‘Ronahiya Quran’a Pîroz’ ve ‘Di Roniya Quranê de Dîroka Pêxemberan’

Abdülvedüd Ay

İslam'la irtibatlı Kürtçe literatürün pek de yaygınlık arzetmediği bir vakıa. Bu durumu Türkiye Kürdistanı bağlamında düşündüğümüzde karşılaşacağımız manzaraysa daha bir içler acısı olmakta. Bölgede yıllardır uygulanagelen seküler siyasetler neticesinde şu ya da bu biçimde sürdürülmeye çalışılan neşrî bir gelenek geliştirilmekte ancak bu gelenek ziyadesiyle seküler bir karakter arzetmektedir. Bu geleneğin İslam'la irtibatı olumsuz bir yapı serdettiğinden, İslam irtibatlı bir alternatif yayıncılık ise yok mesabesindedir.

Tabiatıyla bu durumun kendisiyle açıklanabileceği pek çok sebep bulunmaktadır. Ancak bütün harici faktörler bir yana kısmen bunların da etkisiyle İslam irtibatlı Kürtçe bir neşrî atılımın gerçekleşememiş veya gelişememiş olması hiç şüphesiz ki ziyadesiyle Kürdistanlı Müslümanların bu yönde talep ve yönelim içerisinde olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu yönde talepler olmayınca veya duygusal/tepkisel bir zeminde gelişen talepler salt beklenti düzeyinde kalınca fiili açılımların sağlanması da doğal olarak mümkün olamamakta. Zaten yaygın eğitim olanağı ve siyasal statü gibi imkanlardan yoksunluğu dolayısıyla yaygınlaşamayan Kürtçe yayıncılık içerisinde İslam irtibatlı çabalar da bu dahili sebepten dolayı alabildiğine marjinal kalmakta, seküler kesimlerin inisiyatifinin hakim olduğu bu alanda hissedilir bir gelişme kaydedilememektedir.

İslam irtibatlı Kürtçe yayıncılığın gerek içerik ve gerekse de biçim bakımından öteden beri sorunlar içerdiğini, vahyi umdeler doğrultusunda kendisine özgü bir formu henüz oluşturamadığı ve özellikle de epistemolojik alanda seküler geleneğin yarattığı ifsadı henüz yeterince aşamadığı ilgili alanı gözlemleyenler tarafından kolaylıkla tespit edilecek türden bir durumdur. Bununla birlikte seküler geleneğin müdahili olduğu bu alanda var olmaya çalışan İslam irtibatlı yayıncılık çabalarının ilgili kesimler ile özellikle de epistemolojik alanda içerisinde bulundukları etkileşim haline dönük eleştirilerin -istisnai haklı kaygılar barındırmakla birlikte- genel olarak bilimsel tespitlerden uzak, Kürtlerin dramatik gerçekliğini gözetmeyen ve hatta yer yer tamamen suçlayıcı ve aşağılayıcı boyutlara varan adil olmayan bir yaklaşım biçimini yansıttığı gözlemlenebilmektedir.

İslam irtibatlı Kürtçe yayın çabalarının ilkesel düzeyde olmasa da reel zeminde tutarlılık ve fonksiyonellik dereceleri elbette ki konuşulup tartışılmalıdır. Ancak bu içeriden bakışın şu durumu da gözetmesi gerekir ki tutarlı görülsün ya da görülmesin bu tarz çabaların mevcudiyeti bir vakıa ve dolayısıyla bu olgu mevcudiyetini muhtemelen sürdürecektir de. Dolayısıyla bu alana ilişkin geliştirilen yaklaşımlarda tüm taraflarca belirli bir program üzerinde kabul edilebilir bir konsensüsün sağlanması şu aşamada mümkün görünmemekte. Bununla birlikte tevhidi kesimlerce sürecin başıboşluğa bırakılmaması, makul zeminlerde tartışılıp imkanlar dahilinde neler yapıla bilineceğinin muhasebesi, şartların neye elverdiği, bu eksendeki çaba, özlem ve beklentilerin nasıl kuşatılıp hayırlı bir istikamete kanalize edileceği tartışılmalı, en azından İslami duyarlılık yönünde hayırlar içeren bu yönde çabalar ile ıslaha dayalı bir diyalog zemini yoklanabilinmelidir.

