Güneş sisteminde onuncu gezegen mi keşfedilmiş?
Aylardır yeryüzünde değil de sanki bulutların üzerinde yaşıyor bu kız. Daha dün okula yetişebilmek için otobüs duraklarına koşan, büyüdün ikazlarına omuz silken, okul dönüşlerinde elinde elma şekeri, kağıt helva olan o kız değil imkanı yok! Düğününe birkaç ay kala annesinin dizinin dibinde kol böreği nasıl açılır, aşurenin içine neler katılır öğrenmeye çalışan hamarat bir ev kızına dönüşüverdi. Daha şimdiden kabul günlerinde misafirlerine yapacağı poğaça ve kurabiye tariflerinin listesini tutuyor. Çengelköy'deki evin hangi odasını hangi renge boyayacağını, hangi odaya hangi eşyayı koyacağının hesabını yapıyor. Ceyhun adı dilinden düşmez oldu. Ceyhun'la bugün Modüsan'a gittik... Ceyhun, ağır bir grip geçiriyor... Ceyhun, su böreğine bayılır... Ceyhun, spor giyimden hoşlanır... Nişanlanalı kaç ay oldu? Ne zaman böylesine tanıdı, onunla bir ömrü paylaşabileceğine inandı? Yıldız, kız kardeşindeki değişimi izlerken montajı doğru düzgün yapılmamış bir film seyrediyor gibi şaşkın. Bu filmde suni refleksler, yerli yerine oturmayan kareler var, ama kimseye anlatamıyor. Evde esen Ceyhun rüzgarına dur diyememenin acısını yaşıyor.
Annesinin ise, bir içimlik kahve dinlenmelerinde bile her an ayağa fırlayacak ve bir işin ucundan tutacak gibi bir hali var. Sabahın altısından gecenin geç vakitlerine kadar oradan oraya koşuşturuyor ve bir yandan sürekli konuşuyor. Yüksek sesle mi düşünüyor, kendine yardımcı mı arıyor belli değil. On kilo elyaf sekiz yanak yastığına pay edilecek, köşedeki yorgancıya ikisi pamuk, biri yün üç yorgan siparişi verilecek; bir aya kadar yetiştirmesi için sıkı sıkı tembih edilecek, Songül'ün gelinlik provası, sırmalı gelin terlikleri, saçına yapılacak topuz, duvağının ucundan geçecek şeridin parlaklığı, beline bağlanacak kırmızı kurdelenin eni boyu, Çengelköy'deki evin boyası badanası, alınacak koltukların rengi, biçimi... Bunca işin içinde bir de; gelin kızımız nasıllar bakalım bahanesiyle çat kapı gelen dünürlere güler yüzlü, hoş sohbet görünme çabalarıyla bitap düştü. Ama yine de halinden memnun. Başka zaman rutin ev işlerini gözünde büyüten, oflayıp puflayan o kadın gitti de yerine küçük kızının saadeti için çırpınan fedakar bir anne geldi. Yıllardır el emeği göz nuru dökerek sandıklar dolusu çeyiz hazırladı. Kızlarının mürüvvetini göreceği günün hayaliyle yaşadı ya yine de büyüğünden önce küçüğünü evlendiriyor olmanın burukluğunu yaşıyor. Koşuşturmalarının en yoğun anlarında bile sanki evdeki eşyalarla dertleşir gibi, Yıldız'a laf çarptırmadan duramıyor. Katırlarla aynı kaptan su içmiş bu kız. İsteyeni mi olmadı, ama evde kalmaya yeminli. Hadi dayısının bulduğu kimyageri beğenmedi; Muhlise Hanım'ın veteriner oğlunun nesi vardı? Sonra Bursalı öğretmen, hemşerileri olan inşaat mühendisi hepsi hepsi iyi çocuklar… Ama Yıldız Hanım hiçbirine dönüp bakmadı ki...
