Salihlerin Yoluna Uymak ya da Çoğunluğun Hüsranını Paylaşmak

Kenan Levent

“Sen insanların iman etmesini ne kadar istersen iste, onların çoğu iman etmezler.”1

Kur’an-ı Kerim insanların çoğunun zanna uyduklarını, şükretmediklerini, fasık, müşrik, kâfir olduklarını, ahreti inkâr ettiklerini, dalâlet ve gaflet içinde olduklarını, başlarına gelenlerden ibret almadıklarını, birçok yönden bilmezlik içinde olduklarını ve gereğince akletmediklerini belirtir.2 Buna mukabil, iman edip salih amel işleyen ve salihlerin yolundan gidenlerin ise az olduklarını ama kurtuluşa erecek olanların da bunlar olduğunu belirtir.3

İnsan ya ilahi çağrıya kulak verip, salihlerin yoluna uyup bunda ısrarcı olacak ya da mücrimlerin çokluğuna aldanıp, bunların hüsranını paylaşacaktır. Hüsran, gerçek bir kayıp, aldanma ve ziyanda olma hâlidir. Bu hâl insanların çoğunun ortak paydasıdır.4

İman; emin, emanet, teminat ve emniyet gibi anlamları taşıması dolayısıyla, iman edilecek hususlar açısından hiçbir muğlâklık, şüphe ve tereddüdü bünyesinde barındırmaz. İman edilecek esaslar ise gayet açıktır: En başta gelen iman esası, Allah’ın, tek ilah ve rab olduğuna inanmadır. Yine Kur’an, peygamberlere, kitaplara, ahiret gününe ve meleklere inanılması gerektiğini belirtir.5

İman edip, hidayet üzere hayatını devam ettirenlerin sayısı neden hep az olmuştur? İnsanlar çoğunluğa uyarak neden hüsranı tercih ederler? Bu sorular, insanların çoğunluğunun genel tutumu ile ilgili olarak Kur’an’daki ayetler incelendiğinde doğru cevaplanabilir. İman esasları, çoğunluğun yanılgısının yine en önemli sebebidir. Allah’ı gereği gibi takdir ve tenzih etmemekten kaynaklanan, Allah hakkındaki eksik, yetersiz ve yanlış bilgiler; ahiret hayatının mahiyeti; insanüstü peygamber beklentisi; gaybi varlıklar (melekler, cinler); kitaplar ve içerikleri hususundaki eksik, yanlış ve zanni bilgiler iman etmemenin unsurları olarak öne çıkmaktadır.

İnsanların çoğunluğunun inkârını ve hüsranını besleyen sebepler ile ilgili bazı tespitlerimiz ise şöyledir:

Bilgisizlik

Bilgi ve bilginin kaynağı, iman ve bilinç oluşmasında önemli bir faktördür. İnsanların, ulûhiyet, rububiyet, risalet, insan, toplum ve kâinat hakkındaki yanlış bilgileri iman etmemelerinin önemli sebeplerinden biridir. İnsanların bu yanlış bilgilerini üç unsur ekseninde düşünmek gerekir.

1) Vahyin Kılavuzluğundan Mahrum Olmak

Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.”6

İnsanın doğru bir hayat yaşaması ve hesap gününde hesabını kolay vermesini sağlayacak en önemli husus, hayatı boyunca edindiği kılavuza bağlıdır. İnançlarını, amellerini, değer yargılarını kendisine bakarak oluşturduğu kılavuzu doğru seçmezse kendi hüsranını hazırlamış olur. İnsanların çoğu bu konuda yanılgı içindedirler.

2) Kevni Ayetlerden Habersizlik

“Gerçek şu ki, göklerin ve yerin yaratılmasında gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.”7

Bilgiyi oluşturan ve düşünceyi olgunlaştıran unsurlardan biri de insanın kendisi ve içinde yaşadığı kâinat üzerindeki düşünmeleri sonucu elde ettiği bilgilerdir. Varlık âlemi hakkında yeterince düşünmeme ve materyalist ideolojilerin sapkın yaklaşımları ekseninde hayatı anlamaya çalışması, inkârı besleyen başka bir unsurdur.