İslam irtibatlı Kürtçe yayıncılığın karşı karşıya bulunduğu bütün sorun ve içerdiği tüm eksiklere karşın bu tür çabalar içerisinde olduğunu bildiğimiz Nûbihar Dergisi Yayınları'ndan 2007 yılının sonlarına doğru iki önemli eser yayımlandı. Biri Kur'an-ı Kerim'in Kürtçe meâli ve diğeriyse yine Kur'an aydınlığında kaleme alınmış olan risalet/nübüvvet tarihine tekabül eden bu değerli eserler, ilgili duyarlılık sahiplerinin beklentilerini kısmen de olsa karşılar nitelikte olup bu yöndeki çabalara olumlu katkılar sunar mahiyette.

Ronahiya Quran'a Pîroz

Nûbihar Yayınları'nın katkısıyla okuyucuyla buluşan ve 'Ronahiya Quran'a Pîroz' (Mübarek Kur'an Aydınlığı) adını taşıyan Kürtçe Kur'an Meâli Kürdistan ulemasından Mele Mihemed Hakkarî tarafından hazırlanmış. Türkiye Kürdistanı'nda daha önce de Kur'an'ı Kerim'in Kürtçe Meâlini yazma yönünde birçok teşebbüs olmakla birlikte bunların büyük bir çoğunluğu üstelikte tamamlanmış olmasına rağmen çeşitli nedenler dolayısıyla okuruyla buluşamadı. Kur'an'ı Kerim'in Kürtçe meâli ümmet coğrafyasının bu havzasında ilk defa Abdullah Varlı tarafından yazıldı. Yanı sıra 2003 yılında hazırlanıp yine Nûbihar'ın katkılarıyla yayımlanan M. Mihemed Garsî Ferqînî'nin "Meâla Fîrûz"u da bulunmakta. Türkiye eksenli Kürtçe yayın dünyasında bu yayımlanmış bulunan üçüncü meâl.

Kurmanci lehçesinin Behdînan ağzıyla düzenlenmiş olan Ronahiya Quran'da -daha öncekilerde olduğu gibi- Latin alfabesinin Kürtçe versiyonu tercih edilmiş. Bu konuda yaşadığımız coğrafya Müslümanları arasında çeşitli kaygılardan beslenen tartışmalar bulunsa da ilgili tercihin reel bir tutarlılık barındırdığı söylenebilir. Zira belirtilmeli ki Türkiye Kürtleri yazı dilinde Latin alfabesini kullanmaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye coğrafyasında da bu alfabenin kullanılıyor olması belli bir aşinalık da sağlamaktadır. Zaten seküler kesimlerin inisiyatifinde gelişen Kürtçe yayın alanında oldukça geç bir zamanda teberüz eden Müslümanların bu tercih dışında pek de bir seçenekleri yoktu. Dolayısıyla mesajlarını kitlelere duyurmak için ilgili Müslümanlar da bu yolu seçmiş bulunmaktalar. Bu tercihe dönük siyasi bir yelpazede geliştiği bilinen ve dolayısıyla daha çok tepkisel bir yapı arz eden eleştiriler de aslında büyük oranda bu reel boyutu gözden kaçırabilmekte ve dolayısıyla alfabenin de nihayetinde bir araç olduğu gerçeğini görmezlikten gelebilmektedir. Bir diğer olguysa Latin alfabesinin aslında Arî kökenli bir dil olan Kürtçeyi diğer birçok alfabeye oranla daha iyi karşıladığı yaklaşımıdır ki bu yaklaşım birçok dil otoritesince paylaşılan ortak bir kanıyı ifade etmektedir.

