Son bir haftayı evi dip köşe temizleme telaşıyla geçirmişti. Yuvalarında huzurla barınmakta olan örümceklerden, darmadağınık erzak dolap ve çekmecelerine; karyola, koltuk, kanepe altlarından ovulacak tencere, tava, çaydanlık ve cezvelere kadar evdeki her şey nasibini almıştı tertip, düzen, temizlik girişimlerinden. Son olarak Cumartesi, Suat'ın evde bulunmasından istifade, salondaki altı metrekarelik halıyı kaldırıp balkondan aşağı sarkıtmalardı. Hava her an yağabilirdi halbuki. Artık abartmıyor musun diyordu Suat. Oldum olası ev işlerine katılmayı sevmezdi. Hiç değilse erkek kuvveti gerektiren işlerin ucundan kıyısından tutuyordu ya nazından, tafrasından yanından geçilmiyordu. Çok mu vakit kalmıştı sanki. Safiye, Ankara terminalinden aramıştı öğle üzeri. İstanbul'a ulaşmaları gece yarısını bulmazdı ama Suat, onlar bizi görmeye geliyorlar, evimizin temiz mi, pis mi olduğunu teftişe değil, diye söylenmeyi sürdürüyordu hâlâ. Ona laf yetiştirip zaman kaybetmemek, daha doğrusu tepkisini çekip altından kalkamayacağı işlerde yardımsız kalmamak için çoğunlukla susuyordu. Aslında saymaya kalksa bunca gayretin hiç de boşuna olmadığını ispatlayabilirdi. Mesela, kayınvalidesinin onun evde olmadığı zamanlarda evin eksiğini gediğini araştırıp öğütvari konuşmalar yaptığını, görümcesinin çevreyle bağlarını koparmış sessizliğinin altında yatan her şeyi idileyici didileyici mizacını örneklendirebilirdi. Boşa çaba... Ciddiye alınmazdı. Siz kadınlar hiç yoktan problem üretmeye üstünüze yok, diye güler geçerdi kocası. Ev işlerine katılırken de aynı hoş görüyü gösterseydi ya.
Halıyı balkona astıktan sonra, eline tutuşturulan ihtiyaç listesine şöyle bir göz atıp, amonyak nerede satılır Allah aşkına, melisa çayı da neymiş kuzum diye söylenerek evden çıkmıştı ki iki dakika sonra şemsiyesini almak için geri döndü. Listeyi, hepsi bu kadar mı; böğürtlen reçeli ya da bıldırcın yumurtası da istemediğine emin misin dercesine sallayıp duruyordu elinde. Akşama gecikme, derken gülmemek için zor tuttu kendini. Uzun zaman oluyordu böyle hakiki bir liste yapmayalı. Suat bu akşam evin yolunu bulabilirse bir daha hiç kaybetmezdi herhalde.
Onun gidişinin ardından yeniden salona döndü. Parkeler yıllardır cilalanmamaktan mat ve kirli görünüyorlardı. Hiç bu kadar batmamışlardı gözüne, üsteye yer cilası yazmayı nasıl akledememişti. Balkona koşup arkasından seslense... Çoktan köşeyi dönmüştü. Zaten sevmezdi marketlerin temizlik malzemesi reyonuna uğramayı. Raflara sıralanmış rengârenk plastik şişelerin üzerinde yazılanları okumaya üşenirdi. Marka, fiyat araştırmazdı. Porçöz yerine üzüm sirkesi, kalgon yerine pasta süsü alıp gelmişti bir keresinde. En iyisi su ve deterjanla işe koyulmaktı. Elini çabuk tutmalıydı. Yağmur yağar da halı ıslanırsa, misafirler halisiz zemine basmak zorunda kalırlardı, Suat balkonda vıcık vıcık ıslanmış halıyı gördükçe söylenir dururdu, her şeyden de önemlisi böylesi temizliklere misafir öncesi kalkıştığı çıkardı ortaya.
