süredir Hristiyanlığı benimsemiş ve hatta Hristiyanlık dinini, kendi yönetim şekline uydurmayı da başarmıştı. Büyük nüfusu Hristiyan’dı ve kilise krala destek veriyordu. Çöllerden ibaret Arap diyarında yeni bir din ve peygamber çıktığı zamandan yüz yıl öncesine kadar benzer sorunlarla boğuşuyordu. Son olarak Arius denen bir Hristiyan papaz Kuzey Afrika’da isyan başlatmış, büyümüş ve neredeyse Kudüs’ü ele geçirmişti. Roma ordusu barbar yöntemler kullanarak tüm Ariusçuları kılıçtan geçirip yazdıklarını imha etse de Roma mahkeme kayıtlarından bazı ipuçları bulabiliyoruz. Ariusçuların söyleminin temelinde yatan mesaj ve kendilerine suçlama yapılan olgu, Hz. İsa’nın Allah’ın kulu elçisi olduğu, Allah’ın bir ortağı olmadığını iddia etmeleriydi. Bir başka deyişle Roma’nın çölde çıkan ve benzer söylemlere sahip bir dinî hareketi nasıl susturacağı konusunda tecrübesi de vardı. Batı açısından tarih, hiç de umulan gibi ilerlemedi. Tarih sürprizlerle doludur.
Öte yandan Persler, birkaç binyıldır bölgede kurumsal bir devlete sahipti. Askerî ve ekonomik gücü yanı sıra, başta edebiyat olmak üzere, kültürel alanda tam hâkimiyetiolan, bugünkü İran ve Hindistan’ı içine alan bir havzadan bahsediyoruz. Savaşlarda kullandıkları filler ve sarp coğrafyaları ile Roma karşısında aşılmaz bir duvar oluşturuyorlardı. Persler Mecusi, Hindu ve Budist akımlar yanında birçok pagan dini içinde barındıran bir medeniyetti. Tüm bunların ötesinde Roma ile savaşmaya hazır halklara sahipti; bu ezelî rekabetin sosyolojik bir karşılığı da vardı.
Pers-Roma rekabeti sonucu bazı çatışma alanları oluştu. Başta Arap çölleri ve Anadolu’ya kadar uzanan Mezopotamya bu çatışmanın hattıydı. Şehirler zaman zaman el değiştirir, irili ufaklı savaşlar sürekli yaşanırdı. Bu çatışma dönemlerinde, doğunun mallarını batıya taşıyan tüccarlar, İpek Yolu’nu değil, Baharat Yolu’nu tercih ederlerdi. Arap çöllerinden geçmekle mümkün olan bu güzergâh rehbersiz geçilemezdi. Mekke ahalisi de bu rehberlik görevi sayesinde geçimlerini sağlarlardı.
Yukarıda bahsettiğimiz rekabet açısından Arabistan, ikinci derece önemliydi ve pek jeopolitik sayılmazdı; İpek Yolu daha önemliydi. Üstelik Arabistan’da ordu barındırmak ve savaşmak çok riskli bir şeydi, çöl şartları zordu.
Bu açıdan baktığımızda Arabistan, rekabet halindeki iki süper güç arasında, neredeyse hiçbir gelişmişlik emaresi göstermeyen, ataerkil aile ilişikleri ile yönetilen kabilelerden ibaretti. Üstelik bu kabileler, sonu gelmeyen kan davaları ile sürekli savaş halindeydi. Dünya tarihi tecrübesinden ayrı bir şekilde, gerçekten sürpriz olarak İslam medeniyetiortaya çıkıverdi. Antropolojik bir gelişim sürecinden geçmeden, üstelik sadece elli küsur yılda, geri dönülmez şekilde medeniyetler arasında yerini aldı.
Roma üzerinde savaşlar kazanmakla yetinmeyip Roma bakiyesi topraklarda ana kültürel unsur olarak İslam’ı inşa etmeyi de başardı. Roma sadece toprak kaybetmiyor, halkları da kaybediyordu. Aynı durum, Pers sahasında da vardı. İslam’ın sınırları çok kısa bir zamanda Çin’e ulaşmıştı. Bu satırların yazarı, Çin’in Guangzhou şehrinde, Sa’d b. EbuVakkas’ın türbesini görmüştür. EbuVakkas, Hz. Ömer’in en güvendiği insanlar listesinde yer alan ilk dönem sahabedendi.
