Bir mümin olarak en temel gayemiz, hedefimiz Rabbu’l-Âlemin’i razı edecek bir hayat yaşamaktır. Herkes doğar, bir biçimde yaşar ve ölür. Ama ahsen-i takvim, yani en güzel biçimde yaratılmış olma ayrıcalığına sahip olan insanın, fıtratındaki bu güzelliği koruması ve şerefli bir hayat sürmesi ancak Rabbini bilmesi, O’nun emir ve nehiylerine göre hayatını tanzim etmesiyle mümkündür.
İnsanın, Rabbini bilmesi ve O’na en güzel şekilde kulluk yapabilmesi, itaat ve ibadette bulunabilmesi elbette Âlemlerin Rabbi tarafından elçiler vasıtasıyla gönderilmiş vahye tabi olmasıyla mümkündür. Hiç şüphesiz başıboş bırakılmayıp kendisine hidayet yolu gösterilen insan vahye ittiba ile hayatını değerli ve anlamlı kılar, şeytanın iğvasından ve nefsinin azgınlıklarından aklını ve kalbini korur, izzetine halel getirmez.
Vahye ittiba ise Rabbu’l-Âlemin’in korunmuş kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine teslim olmayı, hayatımızı Kitabullah’a göre tanzim etmeyi ve Kitabullah ile çelişen her türlü anlayış, söz ve pratikten kendimizi arındırmamızı gerektirir. Bunu ise ancak Kitab-ı Kerim’i doğru anlayarak, O’nun maksatlarını, hükümlerini sahih temelde tespit ederek ve elde ettiğimiz bilgileri pazarlıksız biçimde hayatımıza yansıtarak yapabiliriz.
İşte burada karşımıza usûl sorunu çıkar. Allah Azze ve Celle bize Resul’ü aracılığıyla kitabını iletmiş ve onu kendimize hayat rehberi kılmamızı emretmiştir. Peki, bize hidayet nimetiyle lütfeden Rabbimiz, kitabının nasıl anlaşılması ve amelleştirilmesi gerektiği hususunda bizi tamamen serbest mi bırakmış yoksa birtakım ölçüler mi vazetmiştir?
Doğru Anlamak İçin Doğru Yöntem
Şüphesiz Kitab’ın doğru anlaşılması insanların iradesine, keyfine bırakılmış değildir. Vahyin manasının, içerdiği emir ve nehiylerinin Rabbu’l-Âlemin’in muradı çerçevesinde anlaşılıp hayata taşınması elbette yine Rabbu’l-Âlemin’in bildirdiği usûl çerçevesinde vahye yönelmeyi gerektirir. Aksi takdirde herkesin aklınca, gönlünce vahyi yorumlaması ve kendi eksikleriyle, zaaflarıyla malul bir Kur’an yorumu üretmesinin önü alınamazdı. Bu durum ise vahye ittiba değil, olsa olsa vahyi hevaya uydurmak olurdu.
Nitekim tarih boyunca içinde yaşadıkları ortamı esas alarak, cahilî anlayışların ve kültürlerin etkisinde kalarak, güç sahiplerinin arzularına boyun eğerek ya da kişisel zaaflarına teslim olarak Allah Teâlâ’nın kitabını haktan uzak bir tarzda ve bâtıl yollarla yorumlamaya, tevil etmeye kalkanlar çokça görülmüştür. Bu hal sahih geleneğin karşısında çok yoğun, çok etkili bir hurafeler ve bidatler yığınıyla İslam ümmetinin karşı karşıya kalmasını getirmiştir. Bugün de bilhassa yüz yüze olunan kuşatıcı, dayatmacı modern hayat tarzının yönlendirmesiyle Kitabullah’ın muhkem hükümlerini eğme, bükme, çarpık yorumlama çabalarının yoğunluğu had safhadadır.
Bu durum bir anlamda sözü itibariyle olmasa da manası itibariyle Kitab’ın tahrif edilmeye çalışılması demektir! Rabbimizin korunmuş sözlerini fiilen tahrif etmeye yönelik bu sapkın yaklaşım ve tehdide karşı Kitabullah’ı zihinlerde de şüphelerden, çelişkilerden, saptırmalardan korumak ise Kitab’ın hükümlerini mutlaka sahih bir usûlle anlamayı gerekli kılar.