Geçen sene de tam bu vakitler gelmişti kayınvalidesi ve görümcesi. İstanbul soğuğunun insanın içini donduran bir kış gecesi. 22 Ocak mıydı? Suat n'olur n'olmaz, bekletmeyeyim diye otobüsün geliş vaktinden iki saat önce gitmişti terminale. Babası öldükten sonra ailesine olan düşkünlüğü artmıştı. Ayrı şehirlerde yaşıyor olmaları görüşme sıklığını azalttığından, haftalık rutin telefon konuşmalarını aksatmazdı. Öyle ki bu görüşmelerin saati bile belli sayılırdı. İlki pazartesi gecesi akşam 8'de; ikincisi cuma akşamı saat 9 suları. Telefona genellikle Safiye çıkar, bir müddet konuştuktan sonra annesini verirdi. Konuşulacak önemli bir mevzu bulunamadığından, ee daha daha nasılsınızların, konu komşu muhabbetlerinin ardı arkası kesilmezdi bu görüşmelerde. Yılın birkaç ayı da ailece bir arada geçirilirdi. Kışları kayınvalidesi ve görümcesi gelir, bir ay kadar kalırlardı; yazın da Ceyda ve Suat giderlerdi Malatya'ya. Ceyda için formalitelerin, yapmacık nezaket ve tebessümlerin, farkındayım ama değilimlerin, aman bir sorun çıkmasınların bolca yaşandığı, ben gencim sağlıklıyım, kayınvalidem hasta ve yaşlı, görümcem yalnız ve hüzünlü idare etmeliyimlerin uzayıp gittiği altmış gün... Yeterince sabırlı addedilmezdi yine de. Aileme karşı, hâlâ 23 Nisan'da bando takımında trompet çalıyorki halin gibi resmisin, diyordu Suat; her seferinde albümdeki bando geçit resmini göstererek. Bak işte şu ifade; anneme, kardeşime reva gördüğün işte şu şu, fotoğraftaki... On iki yaşında mıydın burada, hayret! Ya bu resimde şimdiki yaşındasın ya da şu an on iki... Bu ifadeyi nasıl koruyabildin güzelim... Tamamıyla haklı sayılmasa da haksız da sayılmazdı. Belki 23 Nisan çocukluğunda olduğu kadar değildi resmiyeti. Ama bu aileye karışalı on yılı bulmasına rağmen halen kocasının annesine anne, kardeşine abla derken zorlanıyordu. Safiye'yle aralarında iki yaş vardı altı üstü, fakat ilk günden abla demesi istenmişti kendisinden. O da sadece abla demek yerine Safiye Abla demeyi yeğlemişti. Suat'a göre de araya yine kırılmak bilmeyen resmiyet inadını pekiştirmek için yapmıştı bunu. Safiye Abla'yı, abladan farklı kılan da şuydu: Sen benim gerçek ablam olsan tabii ki yalnızca abla demem yeterli olurdu, ama başına Safiye getirmem doğrudur, çünkü buradaki Safiye, soyumuzun safımızın ayrı olduğunun vurgusudur. Evet biraz öyleydi, hayır tamamen öyleydi. Nasıl kabul ederse öyle olsundu. Son zamanlarda orada burada istemediği bir konunun içine düşerse, susarak gösteriyordu tepkisini. Çok da güzel oluyordu, susmak. Sessiz sakin oturmak...
İki güne varmaz yine o derin mevzu açılırdı evde. Kayınvalidesi telefonda aldığı cevapların detayına inmek için fırsat kollardı. Suat söylemişti ama, hangi hastaneydi o gittiğiniz? Doktor kaç türlü ilaç yazdıydı? Midene dokunan hangisi, yoksa erken bıraktın da mı fayda etmedi? Bu sene olsun torunumu kucağıma alırım diyordum ya...? Sussa kurtulamazdı, üstün körü de cevaplayamazdı. Doktoru tavsiye eden kişiden hastanenin hangi semtte olduğuna kadar ayrıntılı ayrıntı... Oğlu izah etseydi ya... İlle de ona sorardı. Kadın kadına birbirimizin halini daha iyi anlarız değil mi? Derdi de tek bir teselli cümlesi dökülmezdi ağzından. Bir örgü örmeyi bilirdi iyi ki! Evlendikleri günden beri çeşitli çocuk giysileri örüp durmuştu. Her yıl bavulunun üst kısmına yerleştirdiği minik renkli süveterler, yelekler, kazaklarla gelirdi. Ve ördüğü parçaların her birini Ceyda'ya gösterirken hayallerini sıralardı. Bak şu pembe çizgileri, bu eflatun çiçeklerin üzerine neden ekledim biliyor musun, kız olursa bahtı açık olsun diye, Süveterini neden deniz mavisi ördüm diye sorarsan, oğlan olursa gözlen babasına benzeyecektir de ondan. Şu sarı yelekteki beneklere gelince kısmetinin kum tanelen kadar bol olması için... Mecbur ilgileniyor görünürse de içten içe kendini yer bitirirdi. Kayınvalidesi içindeki boşluğu daha da büyütmek için mi yapardı tüm bunları?
Anlatmak zorunda mıydı? On yıllık evli oluşunu duyan ve kaç çocuğunuz var diyen herkesle ilk doktor deneyimini paylaşmak zorunda mıydı? Jinekologun yaptığı muayene sonucu insanı çileden çıkaran bir lakaytlıkla, "Bu bizim işimiz değil fakülteye sevk edin." deyişiyle başlamıştı serüven... Dokuz senedir sayısız film, tahlil, ültrason, hap, iğne... fayda görmemişti. Yine Suat'ın belli mi olur ısrarlarıyla yaptırdığı gebelik testleri vardı, tam bir muammaya dönen... Hele altı ay önceki o test! Sağlık ocağındaki hemşirenin ağzından çıkan müspet sözcüğü! İnsanların umutlarıyla alay etmek bu kadar kolay olmamalı. Dikkatsizce yapılan bir işlemin sonucuymuş meğer. Gerçeğin ortaya çıkması ancak yirmi dört saat sürmüştü. Suat'la sabaha kadar gözlerini kırpmadan doğacak bebeklerine dair konuştukları ilk ve tek gece o geceymiş... Çünkü ertesi gün özel bir hastanede tekrarlanan test menfiydi. Üçüncüsü yine menfi... Büyünün bu kadar çabuk bozulması ikisinin de sinirlerini alt üst etmişti. Suat üç gün mazeret izni alıp işe gitmemişti akabinde. O gün bugündür test sözcüğünün adı bile anılmıyordu evde.