Meâlinin giriş yazısında Kur'an'ın anlaşılması ve yaşanması sorumluluğuna vurgu yapan Molla Muhammed bu bağlamda şöyle demektedir: "Kur'an'ı okuma ve anlama eylemi temel bir sorumluluk olarak algılanıp her Müslümanca buna yaraşır çaba sarf edilmelidir. Kur'an'ı okumadığımızda Rabbimizin emir ve nehiylerini anlamamız ve onu yaşamlaştırmamız nasıl mümkün olabilir ki?" Mihemed Bêrkevanî'nin de belirttiği gibi vahyin dili Arapçadır; Kur'an'ın başta Müslüman halklar olmak üzere tüm dillere tercümesi yapılmalıdır ki böylece insanlar ilahi mesaja muhatap olabilsinler. Sözlü ve yazılı tebliğde Kur'an'ın merkezi önemine değinen müellif bu konuda Müslüman Kürtlerin çabalarının önemini değerlendirerek yazınsal yönlü çabaların geleneksel ulema nezdinde neredeyse hala da bid'at biçiminde algılandığına imaen şöyle diyor: "Kur'an mesajını kavimlerine (yazılı ve sözlü olarak) duyurmak ve anlamını açıklamak temel bir sorumluluk, ertelenemez bir farziyettir. Bu yapılmalı ki insanlar Rablerinin kendilerine ne gibi mesajlar ilettiğini bilmiş olsunlar. (…) Sözlerin en doğrusu ilahi kelam olan Kur'an'dır ve örnek alınması bakımından izlenmeye en değerli yol Muhammed (a.s)'ın sünnetidir. Kötülüklerin tümüyse (bunlar ile çelişen) bid'at konumundadır."

Dil ve üslup açısından da Molla Muhammed'in meâli İslam irtibatlı Kürtçe yayın dünyasına olumlu katkılar sunar mahiyettedir. Behdînan şivesinin zengin sözcük birikimini çalışmasına yansıtan müellifin, özellikle Kur'an ıstılahlarının orjinaline mümkün olduğunca bağlı kalmaya çalışması var olanları arasında bu çalışmayı özgün kılan en önemli özelliğidir. Bununla birlikte yer yer parantez içinde kavramların anlamlarını vermesi, bazen de orijinaliyle birlikte Kürtçe mukabilini de doğrudan aktarmış olması da bir diğer olumluluk. Sure isimlerinin orijinal biçimleriyle alınmış olması ve kavramların tercümesinde mümkün olduğunca bağlamın gözetilmesi vb. de yine diğer olumluluklar arasında zikredilebilinir. Diğer yandan genel Kürtçe okuyucu profilinin Kur'an bilgisiyle ilgili alt yapısı düşünüldüğünde sure isimlerinin anlam ve özelliği, nüzul süreçleri vb. kısaca da olsa belirtilmesi ayrıca yararlı olabilirdi diye düşünüyoruz. Çevrilen dil açısından küçük çaplı gramatik hatalar ve kısmen daha yoğunlukta gözlenen imla yanlışları da daha dikkatli bir redakte sonucunda giderilerek daha okunur kılınabilir. Ayrıca bazı ayet çevirilerinde tercih edilen meâllendirmeler müellifin -diğer meallerde olduğu gibi- geleneksel dinî literatürün özellikle de klasik tefsir menşeli malumatın tesirinde kaldığını düşündürtmektedir. Ancak müellifin A. Varlı'nın düştüğü 'Kurdiya Nûjen' / Modern veya Öz Kürtçe tuzak veya kompleksine düşmemiş olması meâli okunur ve anlaşılır kılmakta, bununla birlikte sözcük dağarcığının genişliğine karşın M.G. Ferqînî kadar bir epistemolojik derinlik sağlayamadığı söylenebilir. Her halûkârda İslam irtibatlı Kürtçe yayın alanında ciddi boşlukların aşılmasına kısmen katkı sağlamaya mebni olan bu eserin, M.G. Ferqînî'nin 'Meâla Fîrûz'uyla mukayeseli okunmasının Kürtçe meâl okuyucusunun Kur'anî alt yapısına katkıda bulunacağı kanaatindeyiz.