Persler de aynen Roma gibi sadece toprak kaybetmediler, halkları da kaybediyor ve Roma ile aynı kaderi yaşıyorlardı. Peki, bu nasıl oldu? O ilk dönemde kazanılan topraklar bugün hâlâ Müslümandır. Daha sonraki İslam devletlerinde ele geçirilen toprakların neredeyse tümü kendi dinlerinde kalmayı seçtiler. Balkanlar buna örnek verilebilir. Bosna dışında hepsi Hristiyan olarak kaldılar.
Bu yazı bu noktaya yoğunlaşacak. Bugün biz kitlesel bir şekilde Müslüman olmak gibi hadiselere rastlamıyoruz. Mesela, Yunanistan halkı, yirmi beş milyon kişi aynı anda İslam’a geçmiyor, geçmedi de. Neden Mısırlılar, İranlılar, Faslılar Müslüman oldular da Yunanlılar olamadı? Eğer bu askerî güç ile alakalı olsaydı, Osmanlılar zamanında İslam’ı tanırlar ve Müslüman olurlardı? Acaba ilk dönem Müslüman ordularında ve temsilcilerinde olan ama Osmanlı ordu ve temsilcilerinde bulunmayan bir özellik olabilirmi? Bu yazının amacı, bu özelliğin, insana, topluma ve ülkeye vadettiği İslam’ın daha kuşatıcı ve ikna edici bir yöntemle yapılmış olduğu olasılığı üzerine gitmektir. ‘Sadece toprağı değil, halkını da kazanmış olma durumu, tarihin bir noktasında kaybedilmiş. Bunun sebebi ne olabilir?’ sorusuna yanıt aramaktır. Eğer cevap arıyorsak, Arap çöllerine ve o ilk din ve peygamberlik iddiasına bakmalıyız. Hz. Muhammed (s) ve ona gelen yeni dinin siyasi, sosyal ve ekonomik mesajları neydi? Hangi söylemlerle, hangi argümanlarla Çin’den İspanya’ya ve Doğu Afrika’ya kadar tüm halkları ikna etmeyi başarmışlardı? Hem de sadece elli yılda!
Bir Zamanlar Mekke
Henüz doğmadan babasını, erken yaşta da annesini kaybeden Hz. Muhammed (s), orta halli bir Mekke tüccarıydı. Güvenilirliğiyle meşhurdu ve zenginler kulübünde değildi. Herhangi bir siyasi ya da bürokratik tecrübesi yoktu. Belirgin bir dinî karakteri de yoktu. Cahilî dönem Mekke’sinde risalet öncesinde, onun herhangi bir dinî ya da felsefi kimliğine ya da söylemine dair bir bilgimiz yok. Kabilesinin karizmatik liderleri ya da temsilcileri arasında değildi. En zengin, en iyi savaşçı veya en iyi şair de değildi. Ortalamanın üstünde bir dürüstlüğe sahip, orta halli bir Mekke esnafıydı.
Oysa cahilî Mekke hakkında bazı bilgilerimiz var. Ataerkil soy bağları güçlü, henüz kurumsal bir devlete sahip değil, ekonomik dengesizlikler hat safhada. Aynı şekilde kölelik müessesi güçlü bir şekilde yaşıyor. Kadınlar eğer yeterince zengin değilse, hiçbir söz hakkına sahip değiller. Bundan dolayı bazı anne babalar, yeni doğan kız çocuklarını, ilerde çekecekleri acılardan kurtarmak için canlı canlı gömmeyi merhamet olarak görmeye başlamış. Sosyal çöküntü ve ekonomik dengesizliğin birbirini beslemesiyle giderek daha da ilkelleşen bir toplum oluşmuş. Sonsuz iç çatışmalarla öfke ve nefreti kabarmış bu kısır döngü mucizevi bir şekilde kırıldı ve tam tersi bir istikamette süratle yol aldı.
Oysa Mekke yöneticileri, dinî konularda çok geniş fikirli insanlardı. Çatışmaları durdurmak adına, çevre kabilelerin pagan inanç sembolleri olan putları Kâbe’de sergiliyor, hangi puta taparsa tapsın bir ayrım gözetmeden hacılara yardımcı oluyorlardı. Bu anlamıyla düşünce ve inanç özgürlüğü konusunu parasal getiriye dönüştürebilen bir yetenekleri de vardı. Hac ticaret demekti. Asıl olan adalet, merhamet yada hakikat değil, asıl olan paraydı. Kendilerinin ya da insanların neye inandığının önemi yoktu, hac altın demekti.
Tek ve karizmatik bir liderleri yoktu. Görece istişari denebilecek bir meclise sahiptiler. Soyların mücadelesini gördüğümüz dönemin Mekke’sinde her aşireti temsil eden liderlerin olduğu bir meclis vardı, stratejik kararları bu meclis alırdı. Bir başka deyişle Musa’nın Mısır’ı ve firavununa her konuda benzemiyordu. Bazı konular hariç.