Hava olabildiğince kapamıştı ama yağmur yoktu hâlâ. Kovadaki su simsiyah olmuştu. Suat evde olsaydı da görseydi boşuna temizlik yapmadığını. Gerçi ona göre kirli olan Suat'a göre genellikle ya az kirli ya da temize yakın sayılabilirdi. Öğrencilik yıllarında kaldığı o klâsik zemin kattaki rutubetli öğrenci evi muhabbeti pek sık yaptığı şeydi. Biliyor musun biz hiç tül perde kullanmazdık, çünkü camın kirinden içerisi görünmezdi. Ekmeklerimizi fareler kemirmesin diye tavandan sarkıttığımız bir ipe asardık. Bir keresinde çizdiğim projenin kenarını hain bir fare kemirmişti de hocaya laf anlatana kadar... Farenin adını duymak bile ürpermesine, midesinin derin kramplarla kazınmasına neden olurdu. Kocası ise inadına, fazla hijyenik yaşamak sağlığa zararlıymış diye uzatırdı lafı. Bağışıklık sistemimizin güçlenmesi için mikroplarla barışık olmalıymışız. Bunu ben değil, koskoca profesörler söylüyor yahu. Bunları biraz da Safiye'ye anlatsaydı ya... Safiye'nin titizliklerini düşündükçe şimdiden hafakanlar basıyordu içini. Bir psikologa görünmesi icap edecek kadar temizlik hastasıydı görümcesi. Sanki İstanbul'da satılmıyormuş gibi, her yıl bavuluna yerleştirdiği envai çeşit sabunla gelirdi. Kullandığı sabunu kapaklı bir sabunluğa yerleştirir ve yatılı okul öğrencilerinin sabah-akşam lavabonun yolunu tutarken yaptıkları gibi boynunda havlusu, elinde sabunluğu banyoya öyle gidip gelirdi. Evde ona ait hiçbir şeye dokunulmayacağını kaç defa söylemişlerdi. Havlusuna özel bir askı bile almışlardı ama Safiye'yi ikna etmek mümkün olmamıştı. Yerlere kesinlikle terliksiz basmaz, günde belki ayaklarım yere değmiştir de namazlarım kabul olmaz endişesiyle en az üç kez çorap değiştirir, oturduğu koltuğa diken üstündeymiş gibi ilişir, giysilerini çamaşır makinesine atmaz elinde yıkar, alışveriş poşetlerinin altını silmeden içeri sokmaz, yemek öncesi çatalını tabağını ya yeniden yıkar ya peçeteyle evire çevire silerdi falan filan... Belki de kovadaki şu suyun rengini görse bu eve ayak da basmazdı. Ne de iyi olurdu! Neler düşünüyordu, kocasının kardeşi için. Safiye'nin tuhaflıklarına göz yummak kolay değildi ama. Suat, iki lafından birinde acır dururdu kardeşine. Nişanlısını kaybetti o, anlaşana biraz... İlk kez birini sevmişti, ilk kez kapımızı çalan birine evet demişti. Sonra n'oldu? Adam askere gitti ve öldü. Evet, askere gitti ve öldü. Hatırlasana nişanlısının cenazesinde geçirdiği depresyonu. Eğer onu hoş tutmazsak, yine hastanelik olabilir... Ceyda'ya göre ise Safiye depresyonda falan değildi. Kendini açılarıyla gündemleştirerek hep el üstünde tutulmayı huy edinmiş bir budalaydı ve ailede bu gerçeği yalnızca yengesinin algıladığının gayet iyi farkındaydı. Fakat bu farkındalık onun tahtını sarsmada hiç bir önem arz etmiyordu. Safiye'nin kendine atfettiği garip kutsiyet herkesçe o kadar doğallaştırılmıştı ki nişanlısı şehit düşürülmüş zavallı bir genç kıza tavır almak kimsenin üzerine vazife olamazdı. Hele bu, Ceyda gibi aileye sonradan dahil olmuş birisiyse hiç. Günler öncesinden telkine başlamıştı kendine. Safiye'nin evin içinde bir azize gibi salınarak her şeyi eleştiren, beğenmeyen, burun kıvıran edalarını takmayacaksın, ısrarla kendi doğrularını üzerine tutmayacaksın, Bırak prenses sansın kendini, sen mi düzelteceksin, bir aycık birazcık... Sofraya bir tabak bile getirmesin ne tasa! Sabun kokusu bütün evi sarsın ve alerjik rinitini faaliyete geçirsin önemseme! Tam haber saatinin ortasında kumandaya uzanıp oturma odasında namaza dursun amenna! Bir aycık sabır depolayabilse. Safiye'nin şehit nişanlısı kibriyle cenneti sahiplenişine tepkisiz kalabileceğine inandırabilse kendini. Şu an bile hırsını parkelerden çıkardığına göre! Hiç değilse Suat müdahale etseydi. Ne de olsa ağabeyisiydi. Çekip bir odaya konuşsaydı ya ara sıra. Ama asla yapmazdı bunu. Ya kardeşi yine hastanelik olursa! Kötü kalpli bir gelin mi oluyordu bunları düşündüğü için. Toplumda bir insan ne kadar iyi olursa olsun, eğer eşinin ailesiyle iyi değilse takdir toplamı-yordu. Annesi her görüşmelerinde tembihlerdi. Hizmette kusur etme! Görümceni kafana dolama. Her yıl hediyeni hazır et. Görümcene ayna-tarak, kayınvalidene havlu, çorap alabilirsin pekâla... Hiçbir zaman Suat'ı ailesinden koparan, onu yalnız başına sahiplenme heveslisi bir bencil olmamıştı. Ayrı şehirlerde yaşamanın keyfiydi, çekirdek aile olmanın avantajlarıydı benimsediği...