Vahye Kalb-i Selim İle Yaklaşmak
Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılması için öncelikli şart muhatabın vahye kalb-i selim ile yaklaşmasıdır. Nitekim Rabbimiz Şuara Sûresi’nin 89. ayetinde “İlla men etallahe bi kalbin selim.” buyruğuyla ancak kalb-i selim ile Rabbin huzuruna varanların felaha ereceğini bize hatırlatmaktadır: Selim kalp, sahibini, Rabbu’l-Âlemin’in kelamıyla muhatap olduğu bilincine sevk eder, şeytanın iğvasından ve nefsinin bâtıl yönlendirmelerinden azade kılar. Böylece sahibini zihniyle vahyi şekillendirme tuzağına düşmekten korur ve bilakis vahiy ile zihnini olgunlaştırmaya yöneltir.
Selim bir kalp Kitabullah’ı doğru anlamak için şarttır ama yeterli değildir. Rabbu’l-Âlemin’in muradını sahih bir tarzda kavramak mutlaka sahih bilgiyi gerektirir. Sahih bilgi ise keyfî, indî yaklaşımlarla, içinde bulunulan hayat tarzının, ilişkilerin, dünyevi korku ya da beklentilerin dayatmasıyla, yönlendirmesiyle şekillenen değil, nass temelli bilgidir.
Allah Teâlâ’nın Resul’ü (s) vasıtasıyla Arapça bir kitap olarak vahyettiği Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin bazısı açık, bazısı ise mücmel, kapalı, yani anlamak ve amel etmek için ek bilgiye ihtiyaç duyulan bir konumdadır. Burada tefsire, beyana ihtiyaç duyulur.
Biliyoruz ki Kitabullah’ın bazı ayetleri başka bazı ayetlerini tefsir ettiği gibi, Rabbimizin vahiy ile destekleyip günahlardan koruduğu Resul’ü de hadisleriyle Kur’an’ı en güzel, en doğru biçimde tefsir etmiştir. Resulullah’ın mübelliğ olmakla birlikte müfessir ve mübeyyin vasıflarına da haiz olduğu aşikârdır. Daha önemlisi Kitabullah’a bir bütün olarak nasıl yaklaşmamız gerektiğini, Rabbimizin ayetlerini, buyruklarını, bildirdiklerini nasıl anlamamız ve amelleştirmemiz gerektiğini bize öğreten odur.
Rabbimiz Ahzab Sûresi’nin 21. ayetinde O’nun güzel örnekliğini bize şöyle bildirmiştir: “Andolsun, Allah'ın resulünde sizin için; Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (usvetun hasene) vardır.”
Vahyin Hayata Taşınması Sünnete İttiba İle Mümkündür!
Evet, Resulullah’ın vazifesi öncelikle kendisine iletilen vahyi tebliğdir. Ama Kitabullah’ın ayetleri sadece sözden ibaret değildir ki! Kur’an’ın ayetleri canlı, hayat içinde karşılık bulması gereken lafızlardır. Ve lafızlar ancak yaşanmak suretiyle hayata aktarılarak canlılık kazanırlar. Salâtın nasıl ikame edileceğinin de birr’in, takvanın, güzel ahlakın ne olduğunun da ahirete nasıl iman edilmesi gerektiğinin de somutlaşması, hayatlaşması ancak Resul’ün örnekliğiyle mümkündür.
Bu örnekliği en net biçimde Sünnet kavramıyla ifade etmek mümkündür. Sünnet, bu anlamıyla vahy-i ilahinin Resulullah’ın kılavuzluğunda ve sahabe toplumu özelinde hayata taşınması, pratize edilmesi demektir.
Kur’an’ın soyut lafızdan öte, canlı bir nitelik arz etmesi, hayatlaşması anlamına gelen bu husus lafız itibariyle korunmuş olduğuna iman ettiğimiz Kitabullah’ın mana itibariyle de korunmuşluğunu garanti etmektedir.1 Yani Resul ve ashabının örnekliği, herkesin Kitab’ın ayetlerini istediği biçimde yorumlamaya kalkması, eğip bükmesi önünde somut bir engel oluşturmakta, vahyin konjonktürel ihtiyaçlara ya da heva ve heves mahsulü zorlamalara göre şekillendirilmesi tehlikesine karşı bir bariyer işlevi görmektedir.
Ancak Resulullah’ın ashabına ilettiği, sahabenin de hayata aksettirerek toplumsallaştırdığı yorumlar ve bunlarla uyum arz eden içtihatlar delil olma özelliği taşır. Sahabe icmaı şeklinde de adlandırılabilecek olan ve dinde hüccet niteliğine sahip olan bu yorumların hilafına yapılan yorumların, tevillerin, çıkarımların ise bir geçerliliği yoktur.