3) Doğru Bir Tarih Bilincine Sahip Olmamak

“Deki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra yalanlayanların sonu nasıl oldu, bir görün.”8

İnsanın önemli bilgi kaynaklarından biri de eski bilgilerdir. Yani insanların tarih boyunca ortaya koyduğu her türlü düşünce ve edebi eserlerdir. Doğru ve sağlıklı bir geçmiş bilgisine sahip olmak için; tarihî verilerin ve tarih içinde üretilmiş bilgilerin vahyin kılavuzluğunda, tahkik, tahlil ve tenkit edilmesi gerekir. Aksi takdirde, insanların tarih bilincinin, materyalist, ilerlemeci, kahramanlık, medeniyet ve kavim eksenli okumalarla kirletilmesi ve sığlaştırılması kaçınılmazdır. Bu da Kur’an’ın cahiliye gururu dediği hamasetle sonuçlanmaktadır.9

Tefekkür Etmemek

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerine tefekkür ederler.”10

İnsanların çoğunun yanılgısını besleyen ve dalâletine sebep olan bir unsur da tefekkür eksikliğidir.

Bilgiyi bilinene doğru sevk eden güç anlamına gelen fikr kökünden türeyen tefekkür, bu gücün akıl bakış açısına göre hareket etmesidir. Bir bakıma işlerin hakikatlerine ulaşmak için onları irdelemek ve araştırmaktır.11

O halde tefekkür, hem Kur’an ayetleri hem de kevni ayetler, tüm nesneler, olaylar ve olgular üzerinde akıl yürütüp, bir sonuca varmak ve ibret almaktır. Düşüncenin derinleşmesi ve hikmetle buluşmasıdır. Elbette doğru bir tefekkür için, kalb-i selim ve akl-i selim sahibi olmak gerekir.

Tefekkür etmek insanın kendisi ve içinde yaşadığı çevreyle doğru bir ilişki geliştirmesine, yaşadıklarından ibret almasına ve salihlerin hayatına benzer bir hayat sürdürmesine vesile olacaktır. İnsanları tefekkür etmekten alıkoyan bazı faktörler ise şunlardır:

1) Çoğunluğa uymanın getirdiği zihinsel uyuşukluk; ‘herkes nasıl yaşıyor ise ben de öyle yaşarım’ düşüncesi.

2) Tembellik, özellikle de düşünsel tembellik; sürekli olarak kurtarıcı beklemek ve başkalarının harekete geçmesinden medet ummak; kanaat önderlerinin gölgesinde yaşamaya alışmak.

3) Hayat mücadelesi denen olgunun insanı çepeçevre kuşatması, günlük hayatın koşuşturmacası içinde kaybolup gitmek.

4) Düşünmenin insana getirdiği sorumlulukları üstlenmekten kaçınmak.

Ataları Körü Körüne Taklit

Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygambere gelin’ dendiğinde ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?”12

İnsanlar kendilerine sunulan her yeni çağrıya karşı, içinde yaşadıkları çevrenin inanç, değer yargıları, alışkanlıkları ve sosyal gruplarının oluşturdukları baskı sonucu ilk etapta bir tepki gösterirler. Süregelen inançlarını ve hayat tarzlarını gözden geçirmek ve değiştirmek konusunda inatçı bir tutum sergilerler. Özellikle de dinî inançlar söz konusu olduğunda atalarını takip etmek insanlara daha cazip gelmektedir.

Toplumların inançları, örf ve âdetleri, yeme-içme, giyim alışkanlıkları tarihî süreç içinde şekillendiğinden, değişimleri kolay olmamaktadır. Her sahih çağrı karşısında ilk sığınak geçmiş olmaktadır.

Günümüz dünyasında kitle iletişim araçlarının çeşitliliği, yaygınlık kazanması ve teknolojik gelişmeler toplumları giderek birbirine benzetmekte ve geleneksel dokuları daha çabuk çözerek toplumsal değişimlere yeni bir mahiyet kazandırmaktadır.

Yüzeysel ve şekilsel değişimler söz konusu olmakta, eski inanç ve hayat tarzları “gelenek” adı altında yeniden üretilmektedir. Burada “gelenek”, kurucu değeri olmayan, mevcut hayat tarzlarını değiştirmekten uzak, nostaljik söylemler yığını ve folklorik bir unsur olarak temayüz etmektedir. Ruhunu yitirmiş dünyaya, yeni ve sahici bir ruh üflemekten uzak, modern kültürün nesnesi hâline gelmiş bu ‘modern atalar kültü’, taklidin yeni şekli olarak hâlâ çoğunluğu efsunlamaya devam etmektedir.