Kirli suyu tuvalete boşaltıp kovayı duru suyla doldurdu. Parkeleri ikinci kez silmeden önce, balkona çıkıp havayı kontrol etti. Yağmur hâlâ yoktu. Ama gökteki bulutlar keskin bir sağanağın habercisi gibiydiler. Suat'a melisa çayını Mısır Çarsısı'nda bulabileceğini neden tembihlememişti. O dükkan senin, bu aktar benim geziyordur şimdi. Bulamayınca da sinirlenip üzerini kırmızı kalemle çizer. Oysa kayınvalidesinin gece uykusuzlukları için yazmıştı melisa çayını. Bir arkadaşı tavsiye etmişti. Huysuz çocuklara ve uykusuzluk çekenlere bire birmiş. Suat'ı cep telefonundan arayıp Mısır Çarşısı'na git dese... Bir de derneğe uğrayıp, bu haftaki etkinliklerle ilgili bilgi almasını istese... Fakat şu an aradıklarını bulamamaktan sinirliydi muhtemel. Hele kalabalık bir yerde falansa cep telefonuyla konuşmayı hiç sevmez, isteneni, söyleneni dinlemeden, tamam, hadi der kapatırdı. Aslında ters bir zamana denk gelmişti misafir işi. Şu sıralar ne kayınvalidesinin torun özlemlerini, ne de görümcesinin şehit nişanlısı buhranlarını çekebilecek gücü vardı. Dünya kirli bir savaşın eşiğindeyken, üstelik bu savaş yanı başlarında, yaşadıkları ülkeden beslenme umuduyla gelişiyorken hiç bir şey yokmuşçasına ailece durgun, dingin, huzurumsu günler geçirebilecekler miydi? Kayınvalidesini kanepeye kurulmuş savaş haberlerinin en can alıcı yerinde üç bin bilmem kaç kez, şu, şu, şu Arapça lafzı tesbihata vurursak savaş çıkmazmış, Iraklı Müslüman kardeşlerimiz ölmezmiş dediğini duyar gibi oldu. Yalnızca kendisi çekse iyi, boyu iki metreyi bulan tespihinin bir ucunu da Ceyda'ya tutturur, sağa sola hafif salınımlarla bu ironiye ortak olmasını isterdi. Suat'la birlikte defalarca anlatmayı denemişlerdi, sayısal rutinlerin geçersizliğini... Değişen bir şey olmuyordu. Görümcesi de kayınvalidesiyle hemfikirdi. Tek farkla o tespihinin ucundan kimseye tutturmazdı. Titizliği bir bu konuda işine yarıyordu Ceyda'nın.
Son bir aydır savaş karşıtı gösteriler hız kazanıyordu kentte. Yetişebildiğince hepsine katılmaya, hayatın klişeleşmiş kalıplarından soyutlanıp insanlık için duyarlılık kazanmaya, duyularını harekete geçirmeye ve sesini on binlerle bir yerlere, birilerine, en çok da kendine duyurmaya çalışıyordu. "Savaşa hayır" derken, bu sloganı dilinden yüreğine nasıl aktarabileceğini sorguluyordu. Hayat bütün acımasızlığıyla hücrelerine hükmederken, "Savaşa Hayır" hangi esaslı duruşla söylenebilirdi ki? 'Savaşa hayır' derken; 'savaşa evet'e götüren bütün kirli, tozlu, riyakâr, rijit, pis, pespaye, perişan hep başkalarına ait görülen fakat her insanda az ya da çok bulunan yabanıl duyguların, olguların, tavırların söküp atılması gerekmez miydi? Hem neden savaş diyorlardı ki vahşetin, katliamın, istilanın adına...
Üstelik bir de gelecek misafir telaşı yüzünden motivasyonu biraz daha dağılmıştı. Yo eylem, seminer ve panellerden elini eteğini çekmeye niyeti yoktu. Suat da ilk günden gereken hassasiyeti gösteriyordu savaş karşıtı girişimlere. Fakat kayınvalidesine ve Safiye'ye anlatmak zordu. Her gün aynı gerekçeyle evden çıkmasını hoş karşılamazlardı büyük ihtimal. Kayınvalidesi otur benimle tespih çek diye diretirdi. Safiye'yi yanında götürmeye çalışsa, hem etkinliklerin mantığını kabullenmez, hem de kalabalıkta üstüm başım kirlenir diye yanaşmazdı. Üstelik günde üç öğün sofra kurmak lazımdı. Mutfak işinde ikisinden de pek destek gördüğünü hatırlamıyordu. Bir de Suat vardı; kendini doyurmaktan bile aciz... Bir keresinde evde yalnız olduğu bir sırada makarna pişirmeye karar vermişti de bir paket makarna suda kaynaya kaynaya tortop olup çamurumsu bir şeye dönüşmüş, tadına bile bakmadan çöpe dökmek zorunda kalmışlardı. Yumurta pişirdiğinde de ya tavayı yakardı, ya da her yana yağ sıçratırdı. Ekmek arası hazırlarken masa örtüsünü keser mi insan... Böyleydi işte. Onun mutfağa girmemesi her halükarda hayrınaydı Ceyda'nın. Dolaba üç günlük yemek hazırlayıp koymuştu. Sarmayı ve mantıyı pişirmeden bekletiyordu. Bu yemekler ona birkaç gün kazandırsa da sonrası meçhul... Kayınvalidesi basit sebze yemeklerini yemekten saymazdı. Hamur işlerinde maharetliydi. Ama unu oklavayı alarak işin başına geçmez tarif vermekle yetinirdi. Bir gün önceden sabah kahvaltısında gözleme, ikindi çayında un kurabiyesi iyi gider demişse, Ceyda anlardı kendinden isteneni. Herkesin türlü çeşit engeli var, gözünde büyütme o kadar diyordu Suat. İki gün önce Beyazıt'taki mitinge gelebilmek için patronuna masum bir yalan söylemek zorunda kalmıştı. Karım hasta, doktora götüreceğim de... Fakat şirketin çaycısıyla mitingde kafa kafaya gelmezler mi? Görecektin bizdeki hali diyor. O da annemi doktora götüreceğim diye izin almışmış meğer. Sonra omuz omuza slogan atıp yürümüşler. Şirkete dönüşleri de birkaç dakika arayla olmuş, biri ön kapıdan diğeri arkadan...