Bu noktada dinin hangi usulle anlaşılması, nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin şu iki rivayet, üzerinde durulmayı hak etmektedir. Resulullah, Hudeybiye musalahasından bir yıl sonra, Hicretin 7. yılında, ashabıyla birlikte kaza umresini yaparken müşrikler Daru’n-Nedve’nin çevresinde yüksekçe yerlerden onları izliyor ve kendi aralarında Müslümanların Medine’de ağır şartlar içinde yaşadıklarından sıtma hastalığına yakalandıkları ve zayıf düştükleri dedikodusunu yapıyorlardı. Bu sebeple Resulullah tavafının ilk üç şavtını sağ omuzu açık bir şekilde güç gösterisi yaparcasına hızlı adımlarla yapmayı tercih etmiş ve koşma anlamına gelen remel’i ashabına da emrederek: “Bugün müşriklere kendisini kuvvetli gösteren kişiye Allah rahmet etsin.” şeklinde dua etmişti. Buhari’de geçen bir rivayete göre Hz. Ömer’e soruldu: “İslam hâkim olmasına rağmen neden hâlâ remel yapıyoruz?” Hz. Ömer, bu soruya ibadet alanında dikkate alınması gereken usûlün itaat olduğuna dikkat çeken şu cevabı vermiştir: “Resulullah’ın zamanında yaptığımız şeyleri yapmayı terk etmeyiz.”2
Yine Hz. Ömer’e atfen İbn-i Mace ve Nesai’nin naklettikleri ve değişen tarihsel şartları ve ortamları gözeterek Sünnet’in terk edilemeyeceğini net biçimde ortaya koyan şu rivayet dikkat çekicidir: Yala b. Umeyye, Hz. Ömer’e “Allah Teâlâ: ‘Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük yapmalarından endişe ederseniz namazı kısaltmanızda bir günah yoktur.’ (Nisa, 4/101) buyurmuştur. İnsanlar şimdi emniyetteler, namazı niçin kısaltıyorsunuz?” diye sorunca o: “Ben bu durum karşısında şaşırmış ve Resulullah’a sormuştum. ‘Bu, Allah’ın size verdiği bir sadakadır, onun sadakasını kabul edin.’ buyurdu.” demişti.
Aynı soru Abdullah İbn-i Ömer’e de sorulmuştur. Ahmed İbn-i Hanbel, İbn-i Mace ve Nesai’nin naklettikleri mevkuf bir hadiste Umeyy b. Abdillah b. Halid’in: “Biz hazar (mukim) namazı ile havf (korku) namazını Kur’an’da buluyoruz fakat sefer namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Bu nasıl oluyor?” sorusunu Abdullah İbn-i Ömer de aynı yaklaşımı öne çıkartarak şöyle cevaplandırmıştır: “Resulullah geldiğinde biz sapmıştık. Allah bizi onunla hidayete erdirdi. Bize her şeyi o öğretti. Allah Teâlâ’nın seferde namazı iki rekât kılmamızı emretmesi de onun öğrettiklerindendir. Hiç kimseden korkmasak da Nebi’nin sünneti budur, biz de ona uyarız.”3
Sünnet Kur’an’ı Gayrı Sahih Yorumlardan Koruyan Bir Zırhtır!
Burada Resulullah’ın ve ashabının sünnetinin bir tür koruyucu duvar, zırh ya da elek işlevi gördüğüne dikkat edilmelidir. İncil’in tahrifi ve zaman içinde sahih bir temel üzerine oturmayan, birbirinden çok farklı Hristiyanlık anlayışlarının, pratiklerinin ortaya çıkışı, bilhassa Protestanlığın güya Kitab’a doğrudan muhatap olma iddiasıyla yola çıkıp tümüyle seküler temelde bir dinî algı inşa etmesi, Allahu a’lem, Hristiyanlığın fiilen bağlayıcı bir yol gösterici pratiğe, yani Sünnet zeminine sahip olmayışıyla da irtibatlıdır. Sadece lafzın tahrifi değil, nasıl anlaşılacağına dair de somut bir örnekliğin, kılavuzluğun mevcut olmayışı, olamayışı kaos doğurmuş, Hristiyanlık inancını farklı eğilim ve iktidarların şekillendirmesine açık hale getirmiştir.4
İşte bu ölçüyle yaklaştığımızda karşılaştığımız bazı manzaraları daha net değerlendirebilmek, Allah’ın dinine yönelik kimi dayatmaları, heva mahsulü yaklaşımları tespit etmek, hiçbir sahih temeli bulunmayan tevillerin geçersizliğini tespit etmek kolaylaşacaktır. Ve bunun neticesinde dinin sahih temelde anlaşılması mümkün hale gelecektir. Bilhassa Allah’ın dininin modern hayat paradigması tarafından yeniden biçimlendirilmeye, küresel egemen kültür ya da ulusal devlet anlayışının gölgesine sıkıştırılmaya çalışıldığı bir vasatta bu hassasiyet çok daha önem arz etmektedir.