Belli ki kapılarını tıklatan görücüleri sayıp durmak annesinin bilinç altındaki; isteyeni çok oldu ama kızımıza kimseyi beğendiremedik, savını güçlendiriyor. Yıldız'ın eve dönüş hikayesindeki hüznü azaltıyor. Hani bir Kurban Bayramı arifesinde camları silmiş, avizeleri parlatmak için temiz bir kova su hazırlamıştı da zamansız bir saatte okuldan çıkıp gelen kızının odasına kapanmasına anlam verememişti, vehimleriyle yüreği ağzına gelmişti ya; sakın bu kız okulu bırakmış olmasın! Birden avizeleri parlatma şevki, bayram için baklava açma isteği kırılıvermişti. Yıldız o günü her hatırlayışında bir tuhaf oluyor. Başörtüsünü açmamayı mimarlık üçüncü sınıftan atılışına tercihini annesine izah edebilmek için kelimelerin kifayetsiz kaldığı o günü... Annesinin evden bir cenaze çıkmış gibi dövünüşleri hâlâ iç evinin hapsinde. Elindeki toz bezini kaydırışı ve yıkılır gibi kendini kanepenin üzerine bırakışı yıllar geçse de belleğindeki tazeliğini koruyor. En çok da annesinin gözündeki o anki Yıldız'a üzülüyor. Onun gözünde o an nerede miydi? Hani eski Yeşilçam filmlerinde sıklıkla işlenen, sevdiği zengin erkek tarafından terk edilen yoksul genç kız senaryosu vardır. Kentin varoşlarında yaşayan bu yoksul kız kendini tozpembe hayallere kaptırır da birden hayatın acı gerçeklerine toslayıverir. Rüya bitmiştir, perde kapanmıştır. Gecekondudaki evine dönerken boynuna bağladığı turuncu flor anlamını yitirmiştir, ağlamaktan şişen gözlerinden çenesine doğru tren yolunu andıran şeritler oluşmuştur, takma kirpiklerindeki rimeller akmıştır, ayaklarını sıkan ayakkabıların tokaları kopmuştur, ökçeleri kırılmıştır... Perperişan annelerinin boyunlarına sarılırlar ya işte o manzaraydı annesinin belleğindeki. Bu algılanış müthiş can sıkıcıydı. Annesi kendi gel-gitlerinde durulamayınca akşama baban gelsin de gör demekte bulmuştu çareyi. Babası, annesinin bu kör düğüm devirlerini kimseye savuşturamamayı, hep başvurulan son merci olmayı kendisi mi seçmişti sanki? Yıllar yıllar evvelinde Anadolu'daki bağını bahçesini satıp İstanbul'a yerleşirken, metropolde dört çocuklu bir baba olmanın dayanılmaz asaletini yüklenirken hedeflediği neydi? Belki yüz kez anlatılmıştı evde, göçün hazin hikayesi. Dört Kardeştiler romanını hepsi en az bir kez okumuştu. Babası yıllar yılı kimin için çalışıp çabaladı? Zaman içinde büyük ağabeyi teğmen çıktı, hatta yüzbaşılığa terfi etti. Küçük ağabeyi Vefa Lisesi'ne tarih öğretmeni oldu. Kız kardeşi Songül özel bir kurumda kreş öğretmenliği yapıyor. Ayrıca açık öğretimde işletme okuyor. Ve düşle gerçeği birbirinden ayırt edememiş, yaşamla bağlarını sıkılaştıramamış biri kalıyor geriye Yıldız! Yıldız'ın okuldan ayrılışı, daha doğrusu başörtüsü yüzünden atılışı ailede istihzalı bir miladi tarih noktasına dönüştü. Bu miladın adına da 'eve dönüş' denildi. Mesela şu an oturdukları dairenin alınışı eve dönüşten sonraya rastlıyor... Büyük ağabeyinin akademiyi bitirip subay çıkışı eve dönüşten önceye, Songül'ün ortaokulda kabakulak çıkarışı eve dönüşün haftasına, küçük ağabeyinin sözlüsünden ayrılışı eve dönüşün yıldönümüne...
Ev ve dönüş sözcükleri sıcak bir uyumu yansıtsa da Yıldız her şeyin farkındaydı tabii. Bu süreci en az kayıpla atlatmak zorunda olduğunu biliyordu. Vakit kaybetmeden gazetelerdeki iş ilanlarına yöneldi. Bir bilgisayar kursuna yazıldı. Kendisiyle aynı durumu yaşayan arkadaşlarıyla bağını güçlendirdi. Sırf annesiyle diyalogu gelişsin diye turşu kurmayı, reçel yapmayı öğrendi. Babasının akşam kahvesini eline verdi, vergi iadelerini doldurdu. Fakat eve dönüş seremonisini yıpratamadı, sıradanlaştıramadı yine de. Toplumda varolabilmek için ille de dört yıllık bir fakülte bitirmenin gerekli olmadığını anlatamadı evdekilere. Okul yıllarında eve giriş çıkışları takip edilmezken, her hali her tavrı incelenir oldu. Nereye gittin, nereden geliyorsun, telefonda görüştüğün kim? Kimlerle dolaştığın, ne işler karıştırdığın belli değil. Bulduğu basit işlerde asgari ücretle çalışması da suç! Onları razı edebilmek için sık sık iş değiştiriyor, öyle ki artık kaçıncı işinde çalıştığını bilmiyor. Annesi bu seferde hangi iş yerinde çalıştığını aklında tutamadığından yakınıyor. Babası boşuna kendini yorduğunu, aldığı ücretin yol parasına ve eskittiği ayakkabıya ancak denk düştüğünü söylüyor. Aynı pasajda çalıştıkları bir mimarın paraya para demediğini anlatıyor. Özellikle akşam yemeklerinde Yıldız'ın çocukluk düşlerini diline dolamaktan bıkmıyor. İlkokul yıllarında resim defterine çizdiği kırmızı çatılı, bahçesinde elma ağaçları olan evleri hatırlatıyor. Mimarlık hevesinin daha o yıllarda kızının içine işlediğini biliyor ya, bir başladı mı susmuyor. O resimlerden bir kaçını hâlâ iş yerinin duvarında asılı tutuyor. Günde birkaç dakika o resimlere dalıp gidiyor. Kızının fakülteyi bitiremeyişine ah ediyor...