Ruhunu ikiye bölen bir çizgi vardı hanidir. Bu çizginin iki yanında iki sima vardı, tıpkı Habil ve Kabil tezatlığında. Birisi inadına Hakka ve adalete çağırıyordu hücrelerini, diğeri vurdumduymazlığa. Galip gelecek olanı seçmek kendi elindeydi. Duyularını, duygularını çarpıştıracak ve ruhundaki çizgiyi ortadan kaldıracak olan da kendisiydi. Fakat ortaya çıkacak heterojen yürekle ayakta durabileceğinden emin olamıyordu. Hep yarım ve eksik kalan bir şeylerin tadında tüketsin istemiyordu ömrünü. Hep birilerine bağımlı, hep aklını meşgul eden büyük dertler, hep içindeki o yokluk o yoksunluk hissi hızını kessin istemiyordu. Çünkü savaşın çığlığı ışık hızıyla yayılıyordu. Denetçiler raporunu sunmuştu, Amerika raporun sonucunu kaale almadığını belirtmişti günler Öncesinde. İki gün önce otuz yedi bin asker daha gönderilmişti körfeze. Gökten asker yağıyordu şimdilik. Suat dün gece kumanda elinde televizyonun karşısında uyuyup kalmıştı, CNN'de Körfez Savaşı'nı anlatan bir belgeseli izlerken. Tam da seksen yaşlarında ihtiyar bir ninenin, lastik papuçlarla gözyaşları içinde çamur deryası yollara düşüşünü gösteriyordu. "Savaşa hayır" derken bu nineyi hatırlasaydın ya... Sonra Halepçe katliamından o insanın muhayelesini zorlayan sahneler geldi ekrana, yollara saçılmış cesetler, anneleriyle kucak kucağa ölen bebeler... Sinir gazının sakat bıraktığı, süründürdüğü insanlar... Bir başka kanalda iki gün içinde roket saldırılarına uğrayan Filistin halkı... Neden daha yürekten istemedin? Neden önce kendine duyurmadın isyanını?...
On iki sene önce iktisat fakültesinde okuyorken yine Amerikan uçakları Bağdat semalarındaydı. Dört arkadaşıyla paylaştığı öğrenci evinde siyah beyaz, otuz yedi ekran televizyonun ekranından Bağdat'a düşen bombalan izlerken birbirlerine sarılır, öfkeleri göz yaşlarına vurmuş yüreklerle Amerika'ya lanet okurlardı. Okulun önünde eylem yapılmadan, her gün Amerikan ve İsrail bayrakları yakılmadan derse girilmezdi. Sömestire giden Diyarbakırlı sınıf arkadaşı Sevre anlatmıştı. Güneydoğulular, Saddam korkusuyla evlerinin pencerelerini koli bantlarıyla çevrelemişler, her türlü kimyasala karşı evlerinde tek bir açık delik bırakmamışlardı. Sonrasında da koli bantlarının adı Saddam bantı olarak kalmıştı bölgede. Sevre aramıştı iki gün önce. Saddam bantları yine revaçta diyordu, dokunaklı sesiyle. Bir garip oldu içi. Geçen hafta Mersin'den dayısı gelmiş, bir gece yatıya kalmıştı. Yıldız Teknik'te okumakta olan oğlunu denetim için sık sık gelirdi İstanbul'a. Kendisi eski tüfeklerdendi ama oğlunun siyasal hareketlerden uzak durması için elinden geleni yapıyordu. Yalnızca oğlunu engellese iyi, onların başını da şişiriyordu her gelişinde. Bırakın şu sokak gösterilerini diyordu. Sisteme muhalefet adına sağduyunuzu yitirmeyin... "Savaşa hayır" derken Saddam'ın ekmeğine yağ sürdüğünüzü düşünün bir de. Amerika petrol menfaatiyle hareket ediyor olabilir ama Saddam psikopatının da başımıza ne çorap öreceği belli mi? Sanki savaşın Saddam ve Bush arasında düzenlenen bir düello mantığıyla algılanmasından yanaydı dayısı. Yalnızca ikisinin birbirini katletmesine kim hayır derdi ki! Hatta Şaron'u da alsaydılar yanlarına... Peki ya, Amerikan'ın dünyaya meydan okuyan buyurganlığı, Irak halkının çektiği, çekeceği acılar, Iraklı çocukların kana bulanacak masumiyeti... Buna mukabil istilaya taşeronluk yaftası biçilen bir ülkede yaşamanın utancı... Kocasıyla dayısı her seferinde şiddetli bir kavganın eşiğinden dönüyorlardı. Şu dayın bi daha gelmesin evimize diyordu Suat. Bak bir gün büyüğümüzdür falan demeyeceğim...
