Filistin ve İsrail yönetimleri arasında uzun bir aradan sonra barış görüşmeleri yeniden başladı ve sürpriz bir kararla bitti. Taraflar arasında varılan uzlaşma "Ortadoğu'da yeni bir dönem mi başlıyor?" sorusunu dünya gündemine oturttu. Mısır'ın Şarm eş-Şeyh kentinde Mısır ve Ürdün devlet başkanlarının da katıldığı görüşmeler neticesinde temkinli bir iyimserlik havasına rağmen, özellikle tarafları masaya oturmaya ikna eden güçler açısından Şaron ve Mahmut Abbas arasında varılan ateşkes kararı büyük bir başarı olarak sunuluyor. Buna karşın on yıllardır bu coğrafyada sayısız el sıkışmanın yaşandığını ama sorunun derinleşerek devam ettiğini görenler açısından ise uzlaşmanın başarısından çok, ömrü tartışılmakta.
Bu noktada anlaşmanın ne ölçüde etkili olacağına dair tahminlerde bulunmaktan ziyade uzlaşmanın hangi ortamda geliştiği ve neleri içerip, neleri içermediği üzerinde durmak daha anlamlı olacaktır. Üstelik bu soruların cevabı büyük ölçüde ateşkes kararının ömrü hususunda da daha sağlıklı fikir verebilir.
Öncelikle Şarm eş-Şeyh zirvesi sürecinin büyük ölçüde ABD tarafından hazırlandığı görülmeli. Nitekim zirvenin Condoleezza Rice'ın bölgeye yaptığı ziyaretin hemen ardından toplanması sadece sembolik bir gelişme sayılmamalı. Sürecin temelde Arafat'ın ölümüyle başladığı biliniyor. ABD yönetiminin Ortadoğu'ya demokrasi getirme –siz bunu kendi çıkarları temelinde yeniden dizayn etme olarak okuyun!- kampanyasının bir adımı olarak, Mahmut Abbas'ın Filistin devlet başkanlığına adeta atanması ile sürece start verilmiş oldu.
ABD'nin hegamonik planlarının gerçekleştirebilmek açısından Ortadoğu'da istikrar aradığı ve bu çerçevede Filistin sorununu bir biçimde "çözmeyi" hedeflediği biliniyor. Bilhassa Irak'ta uğradığı hezimetten sonra ABD açısından Filistin sorununu gündemin arka sıralarına atmayı getirecek adımların atılması ihtiyacı daha da aciliyet kazanmış oldu. Bir biçimde sorun çözülmeli ya da en azından çözülme aşamasına sokulmalıydı ki, Müslüman halklar karşısında giderek artan nefret dalgasının hızı kesilebilsin!
Elbette bir girişime ya da politikaya "çözüm" adı vermekle sorunun çözümü doğrultusunda somut adımlar atılmış olmuyor. Zaten ABD'nin de Filistin sorununa çözüm arayışının temelinde gerçek anlamda bir çözüm çabasından çok, çözüm dayatması mevcut. Özetle Filistin tarafının kendilerine verileni alıp kabul etmesi ve uslu çocuk rolünü üstlenmesi isteniyor. Ayrıca "eğer akıllı davranır, uslu olursanız İsrail size daha başka lütuflarda da bulunabilir" diye ümit vaadi de eksik edilmiyor.
Aslında gelinen nokta büyük ölçüde 2000 Yazı'nda Clinton'un arabuluculuğuyla Camp David'de gerçekleşen Arafat-Barak görüşmesinde tıkanan noktaya geri dönüşten başka bir şey değil. Camp David'de Arafat'a Filistin Devleti önerilmiş fakat bunun karşılığında Kudüs'ü; sürgündeki Filistinlilerin geri dönüş hakkını ve tutsakların serbest bırakılması konularını unutması istenmişti. Bu şartları kendi halkına asla kabul ettiremeyeceğini bilen Arafat'ın Camp David'de bir anlaşma imzalamadan dönmesi tıkanmaya yol açmış ve hatırlanacağı üzere bu tıkanmanın neticesinde II. İntifada patlamıştı.
Şimdi aradan geçen bunca zaman sonra yeniden başa dönülmüş görünüyor. Temel anlaşmazlık maddeleri hususunda herhangi bir ilerleme yok. Ama Mahmut Abbas ile Şaron'un el sıkışma görüntüleri tüm dünyaya Ortadoğu'da büyük gelişme olarak sunuluyor. İsrail ve ABD tarafının bu anlaşmadan beklentileri, işgal zeminine oturan statükonun kabullenilmesi ve üstelik buna karşı direnen Filistinli güçlerin bizzat Filistin otoritesi eliyle tasfiye edilmesidir. Yani Oslo sürecinde Arafat'tan beklenenin aynısı. Oysa Filistin halkının direniş iradesi zorlu dayatmalara dönüşen bu emperyalist-siyonist beklentileri boşa çıkartmıştı.
Arafat bu beklentileri karşılayamadığı için kötü adam, terörist himayecisi olarak lanetlendi. ABD-İsrail ikilisi sorunun Arafat'tan değil, Arafat'a yüklenen beklentilerin saçmalığından kaynaklandığını bir türlü anlamadı ya da anlamak istemedi. Arafat büyük oranda halk desteğine sahip bir lider olmasına rağmen halkını uzlaşmaya ikna edememişken, sadece "müzakerelerde daha işlevsel olabileceği" vasfından dolayı Filistin yönetimine getirilen Mahmut Abbas'ın bu işin üstesinden gelebileceğine inanmak ise pek tutarlı görünmüyor.