Hayatın ortasında ama herkesin uzağındaydı işte... Annesi, kız kardeşinin çeyiz sandığını açıp içindekileri güneşlendirmeye çıkardığı gün uzun bir ağlama krizine tutulmuştu. Yıldız'ın çeyiz sandığı Songül'ünkinin hemen yanında öyle mahzun görünmüştü ki gözüne bir an artık o sandığın kapağının hiçbir zaman havalandırılmak üzere bile açılmayacağı vahametine kapılmıştı. Kız kardeşi çeyiz sandığını ayda bir açar, içinde neyi var neyi yok kontrol eder, eksiğini gediğini ulu orta söylemekten çekinmezdi. Hatta çoğu zaman incir çekirdeğini doldurmayacak meseleleri büyütür, afraları tafralarıyla gülünç duruma düşerdi. Tabii yalnızca Yıldız'ın gözünde! Bir dediği iki olmazdı Songül'ün. Mesela, bu örme tutacakların modası geçeli, diye elini şöyle bir sallamayagörsün, annesi hemen semt pazarından istediği renk ve ebatta yeni tutacaklar alıverirdi kızına; ya da kapıya gelen pazarlamacılardan aldığı uyku setinin rengini mi beğenmedi, bir yolunu bulur yenisiyle değiştirirdi. Yıldız'ın çeyizine ne alınmış, sandığına ne atılmış ilgilenmemesi annesinin içini acıttığından ne yapıp edip onu da sandığının başına getirir, sararmaya yüz tutmuş ipek namaz başörtülerini, çil çil küflenmiş yatak takımlarını gösterirdi. Sokaktan toplamadım, el emeği göz nuru bunlar diye bir başladı mı... Yıldız, sırf onun gönlü olsun diye birkaçını alır, lavaboda çitiler çamaşır ipine asar, sonra toplamayı ve ütülemeyi unuttuğundan günlerce ipte asılı kalırlardı da annesi yeni bir öfke sağanağıyla söylene söylene işe koyulurdu. Sandığındakileri kardeşine vermekle ya da kapıya gelen dilencilere dağıtmakla tehdit ederdi onu.
Songül'ün nişan telaşı, hiç değilse ailenin gündemini değiştirdi. Neredeyse şu son beş aydır kimsenin eve dönüş günlerini diline doladığı yok. Artık tarihler Songül'ün düğün vaktine endeksli. Düğüne kadar evin oturma odasının tabanına mineflo döşetilecek. Yüzbaşı ağabeyi senelik iznini düğüne iki gün kala başlatacak. Yengesi, düğün gecesi erkek tarafının karşıladığı kuaför masraflarını fırsat bilerek saçlarına röfle attıracak... Yıldız'ın düğünle ilgili hiçbir faaliyetinin olmaması en çok annesinin gözüne batıyor. Madem bu yaşına geldin evlenmedin, niçin kardeşinin mutluluğu için çırpınmıyorsun Yıldız? El âlemde ne ablalar var. Kendi çeyizlerini yapıp bitirirler de kardeşlerine vakit ayırırlar. El âlem zaten Yıldız'dan önce Songül'ün gelin olmasını hoş karşılamıyor. El âlemin diline bir düştüler mi? El âlemin ağzı torba değil ki büzesin... El âlem, el âlem, el âlem...
Yalnızca odasına çekildiğinde huzur buluyor. Öyle ki geceleri başını yastığa koyduğunda özlemleri düş dünyasıyla birleşiyor. Gözlerini kapattığında odasının penceresinden, gökyüzüne açılan bir ışık yoluna giriyor; yükseklerden ama çok yükseklerden yeryüzüne, en çok da kırmızı çatılı, bahçeli evlerin olduğu sokaklara bakıyor. Ve o kırmızı çatılarla hiç de örtüşmeyen şehrin beton yüzünü görünce irkiliyor. Bir kıyas heyulasına tutuluyor. Işık yolu gökyüzünde helezonlar çizerek sağa sola savruldukça içinde ani refleksler oluşuyor, gördüğü tezatlıkları gözünden gönlünden yeryüzüne boşaltmak istiyor. Ama yalnızca izlemek ve biriktirmek zorunda. Işık yolu gittikçe sönükleşen bir huzmeye dönüşerek incelip incelip gökyüzünden odasının penceresine sarkan bir ipe dönüşüyor. Uyandığında ellerini her an kopabilecek bir ipe tutunur gibi sıkı sımsıkı sıktığını görüyor. Ve her düş sonrası bir uyurgezer gibi fakülte günlerinden arda kalan materyali yerleştirdiği çekyatın alt bölmesini açıyor. Genzine dolan küf ve rutubet kokusuyla yıllar öncesine uzanıyor. Gecelerce uykusuz kalarak yaptığı ödevlere, hocalarının kırmızı kalemle çizikler attıkları projelere kilitleniyor. İçini saran o ince sızıyla T cetveline dokunuyor. Bir zamanların olmazsa olmazlarının bir anda nasıl da anlamsızlaştıklarına şaşıyor. Bu T cetveliyle otobüslerde yer bulabilmek için az uğraşmadı. Kalabalık insan yığınları arasında kimseyi rahatsız etmemek için az çaba sarf etmedi. Evde projelerini rahatça çizebilmek için yemek masasının boşalmasını sabırla bekleyen o değildi sanki... Tam çekyatı kapatmaya niyetlenirken eli yıllar öncesinde tutmaya başladığı günlüğe gidiyor. Gizli bir hazineye dokunuyormuş gibi kararsız bekliyor öylece. Her eline alışta heyecanlandığı, her yerine bırakışta bir gün annesinin eline geçeceği endişesiyle yırtmayı düşündüğü, fakat bir türlü kıyamadığı eflatun kaplı defteri açıyor. İşte daha ilk sayfalarda o darlık hali, sebebi ne belli ne belirsiz ruh çalkantısı... Yalnızca yıllar öncesine düşülmüş tarihler, altı siyah tükenmezle çizilmiş bölümler değil gözlerinin önüne serilen. Her tarihten bir yaşanmışlık fışkırıyor.