Salon parkesinin ardından, antreyi, koridoru, ıvır zıvır depolamada kullandıkları çocuk odasını da bir güzel sildi. Bu odayı Safiye için hazırlamayı teklif etmişti kocası. Köşedeki mobilyacıdan tek kişilik bir kanepe almayı, kapının sağına küçük bir çalışma masası koymayı ve Safiye'ye sürpriz yapmayı tasarlamıştı, Kanepe neyse de çalışma masası ne işe yarayacaktı. Safiye hiç kitap okumazdı ki okuyana da kızardı. Canım, oturup arkadaşlarına mektup yazar, ne bileyim, o da olmadı günlük anı defteri falan tutar, demişti Suat, Bu yaştan sonra mı? Oldum olası kardeşinin kağıda-kaleme düşmanlığını kabullenememişti. Buna karşın birkaç gündür tembih edip duruyordu Ceyda'ya; misafirlerin yanında kitap okuyup durma. Bir ay gözlerin dinlensin. Haberleri dinlerken bir kulağın da bizde olsun. Annemin menkıbelerini de dinliyor, görün en azından... Öyle görmüş öyle bilmiş kadıncağız, değişmez bu yaştan sonra, değiştiremeyiz! İşi zordu. Önceki yıllarda önemsemediği, sabretmekte zorlanmadığı birçok mesele yıldan yıla katlanılması zor bir handikaba dönüşüyordu. Ters zamana gelmişti şu misafir işi. Hiç değilse bir ay sonra gelemezler miydi? Her şey sınırdaydı işte; ABD sınırdaydı, Silahlı Kuvvetler sınıra sevkiyat kararı almış, asker tezkeresi de sınırda. Ama eve, misafirlerine konsantrasyonunu sağlamak zorundaydı yine de. Oysa içindeki acıyı ve kini büyütmenin arefesinde, duygularını adam edebileceğine inanmışken; bu da gerekli, bu da gerekli bu da, bu da, bu da, diye bölünecekti yeniden. Kayınvalidesi çocuk giysisi getirmeseydi bu sefer. Safiye son anda bavuluna yerleştirmeyi unutsaydı kokulu sabunlarını. Üç öğün değil, iki öğün yeselerdi. O bulaşıkları köpüklerken birileri durulamaya gelseydi. Diğeri masayı silseydi. Kayınvalidesinin menkıbelerindeki iyi yürekli melek sima insanların ruhu dolaşsaydı evin içinde. Ve kendine ve kendi gibilere ayıracağı zamanı hep kalsaydı Ceyda'nın. Suat, melisa çayını bulmuş mudur? Mısır Çarşısı'nda, soldan dördüncü aktardaydı. Fazla dolaşmasın diye cepten aramalıydı artık. İki saniye sonra Suat'ın yorgun sesi duyuldu hattın diğer ucunda. Şu melisa çayı diyemeden Suat: Melisa çayı için aradıysan çoktan buldum dedi. Mısır Çarşısı'nda satılabileceğini tahmin etmem hiç zor değildi. Yağmur başlamadan dönsen de halıyı kurtarsak diyebildi. Suat eline tutuşturulan listenin henüz on üçüncü maddesinde olduğunu söyleyip kapattı telefonu. Yağmur hâlâ yoktu ama bir başlarsa... Balkona çıkıp halının başında beklemeye başladı, Yağma yağmur yağma...
Geçen ay iki günlüğüne Bursa'daki baba ocağına gitmişti, ailesiyle hasret gidermeye. Evlerinin büyülü atmosferinde bekârlığından kalma dolu dolu iki gün geçirmek içine yeğnilik katmıştı. Annesi ses etmese üç, dört, beş güne uzatabilirdi misafirliğini. Ama Suat'ın İstanbul'da yalnız kalışı problem oluyordu her seferinde. Annesi toplumda her yalnız erkek için duyulan kaygılan ulu orta dillendirmekten bıkmıyordu. Suat yemek yapmayı bilmez kabul, yarı aç yarı tok gezer kabul, televizyonun önünde uyur kalır, sabah işe de gecikir kabul, ama birkaç günlük boşluktan istifade eden ahlaksız erkeklere benzemez. Müslüman o! Yine de annesine söz geçmezdi. Şu n'olur n'olmaz lafına da gıcık oluyordu o yüzden. Ailesinin vehimlerinin altında yatan sır, o kronik yarada, onun bir türlü anne olamayışında gizliydi galiba. Bir gün kızlarının bu nedenden ötürü kocası tarafından terk edilebileceği ihtimali ikisinin de şuur altına iyice yerleştiğinden kaygılarını öyle net ve masum sergiliyorlardı ki, örselense de sesini çıkarmıyordu. Babası üç aylık emekli maaşından arttırıp yaptığı tek tük küçük altınları eline tutuştururdu her seferinde. Götür kocana ver, derdi. Ev, araba alırsa katkımız olsun. Annesi her kış kazaktı süveterdi derken damadını yünlere boğmuştu. Suat el örgüsü sevmiyordu halbuki. Tüylü şeylere karşı alerjisi vardı. Ördüğü kazakların hiç giyilmeden kermese bağışlandığını duysa annesi... Bir de her aile ziyaretinde gündeme gelen ikinci hassas konu, iyi bir diplomaya sahip olmasına rağmen hâlâ çalışmıyor oluşuydu. İktisat fakültesi evde oturmak için okunmazdı değil mi? Üstelik çoluğu çocuğu yoktu, İstanbul gibi geçim derdinin ayyuka çıktığı bir kentte yaşıyorlardı. Başörtün yüzünden içine kapanıp gittin. Sor, soruştur, ara bul, kocanın yanında itibarın olsun; kiranızı karşılayacak kadarcık bir maaşın olsa o bile kârdır, diyorlardı. Çocuk ve para... Çocuk ve para... İki kelimede düğümlenen bilmecede miydi evliliğini ayakta tutmanın sırrı?