Mekke toplumunda da Kur’an’da geçen birçok peygamberin yaşadığı toplum ve devletlerin bazı benzer yönleri vardı. Hepsi otoriterdi, Mekkede öyle. Sıradan halk, siyasi konularda söz sahibi olamazdı, bu işi ancak işinin erbabı elitler yapabilirdi. Eğer bu elitlere yakın ve uyumlu olursanız, belki ileride zengin olup liderliğe erişerek sizde kararlara katılabilirdiniz. Ama bu siyasi modele itiraz ederseniz, kabul görmez ve fakir kalır, belki de ölürdünüz. Kim bilir, belki de sessiz kalmak ve beladan uzak durmak en iyisidir.
Bu kısır döngünün sebebi sadece otoriter veya ekonomik zorbalık değildi. Bu zorbalığı besleyen ataerkil bir aşiret kültürü vardı. Liderlik Haşimilerden, Ümeyyeoğullarına geçeli çok zaman olmamıştı. Resullah’ın dedesi Abdulmuttalib, Haşimilerin lideriydi ama çok yaşlanmıştı. Zaman zaman ihtilaflar olsa da hem Abdulmuttalib’in hem de geri kalan Haşimi üyelerinin siyasi tehditleri oldukça azalmıştı. Bu aşiret bağları o kadar güçlüydü ki vahiy aldığı için Kâbe’ye yürüyüş düzenleyen yeğeninin, Ümeyyeoğulları tarafından tartaklandığını gören Hz. Hamza, oracıkta “Ben de Müslümanım!” diyebilmişti. Önemli olan yeğeninin dile getirdiği mesaj değildi, önemli olan ailesinden birine uygulanan şiddeti engellemekti. Hz. Hamza, Müslümanların önde gelenlerinden olsa da onu bu noktaya savuran ilk dinamik, kabile bağlarıydı. Aynı şeklide sadece Haşimi soyundan olduğu için Hz. Muhammed’in(s) söylemlerine tepki gösterenler de vardı. Hatta baskın itirazcılar onlardı. Risalet ve peygamberlik iddiasını bir Haşimi komplosu olarak görüyorlar, Mekke idaresini ve nüfuzunu ele geçirmek için oluşturulmuş bir Haşimi kurnazlığı olarak algılıyorlardı. Bazıları hariç.
Hz. Osman, Ümeyyeoğulları aşiretine mensuptu ve son derece zengindi. İslam’ın rakip kabile komplosu olmadığını, gerçek bir mesaj olduğunu anlatabilmek zor işti. Belki de Resulullah’ın iki kızını da sırayla Hz. Osman’a nikâhlaması bundan dolayıdır. Hz. Osman, bu durumu ile Zinnureyn diye anılır olmuş, Allah Resulü deÜmeyye tarafını, bunun bir soy kavgası olmadığına ikna etmiştir.
Yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeveden bakınca, “Hz.Muhammed’in(s) sosyal, siyasi ve ekonomik eleştiriler getiren bir söylemi olmalıdır.” sonucuna varmalıyız. Zira Mekkeliler tarafından hac gibi, namaz, oruç ve zekât da biliniyordu. Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, görece dinî görüşlere aynı mesafede durmaya çalışan Mekke’de sadece pagan müşrikler yoktu. Hristiyan ve Yahudiler için de aynı hoşgörü geçerliydi, tabiî siyasi bir eleştiri olmadan. Kâbe duvarlarında Hristiyan ikonları veya Yahudi şamdanları da görmek mümkündü. Ama tüm bu renklilik siyasi, sosyal ve ekonomik bir eleştiri içinde değildi, bu sayede orada var olabiliyorlardı. Ataerkil ve otoriter ilişki ve ekonomik çıkarların belirlediği düzene bir itirazınız yoksa her türlü dinî faaliyetinize hoşgörü gösterilebilirdi. Başka bir ifadeyle, Allah Resulü Hz. Muhammed’in söylemi düzeni tehdit eden yıkıcı bir potansiyel taşıyordu. Bu söylemlerle bölgenin ezilmiş insanları, kadınlar, yoksullar ve köleler İslam’a katılıyordu. Bu durum Kur’an kıssalarının konusu olan birçok resul örneğinde görülebilir. Musa’nın (a) peşinden gidenler kölelerdi ve Hud’un (a) peşinden gidenler de ayak takımı (Hud, 27). Hz. Muhammed’in(s) ve Kuran’ın namaz, hac gibi ibadet formlarını icat etmediğini, bu ibadet formlarının Mekkelilerin bilgisi ve geleneğinde olduğu gerçeği ile beraber düşünürsek, yeni dinî söyleme yapılan itirazların ibadet ve muamelatla ilgisi olmadığı sonucuna varabiliriz.