/Bugün Beyazıt'tayız, başörtüsü direnişimizin yirminci günü... Eyleme geldiğimden evdekilerin haberi yok. Beni şu an derste sanıyorlar. Bizi haber yapmaya gelen kameralardan uzak durabilsem. Babam bu sefer de görürse, arşivden diye atlatamam./
/Sloganlar eşliğinde üniversitenin kapısına yürürken isyanımı yedi kıtaya duyurmak; özgürlüğü yalnızca kendilerine hasreden zulmün efendilerine tevhidi haykırmak istiyorum./
Sayfaları çevirdikçe, satır aralarından gözüne çarpan isimleri tuhaf bir buruklukla anımsıyor. Asude bir sessizliğe bürünen mazi herkesin kalbini böylesine yakar mı? İkiye katlanmış gazete kupüründeki resme dalıp gidiyor. Bir Amerikan bayrağı yakılırken elleri havada slogan atan bir grup gencin resmine. Resmin sağ köşesinde Cemal! Öfkesi yüzüne vurmuş, şahadet parmağı havada, kızıl alevlerin yanında alabildiğine vakur! Görene resmin içinden fırlayıvereceği izlenimi uyandırıyor. Belki de yalnızca Yıldız öyle görüyor resimdeki Cemal'i. Nedense onu hep bu resimdeki haliyle hatırlıyor. Ve terminaldeki veda düşüyor aklına...
Onun İstanbul'dan gidişiyle yetim çocuklara dönüşünün acısı aylara, yıllara, asırlara bölündü. Geriye dönüp her bakışında içindeki güller soldu. Ayvansaray'daki o altı katlı apartmanın önünden her geçişinde, bodrum katındaki dairenin pencerelerine her bakışında yüreği sızladı. İçini hiçbir zaman görmediği fakat imgelerinde içinde en az bir ömür tüketmiş gibi yaşattığı o bodrum katı hâlâ düşlerine giriyor. İşte şu an bile titrek adımlarla kapısına yürüyor evin. Kapının gıcırtılı sesiyle içeri süzülüyor. İnceden inceye acılı bir ezginin nağmeleriyle geziniyor odaları tek tek. Kapıların üzerinde asılı Filistin poşularına dokunuyor. Duvardaki şehit posterleriyle, ellerindeki taşlarla tanklara yürüyen çocuklarla, bir şahadet eylemi öncesi zafer işaretiyle objektife bakan pür tesettür Filistinli kızın aydınlık yüzüyle diriliyor. Ve ayetlerle, dünyanın ahirete dönük yüzü ayetlerle buğulanıyor bakışları.
/O zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini pek yakında bileceklerdir./
/Sabah yakın değil mi? Sabah yakın değil mi? Sabah yakın değil mi?/
Kitaplığın önündeki masada kurumuş yarım dilim ekmek, ortadaki tabakta üç beş zeytin, bardaklarda yarım kalmış çaylar, tel somyaların üzerindeki incecik şiltelerde defalarca okunduğu her satırının çizilmiş olmasından ve cildinin yıprandığından anlaşılan kitaplar. Kapıların ardında ütüsüz gömlekler, kırışıklıkları düzelsin diye yatak altlarında istiflenen pantolonlar… Cemal'in karlı kış günlerinde bile giymekle yetindiği kareli ceketi ve adım başı ayağa takılan pankartlar... Uykusuz gecelerde sabahlara kadar sert mukavvalara nakış nakış işlenen sözler... Tağutların kalbine paslı bir bıçak gibi saplanan, müminlerin dillerinde, yüreklerinde ışıldayan sloganlar... Cemal'in kaleminin dökükleri, okuyanın gönlüne sahraya dökülen yağmur taneleri gibi şifa sunan bildirileri, meydan okuyuşları nefes alıyor...
Başını örttüğü ilk günden beri çevresine karşı verdiği mücadelenin içindeydi o! En yılgın anlarını onun desteğiyle savuşturdu, onun bir sözüyle kalbi umuda ve duaya durdu. Cemal onun gözünde, ete kemiğe bürünmüş onurun ve erdemin adıydı aslında. Orada Beyazıt'ın ortasında, Amerikan bayrağını tutuştururken yüreklerdeki yangını söndürendi. Polis tanklarına karşı duran Cemal'in vücudu değil, direnişi örgütleyen cesaretiydi. Söyledikleri özgürlük marşlarındaki, o içli Bağdat ve Filistin ezgilerindeki iniltinin adıydı, Mescidi Aksa'nın taş duvarlarına düşen cemre! Allah'ın 'Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar birbirlerinin velileridir' ayetini yaşamında içselleştiren ve hemcinslerini de yönlendiren ağabey, baba, kardeşti Cemal. 'Size ne oluyor da içinizden Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bir yardımcı lütfet diyen erkekler, kadınlar, çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz' diyen ayetle dalgalanan yürekti. Dünyadaki bütün mazlumların iç çekişiydi, haykırışıydı. Evet, kapıların ardında yüzlerce Cemal vardı; arza tohum olup atılmayı, arşa yıldız yıldız saçılmayı bekleyen... O Cemaller ki, global dünyanın fenomenlerini adlarıyla titreten; kuş tüyü yataklara iğne olup serpilen, semirmekten ve sömürmekten yağ bağlamış bedenlerin üzerine karabasan gibi çöken...