Diplomasını aldığı günden beri sayısız iş başvuru formu doldurmuş, imzalamış, haber beklemişti oysa. Çoğundan başörtüsü yüzünden geri çevrilmiş, kabul edildiği bir şirkette ise müfettişlerin yaptığı denetim sırasında başını açmadığı için işine son verilmişti. Toplasan üç ayı bulmazdı mesai takibi. Suat'la İktisat fakültesini birlikte okumuşlardı. Okul bitiminde evlenip ortak bir iş yeri açmayı planlamışlardı ama... Özel iş yeri açmak kolay mıydı? Kirası, algısı vergisi, kârı zararı, sermayesi... Çok geçmeden özel bir şirkette iş bulmuştu Suat. Kocası da olsa içerliyordu insan. Sabahları onun işe hazırlanmasına yardımcı olurken, kırçıllı kravatımı gördün mü, bej gömleğim yine ütüsüz, kızartılmadan da yenmez ki bu ekmekler diye söylenip durmasına değil de ev hanımlığının annesinden ilk günden devralınmış bir miras gibi benimsenmesine kahırlanıyordu.
Halıyı kendi gayretleriyle toparlamaya çalışıyordu ki kapı zili. Suat olmalıydı. Elindeki poşetlerle canından bezmiş bir halde dikiliyordu kapının önünde. Bu poşetlerdekileri bir bana mı aldı sanki. Niye yüzü asık. Çocuk odasını Safiye için hazırlamadık diye mi? Aynı anda sağanak yağmurun sesi duyuldu. Halıyı kurtarmalıyız! Soluk almaya bile fırsat yok ki bu evde! Rüzgârın etkisiyle yağmur balkona vuruyordu. Neyse ki halı içine su çekmeden toplandı ve Ceyda'nın artık yaza kadar silmem dediği salonun zeminine yayıldı. Suat akşam haberleri için televizyonu açıp kanepeye uzanırdı şimdi. ABD'nin tehditleri akardı evin içine. Denetçilerin raporu bize lazım değil; hiçbir ülke katılmasa da tek başımıza savaşırız! Fakat Suat televizyonu açmıyor. Dalgın ve düşünceli, mutfak masasına oturup onun poşetleri boşaltısını izlemeye koyuluyor. Listede olan olmayan eline ne geçmişse almış bu adam. Poşetlerden birisi liste dışı malzemelerle dolu. Keçi boynuzu, ahşap bir anahtarlık, horoz şekeri, zencefil, soya fasulyesi ve kurutulmuş bezelye... Horoz şekerini eve gelecek herhangi bir misafir çocuğa vermek, keçi boynuzunu da çocukluğuna inmek İçin kendine almış olmalı. Yarın annesine ve kız kardeşine kavuşacağı için mi böylesine dalgın?
Birden içinin merhametle dolduğunu hissetti. Suat belki de annesiyle kardeşinin yeterince istenmediğini sezinliyordu bu evde. Şimdiden arada kalma, ortalığı idare edememe kaygısına kapılmış da olabilirdi. Tam onu rahatlatacak birkaç cümle tasarlamıştı ki çalan telefon girdi araya. Arayan Safiye'ydi. Bursa'da olduklarını bildiriyordu. Suat'ın gergin yüz hatları yumuşayıvermişti terminalde bekleyeceğim derken. Allah bilir bu sevinçle çocuklaşırdı şimdi. İşte masanın üzerindeki keçiboynuzlarına uzanıyor... Yemek öncesi iştah keser uyarıları faydasız. Keçiboynuzunun damağında bıraktığı tatla başlıyor yine... Ben yedi yaşındayken...
Suat'ın çocukluğu cesurluğunu belgeleyen onlarca hatırayla doluysa da Ceyda'nınki dışarıdan bakıldığında siyah beyaz bir belgesel sadeliğindeydi. Fakat bu belgeselin bir dönemi korku filmlerini aratmayacak gerginliklerle yüklüydü ki çocukluğuna karabasan gibi çöken o zaman dilimi hâlâ hafızasında canlılığını koruyordu. Sekiz yaşlarında olmalıydı. Amerikalıların kıtayı ele geçirirken kızılderililere yaptıkları zulmü anlatan bir film izlemişti televizyonda. Filmde baştan sona beyaz adamın acımasızlığı, bencilliği teşhir ediliyordu. Kızılderililer ayaklarından baş aşağı ağaçlara asılıyor, kırbaçlanıyor, kurşunlanıyor, evleri yakılıyor, atların arkasına bağlanarak yerlerde sürükleniyor, çocukları gözlerinin önünde öldürülüyor, kadınlar tacize uğratılıyordu. İnsan soyunun böylesine gaddarlaşabileceğine tanık oluşu çocuk ruhunda olumsuz tesirler yapmıştı. Öyle ki geceleri yastığa başını koyduğunda kızılderililerin başına gelenlerin kendi başına da gelmemesi için çareler düşünür ve ülkesi istilaya uğrayacak olursa en kestirme yol olarak evin en gizli köşesine saklanmakta karar kılardı. Mesela, yattığı tel divanın altı, bahçedeki kömürlüğün içi, babasının her yağmurda birkaç kiremit değiştirmek için çıktığı çatı katı olamaz mıydı? Ya da köydeki anneannesinin evindeki tek kişilik hamam, o da olmazsa okuduğu ilkokulun hademe odası... Tabi ya hademe odası. Zemin kattaki o ahşap oda. Dışarıdan bakıldığında tahta bir sandığı andıran o gizemli odacık. Şayet düşman onu bulursa çok ama çok hızlı koşardı. Okuldaki bayrak yarışında koştuğundan çok daha hızlı. Beden eğitimi öğretmeni her bayrak yarışı öncesi farz edin ki savaştasınız ve en kutsal değerinizi, bayrağınızı kurtarmak için koşuyorsunuz derdi ya. Tıpkı öyle işte. O korkuları nasıl yendiğini, kendini nasıl teskin ettiğini hatırlamıyorsa da Iraklı çocukların kaygılarını gözlerinden okuyabiliyordu. Televizyonda onları gördüğünde ta gözlerinin içine bakıyor, düşmanın bombaya dönüşmesinin ardından çocuk yürekleriyle nasıl kurtuluş çareleri ürettiklerini anlamaya çalışıyordu. Gökten yağacak on binlerce ateş topundan kaçabilecekleri yerleri tasarlamışlar mıdır? Öyle yerler var mıdır ya da... Divan altı, hademe odası, çatı katı, tek kişilik hamam düşleri bile ipotekli o çocukların...