Mele Mihemed'in de belirttiği üzere "Kendisini kavrayıp yaşamlaştırdığımız takdirde onurlanıp felaha ereceğimiz, yüz çevirdiğimizdeyse zelil olup kaybedenlerden olacağımız Kur'an, tümümüz için bir imtihandır."

Ronahiya Quran'ın Kürt yayın dünyasında vahyin aydınlığının yaygınlaşmasına vesile olmasını ve Kürtçe okuyucunun dini bilgisini Kur'an aydınlığına kavuşturup kitabileştirmesi yönlü çabalara katkı sunmasını diliyor ve esere emeği geçenleri kutluyoruz.

Di Roniya Quran'ê de Dîroka Pêxemberan

Yine Nûbihar Yayınları'ndan çıkan ve "Di Roniya Quran'ê de Dîroka Pêxemberan" (Kur'an Aydınlığında Peygamberler Tarihi) adını taşıyan bir diğer eseri de edebiyatçı-yazar Murat Celalî kaleme almış. Gerek anlatım üslubu ve gerekse de içeriği bakımından oldukça nitelikli bir çalışma olarak addedilebilecek bu eser, bilebildiğimiz kadarıyla bu bağlamda Kürtçedeki ilk matbu eser olma özelliğini taşımaktadır. Siyer literatürü bağlamında oldukça eksikler taşıyan İslam irtibatlı Kürtçe yayıncılık alanında Hz. Muhammed'in (as) hayatı daha önce ilk defa Abdulhadî Botî tarafından telif edilmiş ve bu eser "Peyxemberê Umetê Hz. Mihemed" adıyla 1999 yılında mezkur yayınevi tarafından yayımlanmıştı. Nübüvvet veya risalet tarihi bağlamındaysa ilk defa S. Kutub'a mal edilen "Peygamberler Tarihi ve Dini Hikayeler" isimli eser Cemal. A. Biçak tarafından Kürtçeye çevrilerek Mizgîn Yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. İlgili eserin çocuklara hitap ettiği bilinen bir durumdur. Celalî'nin eseri bununla mukayese edildiğinde gerek muhtevası ve gerekse de usulü bakımından çok daha nitelikli bir yapı arzettiği ve dolayısıyla salt çocuklara hitap etmediği rahatlıkla söylenebilir. Anlatım üslubu itibariyle edebi bir nitelik barındıran eser, bu boyutuyla edebi kategoriye dahil edilebilecek iken, metodolojik bakımdan sosyolojik bir zeminde çözümleyici ve tahlil edici özelliğiyle de önem arzetmektedir. Başta vahyin nüzul süreci olmak üzere tarihi verilerden de istifadeyle kronolojik bir sıralama yöntemini tercih eden yazarın, eseri yöntemsel ve muhteva açısından Mevdudi'nin "Tarih Boyu Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı"yla benzerlikler arzetmekte ve dolayısıyla mukayese edilmeye elverişli olmaktadır. Farkı ise Mevdudi'nin eserine oranla hacminin oldukça küçük olması (175 sayfa), üslup ve usul bakımındansa edebî tasvir ve analitik çözümleme tekniklerinin  iç içe bulunmasıdır.

Ana iki bölümden oluşan eserin Destpêk/Giriş bölümünde yazar, nebilerin ve nübüvvetin insanlık tarihi ve yaşamındaki önemini değerlendirirken bu meyanda risaletin fonksiyonunu ve barındırdığı mesajın ortak özelliklerini tespite çalışmaktadır. Ayrıca vahyin nüzul biçimlerini, nebilerin vasıfları, görev ve sayıları gibi mevzuları da yazar bu bölümde Pêwîstiya Pêxemberan (Peygamberlerin Önemi), Peyama Hevbeş: Yekîtiya Xwedê (Ortak Mesaj: Allah'ın Vahdaniyeti), 'Awayên Hatina Wehiyê (Vahyin Nüzul Biçimleri), Wesifên Pêxemberan (Peygamberlerin Vasıfları) ve Hejmara Pêxemberan (Peygamberlerin Sayıları) alt başlıklarında özetlemeye çalışmıştır.