Okul yılları boyunca böyle tanımıştı Cemal'i. Onu çoğu zaman grup içinde, ortak hareket edilen faaliyetlerde gözlemleyebilmişti. Öyle ki geleceğe dair birliktelik niyetlerinin ne zaman ortak alınan bir kararla perçinlendiğini bile tam hatırlamıyordu. Dernekteki bir ablanın yardımlarıyla gündeme gelmişti evlilik bahsi? Mesele Yıldız'ın ailesine açıldığında kızılca kıyamet kopmuştu evde. Babası kızının okuldan atılmasını Cemal ve Cemal gibilere yüklemişti. Elini masaya vurarak bu işe asla olmaz derken gizli bir intikam peşinde gibiydi. Yıllar öncesinde yaşanan o hengamenin uğultusu hâlâ kulaklarını tırmalıyor. Babasının, 'Ben dört yıllık okulu yedi senede bitirmiş bir serseriye kız mız vermem' deyişi ve meseleyi kestirip atışı içini titretiyor. Cemal'in, ilk ve son kez geldiği evlerinde, o gün yüzüne vurulan kapıyla gözlerine yansıyan örselenmeyi hatırladıkça kahroluyor...
Cemal'in memleketteki annesi, oğlu (uzaklaştırma cezaları ve devamsızlıklar yüzünden) eğitim fakültesini yedi yılda bitirmiş olsa da, sokağındaki konusunu komşusunu toplayıp mevlit okutmuştu. Babası hemen öğretmenliğe başvurmasını istemişti. Sanki ailece onu İstanbul'dan koparma, kendi kanatları altına alma telaşına düşmüşlerdi. Kendi oğulları da herkesinki gibi para kazansın, yuva kursun, boy boy çocuklara sahip olsun istiyorlardı. Ve Cemal iyice yaşlanan felçli babasını daha fazla üzmemek için öğretmenliğe başvurdu, tayini Erzurum'a çıktı. Annesi düzenlediği ikinci mevlit toplantısından sonra bavulunu alarak, uzun yıllar ayrı kaldığı Cemal'ine aş ekmek pişirmek, hiç değilse evlenene kadar hasret gidermek üzere yanına yerleşti.
Erzurum'da Cemal'in tayin olduğu lisenin iki sokak ötesinde, yeşil sıvalı bir apartmanın birinci katında oturuyorlarmış. Kadıncağız nihayet maaşa bağlanan ve hayatını zoraki de olsa düzene sokan oğluyla aynı çatı altında buluşmaktan öyle memnunmuş ki, Cemal'ine nasıl baksın, ne pişirip kotarsın bilemez olmuş. Cemal ilk öğretmenlik günlerinde Yıldız'a yazdığı mektupların yarısını annesinin komikliklerini anlatmakla geçirirdi. Öyle içten, öyle riyasız, öyle çocukça şeyler yazardı ki bazen, Yıldız en ciddi en pervasız erkeğin içinde bile her an uyanmaya hazır bir çocuk olduğu hissine kapılırdı. Annesi Cemal'in İstanbul günlerinde düzensiz beslenmekten solan benzini canlandırmak için Erzurum'un aktarlarını alt üst ediyor, eve her gün değişik bir bitkiyle dönüyordu. Oğlu, bu otlarla pişirilen yemekleri beğenmese de annesi ille de ye, yemezsen ölümü gör diye tutturuyordu. Erzurum'un kışı kış, ayazı ayaz gecelerinde akşamdan kuzinenin fırınında ısıttığı tuğlaları Cemal'in yatağına bırakıyordu. Sabaha kadar en az beş, en çok on kez kontrole geliyordu. Terlemiş mi? Üstü açılmış mı?