Kur’an’ın mesajı otoriter, adalet ve merhamet göstermeyen bir sisteme karşıydı. Siyasette şurayı öneriyor, köleleri azat etmek istiyor, kadınların eşit muamele görmesini öneriyordu. Gayrimeşru yollarla zengin olmak yasaklanıyor, fakir, köle ya da kadın bir insanın canını almak ise kurala ve hukuki gerekçelere bağlanıyordu. Adalet ve ekonomi mekanizmalarının ana rotasını, zenginlerin ve soyluların iktidarının çıkarlarından halkın maslahatına çeviriyordu. Üstelik bu sömürü düzenini destekleyen ataerkil aşiret bağlarını yok sayıyor, o aşiretlerin kıymetli itikat ve putlarına da cephe açıyordu.Böylelikle Mekke, siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan köklü eleştirilere maruz kalıyordu. Bu Mekkeli elitlerin hoşgörü gösterdiği türden bir yeni din değildi. Nitekim göstermediler de.
Allah Resulü(s) amcası Ebu Talib tarafından koruma altında olsa da Mekkeli elitler Yasir ailesinden iki kişiyi katletmişler, isyan eden siyahi köle Bilal’e ve daha birçoklarına işkence etmişlerdi. Bunun gibi birçok zulüm ve baskı içeren eylem dışında, ekonomik ve sosyal bir ambargo faaliyetini de denediler. İslam’ı seçenler için hicretten başka seçenek kalmadı. Önce Habeşistan’ı denediler, sonra da Yesrib’e hicret ettiler. Yeni şehir Yesrib, ‘Medine’ olmuştu ama aynı ataerkil ve otoriter konular burada da gündeme geldi. Hem Mekkelilerle savaşmak zorunda kaldılar hem de Medine yerlisi Yahudilerle.
İnsanları akın akın Müslüman yapabilen İslam mesajı daha da güçlendi; yaklaşık on yıl sonra, sürüldükleri şehir Mekke’yi fethedebilecek kadar. Sadece yirmiüç yılda, her açıdan derin bir karanlıkta yüzen Arabistan bölgesi, çok hızlı bir siyasi, ekonomik ve sosyal aydınlığa kenetlendi. Adil ve hesap verebilen yöneticiler, dürüst ticaret ve kitleselleşen sosyal ahlak... Özgürlükçü, çoğulcu ve ataerkil soy bağlarını yok sayan, devleti ve siyasi ekonomik konuları halkın denetimine açan öngörülebilir bir hukuki sistem inşa edildi. Kur’an’ın en göze çarpan mucizesi anlatmaya çalıştığımız bu çerçevedir.
İslami Mesaj ‘Devlet Gücü’nü Yitiriyor
Dünya siyasi tarihi, sosyolojik, felsefi ve ekonomik olarak bu türden değişimleri, bu kadar kısa zamanda yapabilen bir örneğe sahip değildir. Bu açıdan İslam tarihi biriciktir. Bugün dünya kültürünün ana unsuru olan Kuzeybatı Avrupa ve Kuzey Amerika, geldikleri bu görece iyi çalışan hukuk ve ekonomik sistemlerine ulaşmayı yüzyıllar süren kanlı hesaplaşmalarla elde edebildiler. Batı bir ölçüde bu kısır döngüden çıkmayı başarsa da doğu toplumları eskiden beri taptıkları krallarının yerine diktatörler koymanın ötesine geçemedi ve kısır döngüyü kıramadı.
Maalesef, bu ‘asr-ı saadet’ zamanla dinamiklerini yitirdi. Yerini ataerkil soy bağlarının belirlediği otoriter monarşiler aldı. İlk dönemde kitleselleşebilen Kur’an mesajı, devlet gücünü yitirdi ve halk içinde öbekler halinde yaşamaya devam etti. Kimi zaman siyasi mezhepler olarak karşımıza çıktı, kimi zamanda bireysel gayretler olarak. Bugün bile halkı Müslüman ulus devletlerin çoğu bu kısır döngüye geri düşmenin devamcılarıdırlar. Müslüman coğrafyanın Müslüman halklarının büyük ekseriyeti zorba krallar ya da diktatörler tarafından barbarca bir siyasi sisteme maruz kalmaktadır. Türkiye, Pakistan ve Malezya gibi birkaç örnek dışında, halen birçok Müslüman ülkede kölelik vardır, kadın değersizdir ve ekonomik dengesizlik hat safhadadır. Siyasi eleştirileri ve ekonomik şikâyetleri vahşice bastıran devletler tarafından yönetiliyor, Müslüman halklar.