Peygamberlerin insan yaşamındaki fonksiyonu ve mesajlarının içeriğinden ziyade sayılarına odaklanmış, kişiliklerini büyük oranda efsaneleştirmiş ve hatta sayılarına dair 1400 hadisini uydurmuş bir geleneğin oldukça köklü izler taşıdığı bir havzada, yazarın bu hususta spekülasyonlardan kaçınmış olması önemli sayılabilecek bir nitelik. İlgili bağlamda vahyin tutumunu belirten yazar, 'içerisinden elçi geçmemiş topluluğun bulunmadığı' ilkesini hatırlatarak Kur'an'da toplam 25 peygamber adının geçtiğini ve bunlara dair aktarımların büyük bir kısmının da oldukça az olduğunu belirterek aslolanın bizim bu nebevi önderlerin örnekliğine ittiba etmemiz ve onların hayatları ve mücadele sünnetlerinden kendimiz için dersler edinmemiz olduğunu söylemekte. (S. 16) Allah'ın insanı yarattıktan sonra başıboş bırakmadığını hatırlatan yazar, peygamberlerin önemini de hayatlarında insanlara rehberlik etmek, yaradılış gayelerini hatırlatmak ve Allah'ın uluhiyette vahdaniyeti demek olan tevhidî eksende hakkı ve adaleti insan yaşamının bütününde ikame etmek olarak saptıyor. Mesajın ortak özellikleri konusunda da yine yukarıdaki ilkelerin yanı sıra ahiret/hesabın hatırlatılması ve insanların şirk, zulüm, küfür, ifsad ve tuğyandan vazgeçmeye çağrılarak hayatın tümünü ilahi iradeye göre düzenlemek veya dini Allah'a has kılmak demek olan 'tek ilah'a ubudiyyet' olarak belirlemektedir. (S. 9-11) Vahyin nüzul biçimleri hususunda 42/Şura, 51-52 ayetini hatırlatan yazarın bu bağlamda İslam tarihinde yoğun tartışmalara yol açan ve güncel yansımalarını da sürdüren 'vahy-i gayri metluv' konusuna değinmemiş olması bir eksiklik olarak zikredilebilinir. Yine peygamberlerin vasıfları mevzusunda yazarın geleneksel tasnifin etkisinde kaldığı gözlemlenmekte. Buna göre 'sıdk'ı, 'emin kişilik'i, 'ismet', 'fetanet' ve 'tebliğ'i peygamberlerin ana vasıfları olarak saptayan yazarın 'ismet'in nasıl anlaşılması gerektiğini belirtmemiş olması bir diğer muğlaklığı oluşturmaktadır. Yine bu konuda yazarın peygamberlerin beşeriliği, kavimleri arasından onların lisanî ve örfî gerçeklikleri dikkatince gönderilişleri hususlarında yaptığı saptamalar olumlu olmakla birlikte mucizeler ile desteklenme özellikleri ve bunun hikmeti babında son Resul Hz. Muhammed (a.s)'e yakıştırılan ve efsanevi peygamber tasavvurunun oluşmasına ve yaygınlaşmasına zemin hazırlayan 'mucizeler' konusuna açıklık getirmemiş olması da bir diğer önemli nakısa olarak belirmektedir. Bu bağlamdaki en önemli eksikler arasında ayrıca resullerin gayba karşı konum ve tutumlarına yer verilmemesi ve rasul ile nebi geleneksel ayrımı olarak zikredilebilinir. Ancak bütün bunlarla birlikte yazarın ilgili hususlarda spekülatif tartışmalara itibar etmemesi ve doğrudan Kur'an'dan hareketle resullerin mesajları ve örnekliklerini tarih ve vakıayla da irtibatlandırak çözümlemeye yoğunlaşmış olması eserin ana eksenini oluşturan ve uyumlu bir biçimde gözetilen en nitelikli yönü olduğu söylenmelidir.