Yıldız, kuzinede ısıtılan tuğlaları okuyunca bir an kendini Cemal'in annesinin yerine koymuş ve belki de biraz ironik bir vahametle şunları düşünmüştü. Mutlaka ama mutlaka Cemal'in meydanlarda esip gürlediği Beyazıt günlerinde, annesi evindeki televizyon ekranlarına yapışmış, kalabalıklar arasında oğlunu seçmeye çalışmış, polis çemberi arasında kâh polis otosuna sürüklenen, kâh robokoplar tarafından coplan gençleri gördükçe Cemal'im mi endişesiyle hop oturup hop kalkmıştır. Cemal'im de Cemal'im diye ekrana kilitlendiği sırada haber bültenlerinde gözüne çarpan, büyük başörtülü, elleri havada haykıran, o öfkeli kızları anlamaya çalışmıştır. Ama kadın kısmının bu kargaşada işi ne diyen kocasından başkaldıramamıştır... Cemal'inin üç-beş günlük memleket ziyaretlerinde sarf ettiği sözlerden evlenmek istediği kızın o tayfadan olacağını sezinlemiştir; ancak buna gönlü pek razı değildir. Çünkü komşularından ya da akrabalarından birinin böyle bir gelini vardır da biliyordur bu kızların nasıl gelinlik ettiklerini. Onlara göre, bu gelin kız aileye geldiğinden beri bir tuhaftır. Hemen her konuda bir uyum problemi yaşamaktadır. Çevresindeki insanlara sanki bir sis perdesinin ardından bakmaktadır. Aslında gözlerinden okyanuslar taşıyordur ya kimseye bir damlacık faydası yoktur. Öyle vara yoğa konuşmuyordur ama bir hak hukuk meselesinde devlete hükümete dil uzatmaktan çekinmiyordur. Başını açmadığı için tahsilini yarım bırakmasını anlamsız bulanlara lafı çata çat yapıştırıveriyordur. Elinde bir dergi, bir kitap ortalıkta ruh gibi dolanıyordur. Kadın oturmalarında herkes gibi gülüp söylemeyi bilmiyordur. El işinden, ev işinden anlamıyordur. Konu komşudan, hısım akrabadan çok arkadaşlarını özlüyor, önemsiyordur. Mıh yıllık dostlukları için memleketin bir ucuna git desen gider, üşenmez... Telefon faturası da genellikle kabarık geliyordur o kızlarla evlenenlerin. Sonra bayramları bayram, düğünleri düğün bilmiyordur. Aile meclislerine gönülsüz katılır. Kenarda köşede oturur, çaya servise davranmaz. Canım say say bitmez, ardı arkası tükenmez olumsuzlukların... Kim ne yapsın böyle gelini!
Yine de vehimlerini, vesveselerini mektuplarına yansıtarak anne oğlu kıskanıyormuş izlenimi veren basit kızlara benzemek istemiyor. Cemal'in, hâlâ babanda ufak da olsa bir yumuşama yok mu sorgulamalarını okurken gözleri buğulanıyor. İç sıkıntısı çoğu zaman bu o kadar kolay mı, isyanına dönüşüyor. Ailenin Songül'ün düğün telaşına odaklandıkları şu günlerde kapıyı çarpıp çıkmamak için kendiyle savaşıyor. Ama hep o affedilmeme korkusu kesiyor hızını. Ailesinin rızası olmadan evlenen genç kızlara Müslüman çevrelerde de kimse pek iyi gözle bakmıyor. Fakülte yıllarından tanıdığı bir kız vardı. Başörtüsü yüzünden okulu yarım bırakıp babasının tüm karşı çıkışlarına rağmen kendi bölümünden bir gençle evlenmişti de ailesinden kimse ne düğününe ne evine adım atmıştı. Babası 'Ölüme de dirime de gelmesin' diye haber salmıştı. O kızın başlarda pek de önemsemediği bu durum zamanla yerini gizli bir pişmanlığa bırakmış gibiydi. Ailesini razı edebilmek için yeterince mücadele edememenin ezikliği bakışlarına, hal ve tavırlarına yansımıştı. Yıldız onu ne zaman görse aile özlemiyle yanıp tutuştuğunu sanırdı. Ve o kızın gözlerindeki acı gelip bir gün onunkilere de oturmasın diye babasının kalbinin yumuşayacağı günü beklemenin gerekli olduğuna inanırdı.
O yumuşamayı Cemal'in de sabırla beklemesinin ardında evliliğini ailesine karşı suçluluk psikozuyla kuran bir eşe sahip olmama isteği yatıyor belli ki. O yüzden mektuplarında Yıldız'ı bunaltmıyor. Aceleci davranmıyor. Düne, bugüne ve yarına dair anılarını, izlenimlerini, imgelerini aktarırken yüzünü hep umuda ve mücadeleye dönük tutuyor... Daha çok bir günceyi andıran mektuplarında, pek de gönüllü atanmadığı öğretmenlik mesleğine adaptasyonunu, öğrencileriyle kurduğu iyi iletişimi, başörtüsüyle okumaya direnen kız öğrencilere verdiği desteği aktarıyor. Okul idaresi, Cemal'in öğrencileriyle geliştirdiği samimi diyalogu çabuk fark etmişti. Öğrenci velilerinden birkaçının okula gelerek, çocuklarının ellerinde gördükleri kitaplardan hoşnutsuzluklarını belirtmeleri okların yönünü Cemal'e çevirmişti. Müdür onu yanına çağırarak istihzalı bir edayla 'Seni istersen ilahiyat fakültesine atayalım hocam' demişti. 'Buralarda harcanma!' Müdürden sözünü esirgemeyişi idareyle arasında esen fırtınayı şiddetlendirmişti. Akabinde bakanlıktan gelen müfettişlerce müfredata uymamakla, öğrencilere verdiği ilginç dönem ödevleriyle haddi aşmakla eleştirilmişti. Fakat Cemal, biteviye bir azmin ve inancın gölgesinde dimdik kalmayı başarıyordu işte.