İktidar Sahiplerini Takip

“Ey Rabbimiz, biz reislerimize ve büyüklerimize tabi olduk. Onlar bizi yanlış yola götürdüler, diyecekler.”13

İnsanın ve cemiyetlerin felaketinin ve yıkımının bir sebebi de tıpkı ataları körü körüne taklit gibi, mevki sahiplerini, zengin ve nüfuzlu kişileri, her türlü lideri ve kanaat önderini sorgusuz sualsiz takip etmektir. Dün olduğu gibi bugün de insanların yanlışa düşmesinde ve doğru bir hayat tarzı geliştirememesine sebep olan önemli bir amil bu lider tapıcılığıdır.

Elbette bu anlayışın sahipleri olan kitleler, tek suçlu değildir. İstiz’af içinde olmayı besleyen birçok unsur statüko sahipleri tarafından örgütlü bir şekilde geliştirilmekte ve uygulanmaktadır. Kurulu düzenlerinin değişmemesi için gerektiğinde zor kullanmaktan da çekinmemektedirler. Gündelik hayat, kitlelerin düşünmemesi ve hayatı sorgulamamaları için sürekli olarak, değişik, araç ve yöntemlerle yeniden düzenlenmekte, sistematik propagandalarla yönlendirilmekte ve insanlar ekonomik kaygılarla örülü bir hayat tarzına mahkûm edilmektedir.

Benzeri bir tehlike de İslami oluşumlar içindeki insanlar için söz konusudur. Mesajın kendisinden ziyade mesajın yetiştirdiği insanları ön plana çıkarma, muhkem ölçüleri esas almak yerine her söylenenin ve yapılanın ardında bir hikmet arama, önemli bir sapma nedeni olmaktadır.

Gurur ve Tekebbür

Ona: ‘Allah’tan kork’ denildiği zaman, kibir ve gururu onu günaha sürükler. Böylesine cehennem yeter, ne kötü konaktır orası.”14

Gurur, “aldatma, kandırma, aldanma, kapılma, kendini beğenme, üstün tutma” anlamına geldiği gibi, insanların boş ve manasız şeylere güvenerek içine düştüğü aldanışı da ifade eder.

Tekebbür (kibirlenme), “büyüklük ve büyüklenme” anlamıyla beraber, kişinin başkasına büyüklüğünü izhar etmesi, kendini büyük görmek, büyüklenmek ve başkalarını küçük görmektir. Kibir, Kur’an’da tekebbür ve istikbar anlamında da kullanılmıştır.

Her iki kelime de gerek sözlük gerekse de terim anlamları itibariyle Kur’an’da yerilen insanların vasfı olarak geçmektedir.15

Gurur ve kibir sahibi olma, insanı aldatan, her türlü doğru inanç, düşünüş ve davranıştan alıkoyan, insanın aklına ve gözüne inmiş bir perdedir. Aslında hangi kalbe gurur ve kibir kaynaklı bir cebir (şiddet, zulüm) girer ve insanı çepeçevre kuşatır ve onda davranış halini alırsa, bu kalbin mühürlenmesiyle sonuçlanır.16

İnsanın gurur ve tekebbüre kapılmasında, makam-mevkisi, şan ve şöhreti, servet ve evlat sahibi olması önemli rol oynar. Sahip olduklarına kendi bilgi ve çabası ile ulaştığını düşünerek bunların kendisine itibar kazandırdığını düşünür.

İnsanların genel eğilimi de aynı yöndedir. Kim mal-mülk, servet, makam-mevki, şan-şöhret sahibi ise lüks bir hayat sürdürüyorsa onun mutlu ve başarılı olduğuna dair bir kanaat hâkimdir. Fakir olmak veya anılan imkânlardan mahrum olmak başarısızlığın ve yanlış içinde olmanın bir ölçüsü olarak kabul edilmektedir.17

