Hem içeride hem dışarıda oldukça gerilimli ve sıkıntılı bir süreçten geçen Türkiye’nin gündeminde bir müddettir Suriye’nin kuzeyine yapılması beklenen askerî harekât tartışması yer almakta. 10 Ekim’de Tel Rıfat bölgesinden atılan güdümlü bir füzeyle Mare-Azez hattında 3 özel harekât polisinin ölümü ve 12 Ekim’de aynı bölgeden bu kez Karkamış’a yönelik taciz saldırısı sonrasında gündemleşen askerî operasyon ihtimali 15 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Sabrımız taşıyor!” şeklindeki açıklamasıyla bir hayli güçlenmiş durumda.
Türkiye insansız hava araçlarını kullanarak Tel Rıfat’ta halka yönelik çağrılarla harekât sinyallerini yoğunlaştırırken, PKK/YPG’nin de Tel Rıfat’ta Esed resimleri ve rejim bayraklarının da taşındığı Türkiye karşıtı protestolarla buna cevap verdiği görülüyor. Yine rejim ordusu ve İran’ın organize ettiği güçlerin son günlerde Tel Rıfat çevresinde yoğunlaştıklarına, PKK/YPG’nin kendisinin kullandığı birçok binaya rejimin bayrağını asmaya başladıklarına dair bilgiler de gelmekte. Tüm bu gelişmelere karşın, ABD ve hassaten Rusya’nın tepkisinin ne olacağı ise Türkiye’nin bölgeye askerî müdahalesiyle ilgili asıl merak edilen konuyu teşkil ediyor.
Türkiye’yi Tel Rıfat’ta Kim Tehdit Ediyor?
Halep’in kuzeyinde yer alan Tel Rıfat kritik önemde bir ilçe. Türkiye Tel Rıfat’ı ele geçirerek Halep kırsalı ve Afrin’deki varlığını pekiştirmeyi ve güvenlik çemberini genişletmeyi umuyor. Bu adım aynı zamanda Münbic ve Ayn İsa bölgelerinde de etkili olmayı getirecek ve Fırat’ın Batısında PKK/YPG’nin varlığını sıfırlayacak. Şu an itibariyle PKK/YPG’nin elinde gözüken Tel Rıfat’ın asli manada Rusya’nın kontrolünde olduğu biliniyor. Rusya sadece hava sahasını kontrol etmekle kalmıyor, bölgede paralı askerler de bulunduruyor. Dolayısıyla Tel Rıfat’a yönelik bir askerî müdahale, eğer 29 Eylül’de Soçi’de Erdoğan ile Putin arasında bu konuda bir uzlaşmaya varılmamışsa Türkiye’nin doğrudan Rusya ile karşı karşıya gelmesine yol açabilir.
Türkiye böyle bir riski göze alabilir mi? Rusya Türkiye’nin ısrarlı bir tutum takınması karşısında geri çekilir mi? Bu şekilde rejimin hâkimiyetine tümüyle boyun eğmeyen PKK/YPG’yi Afrin’de olduğu gibi bir kez daha cezalandırmaya çalışır mı?
Bu ve benzeri sorular şu an için belirsizliğini koruyor. Türkiye’nin bölgeye yönelik bir müdahalesi sadece Rusya’yı da ilzam etmiyor. Her ne kadar Fırat’ın batısına müdahil olmasa da PKK/YPG’nin hamiliğini üstlenmiş görünen ABD’nin de Türkiye’nin müdahalesine nasıl tavır alacağı merak ediliyor. ABD’nin Türkiye’nin müdahalesine açıktan ve net bir karşı tavır alması durumunda Türkiye’nin Rusya karşısında elinin biraz daha zayıflayacağını tahmin etmek zor değil.
Soçi’de Erdoğan ile Putin’in görüşmelerinde aslında tarafların bir uzlaşmaya vardıkları, Türkiye’nin Tel Rıfat karşılığında İdlib bölgesinde M-4 karayolundan çekilmeyi kabul ettiği çeşitli mahfillerde bir müddettir dillendirilmekte. Mücahitlerin rejim bölgesinden geçişleri engellemesinden ötürü Halep’i Lazkiye’ye bağlayan bu yol yıllardır kapalı. Rejime hem prestij kazandırması hem de ticari manada nefes aldırması beklentisiyle önceki süreçlerde de bu konunun defalarca Rusya tarafından masaya getirildiğini biliyoruz. En son yapılan Soçi görüşmesinde bu konunun tekrar masaya gelip gelmediğini, geldiyse Erdoğan’ın buna nasıl cevap verdiğini ise bilmiyoruz. Ama Türkiye’nin son aylarda bölgeye yaptığı büyük askerî yığınağı dikkate aldığımızda Rusya’nın yoğun baskısına rağmen geri adım atmayacağını umuyoruz.