Tesettürün içeriksizleştirilmesinden cihadın şekilsizleştirilip soyutlaştırılmasına, özel hayatın dokunulmazlığıyla bağdaşmazlığı iddiasını esas alarak emr-i bi’l maruf vazifesinin buharlaştırılmasından müzik ve eğlence anlayışının sınırlarının belirsizleştirilmesine kadar pek çok konuda ölçüsüzlük sorunu, daha doğrusu bâtıl birtakım ölçüler dayatılması ancak Sünnet’in yol göstericiliği ile aşılabilir. Rabbimize hamd olsun ki birilerinin müphemlik kılıfıyla içini boşaltmaya ya da çarpık yorumlarına kurban etmeye kalkıştığı dinin emir ve nehiylerinin nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiğini Resul ve ashabının pratiği bize her türlü spekülasyondan uzak ve açık, sarih biçimde göstermektedir. Bu örnekliği esas almak bizi nefsimizle baş başa kalmaktan koruyacak, hayatımızı kolaylaştıracak ve amellerimizi ibadete dönüştürecektir.
Aksi durum ibaha alanının ardına kadar açılması ve dinin belirsizliğe, keyfiliğe mahkûm edilmesi demektir. Bu hal zaman içerisinde tümüyle dinin ve dinî hassasiyetin marjinalleşmesi, dinin emir ve nehiylerinin hayatın kenarına sürülmesi, belirleyen olmaktan tümüyle çıkıp belirlenen olmasına yol açabilir. Seküler ideolojinin temel talebi, yönelimi de zaten bunu sağlamaya dönüktür. Ateist bir yaklaşımla dinin toplumsal hayattan tümüyle dışlanmasının zorluğundan, imkânsızlığından hareketle dinin sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesi ve modern hayat tarzıyla uyum arz edecek şekilde varlığını sürdürmesi arzulanır.
Sünnet Neyi Sağlar?
Özetle Sünnet-i Resul’e ittiba, tarih boyunca görüldüğü gibi bugün de farklı tezahürlerle müminler toplumunun karşısına çıkan sapmalar, çelişkiler, bulanıklıklar karşısında koruyucu bir duvardır. Vahyi doğru anlamak ve tatbik etmek için elzem olan Sünnet’e ittibanın aynı zamanda an itibariyle pratik işlevini şu üç maddede özetlemek mümkündür:
Sünnet’i esas almak dinî ihtilafları nasıl çözeceğimize ilişkin bize yol gösterir. Sünnet bize hangi konuda ihtilaf etmenin meşru olup hangi konuda meşru olmadığını, ihtilafın sınırlarının ne olması ve ihtilaf edilen hususlarda çözümün hangi usûl ve esaslar dâhilinde aranması gerektiğini öğretir. Dolayısıyla dine ilişkin olarak ihtilaf ettiğimiz herhangi bir hususta aşırılığa, ölçüsüzlüğe sürüklenmeyi, kardeşlerimizle aramızda duvar örülmesini engeller.
Sünnet dinin doğru anlaşılması hususunda sahih bir yaklaşım yöntemi belirleme yanında müminler arasında pratik hayata ilişkin olarak ortak bir davranış kalıbı da inşa eder. Bilhassa cahilî hayat tarzlarının yoğunluğu ve yönlendiriciliği karşısında kendileri olmaktan uzaklaşıp yabancılaşan, farklılaşan kitlelere ortak bir hayat tarzı, bir kültür sunar. Bu yönüyle ümmet birlikteliğini sağlar.
Sünnet kuşatıcı mahiyeti ve yol göstericiliğiyle hayatın bütün alanlarını doldurur. Bu şekilde hem zihinsel hem pratik manada giderek yaygınlaşan ve düşünme biçiminden yaşama tarzına kadar her alanda insanlığı dönüştüren sekülerleşme eğiliminin boşluk bulduğu her alana sızma ve hayatı tümüyle dönüştürme tutumunu, tahakkümünü boşa çıkartır.
Sonuç itibariyle bidat ve hurafelerle örülmüş cahilî geleneğin tasallutu karşısında olduğu gibi modern-seküler dejenerasyon karşısında da Sünnet’e ittiba Kur’an’ı hayata taşımanın biricik yoludur.
Dipnotlar:
1- Muhammed Vehbi Dereli, Kur’an-Sünnet İlişkisi, Fecr Yayınları, 2010, s. 199.
2- Casir Avde, İslam Hukuk Felsefesi, Mahya Yayıncılık, 2016, s. 29.
3- Aynur Uraler, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2016, s. 197.
4- Ali Bulaç, Dirâsâtu’l Kuran, Meal & Tefsir, Çıra Yayınları, 2016, Cilt: 3, s. 419