Bu anlayıştır ki, insanların içinde bulundukları sapkınlıkları meşrulaştırmakta ve süreklilik kazanmasına vesile olmaktadır. Dolayısıyla hak olana ittiba etmenin, sahip oldukları verili konumlarını ve imkânlarını kaybetmelerine sebep olacağı ve kendilerini küçük düşüreceği inancı taşımaktadırlar. Aynı zamanda statüko sahiplerinin hakka tabi olacaklara yönelik tehditleri de olayın bir başka yönünü oluşturmaktadır. Ticaretinden, makam-mevkisinden, servetinden, can güvenliğinden olma, sürgün edilme korkusu, kısacası sahip olunan her türlü imkânın kaybı insanı iman etmekten alıkoyabilir.18

İnsanların genel eğilimi, kendi yanlışlarını, hatalarını, kusurlarını ikrar etmekten hoşlanmamalarıdır. Açmazlarını, zayıf ve acizliğini ortaya koyan mesajlar karşısında, insanların çoğu inat ve körlük içindedir.

Hevâya ve Zanna Uyma

“Bunlar, sadece sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerden ibarettir. Allah, onlarla ilgili ‘hiçbir delil’ indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin arzu ettiği hevâya uymaktadırlar.”19

İnsanları dalâlete sürükleyen unsurlardan biri de hevâya ve zanna uymaktır. Hevâ, “inmek, düşmek, mahvolmak, boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz, istek, meyil, heves” gibi anlamlara gelir. Bir bakıma hevâ, insanın, nefsinin tutku ve eğilimlerinin, arzularının, isteklerinin peşine takılıp, vahye sırt çevirmesidir. Öyle ki bu tutum sonunda insanı, hevâsını ilah edinmeye götürür.20

İnsanı hakikatten ayıran ve onun doğruyu görmesine mani olan en büyük handikaplardan biri de hevâsına uyup nefsinin elinde oyuncak olmasıdır.

Zan, “sanma, sezme, şüphe, tereddüt, tahmin etme ve kesin olmayan bilgi” anlamına gelir. Hakikat bilgisi karşısında zannın kıymet-i harbiyesi yoktur.21

İnsanların peşin hükümlü olmaları, hırs ve ihtiraslarının peşine takılarak tahmin ve kesinliği olmayan şeylere yönelmeleri yanılgılarını artırmaktadır. İnsanların davranışları ve kusurları ile ilgili olarak da su-i zandan kaçınmak gerekmektedir.22

İnsanların hidayet kaynağı Kur’an dururken, hevâlarına ve zanna uymaları, kötülüğü marifet sanmalarına ve batıl amellerinin kendilerine süslü görünmesine yol açmaktadır.23

İnsanların kötülüğü bir marifet, hüner saymaları zaman içinde vicdanlarının körelmesine ve yaşanıldığı gibi inanmaya sebep olmaktadır. Aynı zamanda kötü davranışlar hoş görülmeye başlanmaktadır. ‘Gemisini yürüten kaptan’ olmak her türlü olumlu ve doğru düşünceye rağmen daha çok önemsenme ve doğruluk kriteri olmaktadır. Hevâya ve zanna tabi olmak, kötülüğün şeffaflaşmasına ve sıradanlaşmasına yol açmaktadır.

Şefaat İnancı

“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra da O’na döndürüleceksiniz.”24

Şefaat ile ilgili yanlış inanç ve düşünceler tarih boyunca insanların dalâlete düşmesine sebep olmuştur. İnsanların çoğunun bu inancı, bir bilgiye ve yol göstericiye de dayanmamaktadır.

Şefaatin kelime anlamı, “yardım etmek ve hâlini sormak üzere başkasıyla bir araya gelmektir. Bu kelime, daha çok saygınlık ve mertebece daha yüksek konumda olanın, daha aşağı bir düzeyde olan ile bir araya gelmesi anlamında kullanılır.”25

Yaygın olarak ise “peygamberlerin, meleklerin, velilerin günahkâr mü’minlerin bağışlanması için Allah katında dilekte bulunmaları” veya “yüksek mertebeli kulların ahirette günahkâr kullar için aracılıkta bulunmaları” şeklinde anlaşılmaktadır.

Oysa Kur’an, ahirette torpil, iltimas, kayırmacılık ve fidye anlamına gelen bu tür inanç ve anlayışı kesin olarak reddeder.26

Kur’an, dünyada ve ahirette müminlere yardım etmeyi üzerine bir hak olarak almış olan Rabbimizin, yardımı anlamındaki bir şefaatten bahseder.27 Yine Kur’an, Rabbimizin, melekleri bu yardım işlerinde görevlendirmesinden bahseder.28 Aynı zamanda insanların dünyada birbirine yardımı ve desteği anlamına gelen şefaatten de bahseder.29

Görüldüğü gibi Kur’an, ahirette torpil, iltimas, kayırmacılık ve fidye anlamına gelen bir şefaat anlayışını onaylamamakta, bunun tamamen yanlış olduğunu bildirmekte ve bu anlayışı reddetmektedir.