İdlib’de Rusya Organizasyonuyla Katliam Süreci Aralıksız İşliyor
Bu noktada Rusya’nın Suriye’de ısrarlı ve sinsi biçimde Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik bir politika izlediği görülüyor. Rusya ve emri altındaki rejim uzun bir ateşkes süreciyle birlikte bilhassa İdlib bölgesinde oluşan istikrardan duydukları rahatsızlığı aylardır sürdürdükleri bombardıman ile hissettiriyorlar. “Teröristleri hedef alıyoruz!” iddiasıyla gerçekleştirilen bu saldırılarda hemen her gün İdlib bölgesinde yerleşim yerleri, okullar, pazar yerleri vuruluyor, siviller katlediliyor. Bu saldırıların kim tarafından ve ne maksatla düzenlendiği malum ama Türkiye Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemediği için işlenen insanlık suçlarına karşı sessiz kalmayı ya da son derece cılız, etkisiz tepkilerle geçiştirmeyi tercih ediyor.
Tel Rıfat’tan gerçekleştirilen saldırılar karşısında ise Türkiye daha aktif bir pozisyon alıyor ama burada da yine saldırıların asıl failleri olan Rusya ve rejimi es geçip tümüyle PKK/YPG üzerine yoğunlaşıyor. Oysa bu saldırıların PKK/YPG’den ziyade rejimin ve Rusya’nın Türkiye’yi sıkıştırma aracı olarak gerçekleştirdiği saldırılar olma niteliği çok daha belirgin gözüküyor.
Türkiye’nin gerek bölgesel denklemlere uygun davranmak gerekse küresel güçler karşısında inisiyatif alabilmek ve hareket alanını genişletmek amacıyla kendisi için yakın tehdit konumunda gördüğü ve terörist yapı olarak tanımladığı PKK/YPG’yi hedef tahtasına koyması anlaşılabilir bir tutum. Nitekim IŞİD gerekçesiyle 2016’da Bab ve Cerablus’a yönelik Fırat Kalkanı harekâtının ardından, 2018’de Zeytin Dalı operasyonuyla Afrin’e ve 2019’da Barış Pınarı ile Tel Abyad ve Resulayn’a yönelik harekâtlar PKK/YPG tehdidini bertaraf etmek adına gerçekleştirilmişti. Bu harekâtlarla birlikte bölgeye yerleşen Türkiye kendisine karşı tehdidin devam ettiğini ileri sürerek hem buralarda askerî ve siyasi varlığını hem de yine bu bölgeye yönelik yeni operasyon hesaplarını gerekçelendirmekte.
Türkiye İdlib bölgesindeki yoğun askerî varlığını ise rejim güçlerinin saldırılarına karşı bölgede yaşayan halkı korumak ve bir kaos durumunda Türkiye’ye yönelebilecek bir göç dalgasını engellemek şeklinde tanımlıyor. Gerçekten de dar bir alana sıkışmış ve Türkiye sınırına yakın bölgelerde yoğunlaşmış milyonların bu bölgelerin de düşmesi durumunda rejimin tasallutu altında yaşamaktansa ne pahasına olursa olsun Türkiye’ye geçmeye çalışacakları biliniyor. İçeride göç meselesinin bunca kaşındığı ve toplumsal bir rahatsızlık unsuruna dönüştürülmeye çalışıldığı bir vasatta bu ihtimalin büyük bir felaket senaryosu anlamına geleceği ve bu nedenle Türkiye’nin her halükarda İdlib’de rejimin ve destekçilerinin ilerlemesine izin vermeyeceği tahmin ediliyor.
Esed Rejimini Pazarlama Kampanyaları
Ne var ki bir müddettir iktidarın Suriye politikasını Esed rejimi lehine değiştirmesi için belli çevrelerce etkili bir kampanya yürütüldüğü de görülüyor. Başta muhalefet partilerinin liderleri ve yöneticileri olmak üzere, sistematik biçimde ekranlara taşınan kimi gazeteciler, emekli diplomatlar ve akademisyenler adeta ülkenin tüm sorunlarını çözecek sihirli bir formül olarak acilen Esed rejimiyle görüşülüp konuşulması ve ilişkilerin yeniden tesis edilmesi gerektiğini bir nakarat gibi tekrarlıyorlar.