Yıldız ondan aldığı her mektup sonrası bilendiğini hissediyor. Cemal'in satırları yaşaması için elzem olan havaya, suya, ekmeğe dönüşüyor, olmazsa olmazların arasına katılıyor... Cemal için İstanbul'dan ayrılırken taşıdığı kaygılar yerini umuda bırakıyor. Cemal, hayatla bunca cedelleşirken onun da yapabileceği bir şeyler olmalı. İstikrarlı bir seyirle çok şey başarabilir aslında. Neler mi mesela? Birincisi, postacı artık Cemal'in mektuplarını Nerminler'in posta kutusu yerine Yıldızlar'ınkine bırakabilir. O mektuplardan biri babasının ya da ağabeyinin eline geçse bile ailede başlamadan bitmiş sayılan Cemal'le birliktelik umudunu hâlâ canlı tuttuğunu izah edebilir, kararlılığını vurgulayabilir. İkincisi çeyiz sandığını ancak Cemal'in bu ailede kabul görmesiyle benimseyeceğini fark ettirebilir annesine. Kapıdan dönen dünürcülerin yasını tutmamasını, evlilikte ruh ve fikir birliğinin aslolduğunu söyleyebilir. Üçüncüsü Erzurum lafzıyla bakışlarında şimşekler çakan babasının öfkesini bir paratoner gibi savuşturabilir. Cemal'in ismini sakınımsız söyleyebilir... Dördüncüsü hiçbir haklı mücadelede yenilgi yok. Yenilgi insanın içinde büyüttüğü dehlizlerin karanlığında gizli.
Ve Cemal'e artık mektuplarını kendi adresine gönderebileceğini yazdığı o mektuptan sonraki kopma!.. Yazdığı mektupların cevabını haftasına kalmaz alırken, birden Cemal'le aralarındaki mektup trafiği kesiliyor. Yıldız üst üste yazdığı mektuplara cevap alamıyor. Gelen mektupları evdekiler alıp gizliyor olabilirler mi? Tekrar Nermin'in adresine yazması için kısa aralarla iki mektup daha gönderiyor. Yine cevap yok! Aklına yüzlerce vesvese üşüşüyor. Vehimleriyle ayakta durabilmesi her gün biraz daha güçleşiyor. Sıkıntısını yalnızca Nermin'le paylaşıyor. Telefon etsene diyor Nermin! Hangi çağda yaşıyoruz canım. Farz etki ülkedeki bütün postaneler kapandı ya da postacıların kökü öldü. Hatta yazı diye, mektup diye bir şey icat edilmedi henüz. Yalnızca şu köşe başındaki telefon kulübesi var. Bi düşün! Öyle farz et bi kerecik! Fakat Yıldız sabah akşam o kulübenin önünden geçse de içindeki ankesöre bakarken içi sızım sızım sızlasa da eli bir türlü ahizeye uzanmıyor. Çünkü Cemal'le telefon görüşmeleri yok denecek kadar az geçmişte. Üstelik içinden bir ses, Cemal'in evlilik umudunu yitirmiş olabileceğini söylüyor. Eğer öyleyse telefonda bunun yüzüne vurulmasına dayanamaz. Ayrılık sözcüğünü ahizeden taşan seste değil, ak kağıdın üzerine saçılan yazıda görmeyi yeğliyor. Böyle bir acıya ancak mektup denen o ilkel kağıt parçasıyla baş başayken katlanabilir. Zayıflığını, çaresizliğini yalnızca kendiyle paylaşsın, titreyen sesini, nemlenen gözünü kimse duymasın, görmesin istiyor. Düşünceleri gün geçtikçe ordan burdan duyduğu netameli sözlerle kör düğüm bir bulmacaya dönüşüyor. Dün ikindi çayına gelen üst komşuları Muhlise, sevdiği kızla değil de annesinin beğendiği biriyle evlenen bir gençten söz etti ya, ne bilsin Yıldız'ın şüphelerine yeni bir boyut kazandıracağını. Anlattıkça anlattı. Gencin sevdiği kız intihara mı kalkışmış, ailesi gence dava mı açmış bilmem ne...
Cemal'in mektuplarının bir anda kesilmesinin ardında böyle bir şey olabilir mi? Cemal içinde biriktirdiği sevgi ve umuda ihanet edebilir mi? Yalnızca annesinin dünyasından bakabilir mi insana? Diyelim ki baktı, sırf onun gönlü olsun diye kendi çevresinden bir kızla evlendi. Mutluluk nereye kadar? Annesinin ve karısının uyumu Cemal'in gönlünü gül bahçesine çevirebilir mi? Annesinin açtığı, karısının kızarttığı sigara börekleriyle midesinden kalbine bir yol uzanır mı? İmkansız! Kendine inandığı kadar inandığı birine böyle basitlikleri kondurmak içindeki öfkeyi çoğalttıkça Cemal'den haber alabileceği ortak tanıdıklarını geçiriyor aklından. Aklındaki üç isme ulaşabilse... Çoğu zaman cuma çıkışları Beyazıt'ta görürdü Cemal'in arkadaşlarını. Birçoğunun hâlâ İstanbul'da olduğunu biliyor. Ama son zamanlar Beyazıt öyle sakinleşti ki rastlaşmıyor kimseyle. Artık derneğe ya da fakülteden eski bir dostun yanına uğrarken farkında olmadan boynu büküldüğünden, Cemal'i sorduklarında kem küm etmeden cevap veremediğinden, evden işe işten eve geçiriyor günlerini.