Kur’an, kurtuluşa ermenin; iman edip salih amellerde bulunmak, hakkı ve sabrı tavsiye etmek, ‘marufu emir münkerden nehyi’ şiar edinmekle olacağını bildirmesine30 rağmen, maalesef insanların çoğu bu yanlış şefaat inancından vazgeçmemektedirler.

Kadercilik

“Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, biz de atalarımız da O’nun dışında hiçbir şeye kulluk etmezdik ve O’nsuz hiçbir şeyi haram da kılmazdık.’ Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı…”31

Tarih boyunca insanların ortak bahanesi, “Allah dileseydi bunlar olmazdı.” inancıdır. Bütün mücrimler, zalimler, müşrikler, kâfirler ve müstekbirler tekrarladıkları bu basit ve bayağı söylem ile suçlarını, gafilliklerini, kötülüklerini Allah’a isnat ediyorlar. Sorumluluk üstlenme ve gereğini yapma düşüncesinin izinin rastlanmadığı, kendini temize çıkarma anlayışının tipik yaklaşımıdır bu.

Kur’an, herhangi bir insanın veya toplumun hidayetten sapıp, dalâlete düşmesini kaderle temellendirmesini kabul etmez. Rabbimiz, hidayeti veya dalâleti insanların tercihine bırakmıştır.32 Fakat insanlar kendi sapkınlıklarının sebebi olarak Allah’ın dilemesini gerekçe göstermişlerdir.33

Rabbimiz kuşatıcı ilmi sayesinde hidayeti de dalâleti de seçenleri bilir. Ama Allah’ın bunları bilmesi bir zorlama ve baskı anlamına gelmemektedir. Allah asla kullarına zulmedici değildir.

İnsanların çoğunluğun tercih yasasını anlamaya yanaşmamaları ve “Kaderimizde bu var!” şeklindeki düşünüş biçimi birçok kötülüğün yaygınlaşmasına sebep olduğu gibi, içinde bulundukları durumdan kurtulmak isteyen insanları da bir biçimde etkilemekte, yanlışlığın sürmesine ve kökleşmesine sebep olmaktadır.

Mucize Beklentisi

“Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların, ‘Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden başkası değildir.”34

İnsanları inanmaktan alıkoyan sebeplerden biri de mucize beklentisidir. İnsanların, kendileri gibi beşer olan bir elçi gelmesini kavrayamamaları dalâlete düşmelerine sebep olmaktadır. Duyuları ile algılayabilecekleri bir mucize (aciz bırakan, karşı konulmaz, harika olan) beklentisinin karşılanmaması insanların inkârına yol açmaktadır.35

Kendileri gibi beşeri özelliklere sahip, içlerinde yaşayan ve örnek alabilecekleri bir elçi anlayışını insanların çoğu yadırgamıştır. Bu anlayış elçiler hususunda her türlü sapmaya da yol açmıştır. Maalesef bu yanlış inanç, kendilerini İslam’a nispet eden birçok insanda da mevcuttur. Bu yanlış anlayış, yarı ilah bir elçiden, hiçbir insani nitelik taşımayan, efsanevi ve örnek alınması mümkün olmayan bir peygamber tasavvuruna kadar çeşitlilik arz etmektedir.

İnsanların iman etmeyişlerinin sebepleri olarak tespit ettiklerimize başka unsurlar da eklenebilir. Biz şimdilik bunlarla iktifa edip, insanların çoğunun inanç, tutum ve davranışlarının ele alındığı ayetlerden yola çıkarak bazı tespitlerle konuyu bağlayalım:

Bir şeyin doğruluğunun ölçüsü ona inanların çokluğuyla ölçülemez.36

İman etme ve din seçiminde tam bir hürriyet söz konusudur.37

Ne kadar istesek de sevdiklerimizin ve insanların çoğunun iman etmesine vesile olamayabiliriz.38

İnsanlar iman etmiyorlar diye kendimizi kahretmemize gerek yoktur. Kıymetli şeylerin, kıymetsizlere oranla az olması adeta bir kanun gibidir.39

Keyfiyet/nitelik daima kemiyetten/nicelikten daha önemlidir. Ancak bazı keyfiyetlerin yerine getirilmesinde bir kemiyet gerektiği de unutulmamalıdır. Ama öncelik daima keyfiyettedir.40

Şüphesiz her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

 

Dipnotlar:

1- Yusuf,12/103. Bkz: Ra’d, 13/1.