İşte televizyonu açtı Suat! Ülkemizin menfaatleri için ABD'nin yanındayız. Bizi kimse işbirlikçi ilan edemez, diyor başbakan. Hanidir alınamayan kararın gerekçelerini açıklarken yüzü her zamanki o gülümser halinde mi ne? Şimdi muhalefette olsaydı... Kuzey cephesi, canlı kalkanlar, savaş gemileri, patriot füzeleri, savaş karşıtı gösteriler, kamuoyuna sor kampanyaları, NATO, denetçiler ve askerler... Yeşil giysili adamlar, yeşil giysili kötü adamlar... İşte şu spiker değil mi tüm bu kavramları bir spor müsabakası anlatıyor gibi sunan. Dün geceki belgeselin ikinci bölümü başlayacaktı az sonra. Suat dakika başı saatine bakıyordu. Yaklaşık üç saat vardı misafirlerin gelmesine. Her an kalkıp gidecekmiş gibi oturuyordu kanepede. Akşam yemeğini misafirlerin gelişine ertelemişlerdi. Bu gece mantı pişirecekti. Yarına yaprak sarması, öbür güne Allah kerim...
Tahmin ettiği gibi kocası iki saat öncesinden gitti terminale. Belki de kapıdan çıkarken misafirlerimizi birlikte karşılayalım demesini beklemişti. Diyemezdi ki... Terminalde buluşup hasret gideren aile tablolarına uzak düşmüştü hanidir. Rol yapmanın da bir manası yoktu. Üstelik bu birkaç saati kendini dinlemeye, aldığı, alacağı kararları pekiştirmeye, güç toplamaya ayırmak istiyordu. Bir de şu belgeselin ikinci bölümüne takılmıştı aklı. Sağ el bileği parkeleri sildiğinden beri ağrıyıp duruyordu zaten. Deterjana alerjisi olduğundan parmak aralan kızarmış ve kaşınmaya başlamıştı. Bepanten olacaktı çekmecelerin birinde ama hangisinde? Dağınıksın, derdi annesi olsa şimdi. Bir ecza dolabın olsun, bir iğnedenliğin, bir mandal sepetin, gazeteliğin. Böyle mi gördün benden?.. Evin sessizliği kendini tazelemek yerine iç sıkıntısını büyütürdü şimdi. Ekrandan odasına taşan karelerin her biri yükünü çoğaltırdı. Yine o iç çatışması... Bütün yabanıllardan kurtulma aşkı. Omuz omuza yapılacak işlerin peşine düşme isteği. Arada kalmış, unutulmuş ayrıntıların, lüzumsuz yılgınlıkların, bölünmeden diri kalabilmenin sırları. Hepsi, hepsi sorgudan geçirilirdi. Temizlenmenin ve arınmanın muhasebesi tutulurdu. Beş yüz bin çocuğun öleceği varsayılan bir katliam öncesinde...
Misafirler gece yarısını beş geçe geldiler.
Az sonra pişmekte olan mantı kokusuyla, Safiye'nin bavulundan yükselen sabun kokuları birleşti evin içinde. Mantıyı karıştırırken kayınvalidesinin elinde renkli bebek patikleriyle kendine doğru yaklaştığını gördü. Gülmeyle karışık bir ağlama hissi... Sırası mıydı tutulmanın? Tuhaflığı o kadar belliydi ki; yoksa sarı patikleri bu kez boşuna örmediğim için mi böylesin dedi kayınvalidesi, sırtını sıvazlayarak.
Boğazı kurudu, gözleri doldu, acılı bir sesle:
Beş yüz bin çocuk, anne diyebildi... Beş yüz bin çocuk diyorlar...
Kayınvalidesinin gözleri büyüdü, yüzü anlamsızlaştı birden, koşar adım oğlunun yanına gitti. Sesi öyle telaşlı ve korkuluydu ki:
Suaaat! Ne diyor bu senin karın?! İkiz, üçüz duydum ama, beş yüz de çok be oğlum!
Anne, dedi Suat. Annnne!..