Bu zevat Esed rejimiyle ilişkiler düzeltilecek olursa PKK tehdidinin savuşturulacağından sınır güvenliğinin tesis edileceğine, göçmenlerin geri dönüşlerinin sağlanacağından Türkiye’nin ekonomik açıdan büyük bir rahatlama yaşayacağına kadar bir dizi yalan sıralıyor, popülist yalanlarla toplumu etkilemeye gayret ediyorlar. Bitmiş, tükenmiş yapısıyla Esed rejiminin Rusya ve İran’ın Suriye’deki varlığına nazaran etkisiz bir figürandan başka bir şey olmadığı ve Türkiye’de Erdoğan iktidarına karşı düşmanlık siyasetinden vazgeçmesinin asla söz konusu olamayacağı gerçeğini ise gizlemeye çalışıyorlar.
Suriye Sorununa Bütüncül ve Adil Bir Yaklaşım Zorunluluğu
Bu tartışmalarla ilgili olarak iktidarın kafa karıştıracak söylem ve çıkışlardan uzak durması önem arz ediyor. İkircikli dil ve tutumların sorunları derinleştireceğinin, dışarıda zaaf kaynağı ve zayıflık olarak yorumlanacağının, içeride ise ırkçı, şoven söylemleri besleyeceğinin idrak edilmesi gerekiyor. Bu noktada Suriye’de yüz yüze olunan temel sorunun PKK/YPG şeklinde kodlanmasının Esed rejiminin zulmünü, vahşetini ve gerek Suriye halkı gerekse Türkiye için oluşturduğu devasa tehdidi görmezden gelmek anlamına geleceği açıktır.
Hiç şüphesiz küresel emperyal güçlerin hizmetine soyunmuş taşeron bir yapı olarak PKK/YPG’nin ciddi bir tehdit unsuru olduğunu görmek ile Suriye’de temel sorunu bu taşeron yapı olarak tanımlamak farklı şeylerdir. Uluslararası denklemde kendisine manevra açabilmek için Türkiye’nin bu taşeron yapının tehdidini sürekli gündemde tutması, öne çıkartması anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte, temel sorun, başlıca gündem şeklinde sunulmasının asıl tehdidin arka plana atılmasını beraberinde getirdiği ve içeride de şebbihalaşmış çevrelerin zeminini güçlendirdiği görülmek zorundadır. “Bizim tek derdimiz bu bölücü tehdit odağıdır, tüm çabamız bu tehdidi bertaraf etmeye dönüktür.” söylemi öne çıkartıldığında kaçınılmaz biçimde Esed zalimiyle uzlaşma propagandası beslenmektedir.
Siyaseten yanlış ve tutarsız olduğu gibi bu yaklaşım tarzı insani ve ahlaki açıdan da son derece sorunludur. Yanı başında bunca katliama şahit olmuş ve halen de katliamların, zulümlerin devam ettiği bir ortamda tüm bu insanlık suçlarının faillerinin, sorumlularının ‘tali suçlu’ konumunda algılanmasına yol açabilecek bir yaklaşım tarzı insani ve ahlaki değerleri önemsediğini iddia eden bir ülkeye yakışmaz.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde gerek doğrudan kontrol ettiği bölgelerde gerekse etkin bir şekilde bulunduğu İdlib’de zor, oldukça zor bir durumla karşı karşıya olduğu açıktır. Erdoğan iktidarının Suriye’de mazlum halktan yana aldığı tavır nedeniyle içeriden dışarıdan kuşatılmaya, tökezletilmeye, bedel ödettirilmeye çalışıldığı ortadadır. ABD’nin açıktan düşmanca bir politika izlemesi ile Rusya’nın Türkiye’yi kuşatma, kontrol altına alma çabası özünde bir farklılık içermemekte, bilakis paralelleşmektedir. ABD Türkiye’ye SDG adı altında PKK/YPG’yi, Rusya ise Esed rejimini dayatma gayreti içindedir. Bu noktada Türkiye’nin kararlı duruşunu sürdürmesi sadece Türkiye’nin güvenliği açısından değil, inandırıcılığı, güvenilirliği, mazlum halklar nezdindeki itibarı açısından da hayati önemi haiz bir tutum olacaktır.