Bu yazının amaçlarından biri, “Çoğulcu, adil ve şeffaf bir siyasi ekonomik sistemin kurulmasını sağlamak bir dinî vecibedir.” tezini savunmaktır. Aynı şekilde, adaletli ve ataerkil kökleri yok sayan çoğulcu bir söyleme ve inanca sahip olmak da dinî birer vecibedir. Ama bu vecibe boyutu dışında diğer tez olan kârlılık asıl dikkat çekilen husustur. Öngörülebilir bir hukuk sistemi, ekonomide şeffaflık ve milliyetçi söylemlerden uzak durmak aynı zamanda kârlı da. İlk Müslüman nesil, bindörtyüzyıl önce ilkel ve iddiasız havzalarında İslam söylemi ile aynı zamanda zengin oldular, siyasi olarak kurumlaşabildiler. Hem zenginlik ve hem ekonomik eşitliği aynı anda inşa edebildiler. Bu vecibeler, Allah’ın rızası yanında, dünyada bir refah da üretebiliyor.
Bu refah hali bir sosyolojiyi çok hızlı bir şekilde konsüle edebiliyor. Kitleleşme eğilimi çok yüksek ve bilim ve sanatta meyvelerini de veriyor. Son derece rasyonel dünya algısı ile bu tutumun devletler açısından kârlı bir iş olduğunu İslam tarihinden anlıyoruz. Siyasi, sosyal, ekonomik açıdan kuşatıcı bir dil (ya da din mi demeliyiz?) sahibi olmak devlet ve medeniyetleri daha zengin de yapıyor. Sadece uhrevi değil, dünyevi olarak da kârlı. Öte yandan buna benzer kuşatıcı söylemleri olan Batı medeniyeti, daha zengin ve daha etkili. Bugün dünya üzerinde yaşayan herkes bir Alman mahkemesinin Suudi mahkemesinden daha adil olduğunu bilir. İşte bundan dolayı daha da zenginleşiyorlar. Aynı şekilde, bir Alman işçinin haklarının Suudi’deki işçilerden daha fazla olduğunu da biliyoruz; kadın haklarının da. Suudi ekonomisinin şeffaflığı da aynı şekilde. Nihayet şunu da biliyoruz ki Suudi tipi yönetimlerin kalıcılığı, Batı demokrasisinden daha kısa.
Peki, neden bu rasyonel kârlılığa karşı halkı Müslüman devletler, İslam’ın ana mesajını merkeze alan bir siyasi eyleme girmiyorlar? Arap Baharı olarak tanımlanan isyanlar ile halklar bunu denedi ama kısır döngünün güçlü savunma sistemi ile acımasızca susturuldular ve bu halen devam ediyor. Bu yokuş, sömürücü siyasal ekonomik sistemlere karşı, sabır isteyen, zorlu, mücadele ve sıkıntılarla dolu bir sarp yokuştur. Ama eğer kabilecilik ve milliyetçilik gibi eğilimleriniz varsa, çoğulcu ve şeffaf değilseniz bu yokuşu çıkamazsınız. Aynı şekilde, içinde bulunduğunuz sistemin putlarına yıkıcı eleştiriler yapmazsanız da bu yokuşa tırmanamazsınız. O yol sarp bir yokuştur ve geriye yuvarlanma tehlikesi çoktur. Yokuştan geriye yuvarlanmak, sizi milliyetçiliğe ve güç sarhoşluğuna sürükler. Bu noktada kısır döngü tekrar hayatı kuşatır.Geçmişte yaşadığımız hikâyemizin ve şu anki siyasi krizlerimizin ana unsuru burasıdır: Yokuştan geriye yuvarlanmak!
Bu yazının temel amacı, Beled Sûresi’nde bulunan mesajların anlam derinliğine katkıda bulunmaktır.
“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? İki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi?
Fakat o, sarp yokuşa atılmadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin?
O tutsak bir boynu çözmektir Yahut şiddetli bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır.
Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar ahiret mutluluğuna erenlerdir.
Ayetlerimizi inkâr edenler ise kötülüğe batmış kimselerdir.
Üzerlerinde etrafı sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır.” (Beled 8-20)
-------
Not: Yazıya olan entelektüel katkısından dolayı Bahadır Kurbanoğlu’na teşekkürü borç bilirim.