İş yerinde de konsantresi bozuk. Yazılı evrakın üzerinde yaptığı hatalar her gün şeften geri dönüyor. Böyle giderse yeniden gazetedeki iş ilanlarını karıştırmak zorunda kalacak. Geceleri uyuyabilse işine dikkatini vermesi kolaylaşacak ama bir tarafta Songül'ün iyice yaklaşan düğün telaşına direnmesi, öte yanda uzayıp giden vesveselerine dur diyebilmesi çok zor. Pazartesiler, salılar, çarşambalar anlamını gittikçe yitiriyor... Onu kendine getirecek, geçen zamanı bereketlendirecek bir şeylerin özlemi çağıldıyor içinde.
Ve bir çarşamba sabahı işe yetişmek için alelacele hazırladığı sandviçle çayını ayak üstü yudumlarken radyodan gelen haberle boğazında düğümleniyor lokmaları. Şeyh Ahmed Yasin şehit edilmiş! Bir sabah namazı sonrası camiden evine giderken, yanındaki yedi kişiyle birlikte... İsrail helikopterlerinden atılan roketlerle... Daha birkaç ay öncesi Filistin'de akan kana duyarsız kalan ümmeti Rabbe şikayet eden, direnişçi bir ömrü tekerlekli sandalyede vakarla tüketen o dev adam! Gözlerine yürüyen yaşla sessizce merdivenlere süzülüyor. Annesi selamsız sabahsız evden çıkışını Songül'ün akşamki düğününe yoruyor muhtemel. Ardından böyle bir günde işten izin almadığına söyleniyor. Ama hiçbirini duymuyor Yıldız! Kulaklarını bütün lüzumsuz serzenişlere tıkıyor.
Şeyh Ahmed Yasin için bir araya geleceği binlerle Siyonizm'in çirkin yüzüne tükürmeye, meydanlara akmaya can atıyor, işi asıyor o gün... Çileli ömründe, bedeninin muhalefetine yenilmeden yüreğiyle mücadele eden Şeyh Ahmed Yasin'in şahadetiyle günlerdir ruhuna çöreklenen rehavet yerini dirilişe, direnişe bırakıyor. Koşup gitmeli, şehidini sahiplenmeli, zalimlere isyanını bütün dünyaya haykırmalı... Haber ışık hızıyla yayılıyor. Şehrin uzağından yakınından koşup gelenlerin çehrelerinde acının ve onurun izleri okunuyor. İsrail bayrağını tutuşturan gence takılıyor birden bakışları... Mahmut bu! Cemal'in en yakın arkadaşı. Bayrak alev alev yanarken sağ eli havada tekbir getiriyor. Bu haliyle Cemal'e ne kadar benziyor. Yıldız bir an kalabalığın içinde Cemal'in olabileceği umuduna kapılıyor. Yok tabii. Yok ama yüreği burada mıdır? Şu kızıl alevler saçarak yanan bayrağın karşısında, Mahmut'la omuz omuza! Fakat, kimseye bir şey sormak istemiyor canı. Eylem sonrası otobüs durağına yürürken, ardından gelen sesle irkiliyor. Dönüp bakıyor. Mahmut! Tasalı bir yüzle yanına yaklaşıyor, selam veriyor. Yıldız o an ikinci bir acı sağanağına tutulacağını anlıyor sanki. Buna neden, Mahmut'un öne eğilen başı, titreyen sesi... Erzurum'dan akşam döndüm, diyor. Cemal bir trafik kazası geçirmiş. Günlerdir yoğun bakımda yatıyormuş. Kazanın nasıl nerede olduğunu ne gören ne de bilen varmış! Doktorların bir trafik kazasıyla olması imkansız dedikleri darp izlerinden söz ederken yüzü öfkeyle geriliyor. Bundan sonraki yaşamını tekerlekli sandalyede geçirmek zorunda kalabilirmiş lafzıyla gözleri doluyor... Yıldız boğazına düğümlenen acıyla donup kalıyor öylece. Anlatılanları uzaklardan çok uzaklardan, başka bir alemden dinliyormuş gibi asi bir sessizliğe gömülüyor.
Mahmut cebinden çıkardığı zarfı uzatıyor sonra. Bunu kazadan önce yazmış diyor; annesi postalamayı çok istemiş ama üzerinde adresin olmayınca... Cemal'in eğik el yazısıyla zihni aydınlanıyor, içi ferahlıyor birden. Artık ne Songül'ün akşamki düğününü, ne babasının çatık kaşlarını, ne de annesinin ağlamaklı yüzünü önemsiyor. Şehir terminaline giden minibüslerden birine binerken, daha fazla gecikmemiş olmayı diliyor yalnızca... Minibüs helezoni kıvrımlarla trafikte yol alırken odasının penceresinden gökyüzüne uzanan o düş yolunun biteviye güçlendiğini hissediyor. İçine ılık bir sıcaklık yayılıyor...