2- 2/100, 243; 5/49; 6/116; 7/187; 10/36, 92; 11/17; 12/21, 38, 68; 16/38, 83, 100; 17/89; 21/24; 25/44, 50; 26/7-8, 65-67, 139; 27/61; 30/6, 8, 30; 34/13, 28, 36; 37/71; 39/49; 40/57, 59, 61; 44/39; 45/26; 52/47.

3- Sâd, 38/24; Âl-i İmrân, 3/104; Fâtır, 35/32.

4- 1/5-7; 6/116; 4/69; 12/101; 26/83; 27/19; 29/9; 103/1-3; 2/27,121; 3/85, 149; 4/119; 5/5, 21; 6/12, 20, 31, 140; 7/9, 99, 178; 8/36, 37; 9/67-69; 10/95; 11/18-21; 14/15; 16/107-109; 18/103-106; 20/61; 22/11; 23/103; 29/52; 39/65; 40/78; 41/25; 58/19; 63/9.

5- Bakara, 2/177, 285.

6- A’raf, 7/52. Bkz: 2/2, 185; 3/138; 12/111.

7- Bakara, 2/164. Bkz: 7/146; 36/33-46; 17/12; 40/78-81; 45/3-6.

8- En’am, 6/11. Bkz; 9/70; 11/84-95; 12/109-111; 25/37; 50/36.

9- Fetih, 48/26.

10- Âl-i İmran, 3/191. Bkz: 7/176; 10/24; 13/3; 16/11-14, 44, 69; 30/21; 39/42; 45/13; 59/21.

11- Rağıb el-İsfahani, Müfredat, 2. Cilt, Çıra Yay., 2007.

12- Mâide, 5/104; Bkz: 7/28, 70; 10/78; 11/62, 87, 109; 14/10; 21/52-54; 26/72-74; 43/23-24.

13- Ahzâb, 33/67-68. Bkz: 2/166-167; 17/16; 34/31-33; 41/29.

14- Bakara, 2/206.

15- 2/34, 206; 4/36, 172-173; 6/130; 7/11-13, 36, 51, 146, 206; 9/25; 16/23, 49; 17/37; 31/18; 32/15; 35/76; 39/60, 62; 41/38; 57/23; 74/18-25.

16- A’raf, 7/146; Mü’min, 40/35.

17- 19/73-74; 23/54-67; 34/35; 26/111; 89/15-16.

18- 7/90; 28/57-58; 30/10; 35/8; 40/75.

19- Necm, 53/23.

20- 6/56; 14/43; 25/43; 28/50; 45/23-24.

21- Yunus, 10/36; Necm, 53/23.

22- Hucurât, 49/12.

23- Kasas, 28/58; Fâtır, 35/8.

24- Zümer, 39/44.

25- Rağıb el-Isfahani, A.g.e., C: 2.

26- 2/48, 123, 254, 255; 6/51, 70, 94; 7/53; 10/3, 18; 26/100; 30/13, 32/4; 36/23; 39/43-44; 40/18; 74/48.

27- 22/14-15; 30/47; 37/171-172.

28- 19/87; 20/109; 21/28; 34/23; 43/86; 53/26.

29- Nisa, 4/85.

30- Âl-i İmran, 3/104; Asr, 103/1-3.

31- Nahl, 16/35.

32- 16/9; 18/29; 76/3; 90/10; 91/8-10.

33- En’am, 6/148-149; Nahl, 16/35.

34- İsrâ, 17/94. Bkz: 11/27; 14/9-10; 21/2-3; 23/24.

35- 3/59-60; 21/5; 29/50.

36- En’am, 6/116.

37- 2/256; 10/99-100; 11/118.

38- 17/107; 18/29; 28/56.

39- Hûd, 11/118; Şuarâ, 26/3.

40- Bakara, 2/249.