Çalışmasının özünü de oluşturan ikinci bölümde yazar, Kur'an'da adları zikredilen peygamberlerin mesajlarını ve mücadele sünnetlerini oldukça geniş bir yelpazeye yayarak aktarıyor. Hz. Adem (a.s.)'den Hz. İsa (a.s.)'ya doğru yazar şöyle bir kronoloji izlemiş:

1) Adem, 2) İdris, 3) Nuh, 4) Hûd, 5) Salih, 6) İbrahim, 7) Lût, 8) İsmail, 9) İshak, 10) Yakûb, 11) Yusuf, 12) Şu'ayb, 13) Eyyüb, 14) Zülkîfl, 15) Musa, 16) Harun, 17) Davud, 18) Süleyman, 19) İlyas, 20) El-Yese, 21) Yûnus, 22) Zekeriya, 23) Yahya, 24) İsa, 25) Muhammed.

Yukarıdaki kronoloji uyarınca her resulün hayat ve mücadelesini çeşitli alt başlıklar altında toplayarak değerlendiren yazar, Kur'an'da çeşitli bağlamlarda anlatılan nebilerin mücadelelerinin farklı yönlerinin iç bağlantılarını saptayarak ve bir bütün olarak ortaya koyma yoluna gitmiş. Bu yönüyle nebilerin örnek kişilikleri de şekillenirken ayrıca satır aralarına serpiştirilen değerlendirmeler yoluyla da her kıssa kendi içerisinde çeşitli normatif okumalara tabi tutulmuş. Yazarın en önemli başarısı denilebilir ki bu çeşitli anlatım teknikleri arasında anlatımdaki akıcılığı aksatmamasıdır. Her kıssanın girişinde ilgili resulün gönderildiği ve içerisinde şahitlik yaptığı toplumun adını ve özelliklerini de muteber tarihi verilerden hareketle ortaya koymaya çalışırken, yine bu hususta mümkün olduğunca vahyi ölçüyü gözettiği söylenebilir. Bu mekânsal boyutun tespiti ve betimlenmesinde sosyal bilimlerdeki tarihsel yöntemden etkilenen yazar, çalışmasının eksenini sosyolojik bir yapıda şekillendirmiş ve satır aralarına serpiştirdiği değerlendirmeleri itibariyle de tarih felsefesi veya sosyolojisinin imkânlarından istifade etmiş. Hz. Lût, İsmail ve İshak'ı Hz. İbrahim ile içe içe değerlendiren yazar, aynı yöntemi Musa-Şuayb-Harun, Zekeriya-Yahya-İsa, Yakub-Yusuf ve Davud-Süleyman peygamberlere de aksettirmiş. Zülkarneyn kıssasını kitaba almayan ve gelenek menşeli Şit peygamber mevzusuna değinmeyerek tarihte özellikle de İsrailiyat etkisiyle vuku bulmuş tartışmalara yer vermemiş olması bu bağlamda önemli bir olumluluk olarak zikredilmeye değerdir. Yine yazarın İbrahim (as) kıssasında bugün neredeyse popüler bir yapı arzeden etnik kökeni saptama fitnesine düşmemiş olması da ayrıca bir olumluluk. Tartışmalı tarihsel malumattan mümkün olduğunca kaçınan yazarın sadece Musa-Salih Kul ilişkisinin hikmetini anlamlandırırken geleneksel rivayetlerin etkisinde kaldığını ve bunu çalışmasına yansıttığını gözlemlemekteyiz. Yazarı buna sürükleyenin ise nedensellik zincirleri arayışı olduğu söylenebilir. Zira yazar kendisi de belirttiği gibi nübüvvet tarihini insanlığın tarihî serüveni ve serencamı olarak okumuş ve bu sürecin değerler ekseninde evrenselliğini vurgulamıştır.

Nihai tahlilde nübüvvet tarihi veya tarih boyu evrensel tevhidi mücadelenin nebilerin kıssalarına yansıyan izdüşümleri bağlamında nitelikli bir çalışma olduğuna inandığımız bu eserin ayrıca İslam irtibatlı Kürtçe yayıncılıktaki boşlukları gidermesi ve duyarlı Kürtçe okurun ilgili konulardaki bilgisinin Vahyin aydınlığıyla buluşmasına sunduğu katkı potansiyeli açısından önemli olduğu kanaatindeyiz. Yazarın da eserinin giriş-sonuç bölümlerinin yanısıra hemen tüm satır aralarında da belirttiği gibi resul ve nebiler Hak davasının öncüleridir. Onlar, insanları şeytani ayartı ve etkilerden arındırmak üzere Rableri tarafından gönderilmiş seçkin kullar ve insanlığın hidayet rehberleridir. Fir'avun, Haman, Nemrud, Ebu Cehil, Bel'am vb. ise Batıl davasının öncüleri, evrensel istikbarın prototipleri olup insanları karanlığın ve yıkımın girdabına çeken şeytani sembol kişilerdir. Yazarın da belirttiği üzere şer cephesine karşı konumlanan resuller Hak cephesinin öncüleri konumundadırlar ve misyonları da şahitliği yapılan toplumun tüm katmanlarına vahyi mesajın aydınlığını duyurmak ve yeryüzünde tevhidi, adaleti ve hakkı ikame etmektir. Onların mücadele sünnetlerinde şekillenen ve Kur'an tarafından evrenselleştirilen bu misyon evrensel İslami hareketin tüm zamanlardaki unsurları tarafından esas alınmak ve örneklendirilmek durumundadır. Yazarın çalışmasının özünü teşkil eden ve tüm nebi kıssaları etrafında ortaya konan bu olgunun kıyamete değin süreciğini belirterek evrensellik boyutunu vurgulamış olması önemlidir. Çağdaş İslami hareket unsurlarınca da vakîliği tescillenen bu mücadelede yazarın dediği gibi önemli olan çoğunluk cephesinde bulunmak değil, az da olunsa tevhid-adalet ve özgürlük safında yer alabilmek, küçük ama diri ve adanmış bir ümmetin nüveleri olabilmektir.

Sonuç olarak yazarın evrensel şeytanizm ve onun etkisine alıp bozduğu kalabalıkların cazibesine kapılmadan her koşulda nebi ve resulleri önderler edinip onların mücadele sünnetlerini örneklememiz gerektiği tespiti uyarıcı ve silkeleyicidir. Liderlik olgusunun yerel ve bölgeselliği aşıp evrensel fikrî yöne tekabül eden imaları ve öncü resullerin mücadelesinin nihai hedefinin ilahi rıza ve dolayısıyla mücadelelerinin de cümle insanlığı kucaklamaya matuf kuşatıcılığı ve felaha yapılan vurgular aynı zamanda yerel-bölgesel-kavmiyetçi veya pragmatik ve konjonktürel ulusal kurtuluşçulukların çıkmazına ve bu tarz metodolojilerin resullerin mücadele sünnetleriyle tezatına dikkat çekilmesi bakımından olumlu güncel uyarılar niteliği mesabesindedir. Yazarın da belirttiği gibi aslolan 'Müslümanım' diyenlerin de resullerin mücadele sünnetlerini kavraması ve kendi vakıalarıyla irtibatlandırarak onların mücadele örnekliklerinden ders ve usuller çıkararak vahyin aydınlığına tutunabilmeleridir.

Bu önemli çalışmanın İslam irtibatlı Kürtçe yayın dünyasına hayırlar getirmesini, duyarlı Kürtçe okurun Vahyin aydınlığı ile buluşmasına vesile olmasını diliyor, esere emeği geçen yazar Murat Celalî ve Nûbihar Yayınları'nı tebrik ediyoruz.