Türkiye’de resmi ideoloji dünyadaki benzerleri gibi kendini ürettiği yalanlarla ayakta tutmaya çalışır. Resmi ideolojiyi ayakta tutacak yalanlar da en çok eğitim alanında üretilir ve bu alan marifetiyle toplumsallaştırılmaya çalışılır.
Ulus devletin tek tipçi ve kendi ideolojisini tahkim etme amaçlı eğitim mantığı yeryüzünde en uç örneklerinden birini Türkiye’de vermiş olmalıdır. 1930’lu yılların devlet ve siyaset yapısının bir yansıması olarak kurumlaştırılan cumhuriyetin benzerleri yerlerini çoktan başkalarına terk ettikleri halde Türkiye’deki yapı bir şekilde kendini muhafaza etmeyi başarmıştır.
Osmanlı bakiyesi bir toplumdan özellikle dini hassasiyet ve yaşam tarzını söküp atmak resmi ideolojinin temel amacı olmuştur. Halifeliğin kaldırılması, kılık kıyafetin Batılı bir şekle büründürülmesi, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kabulü, eğitimi merkezi sisteme bağlayan Tevhid-i Tedrisat kanunu gibi radikal uygulamalar bunun en açık göstergesidir. Bütün bu radikal uygulamalar Türkiye’de yaşayan ve tarihi ve dini yönelişi şu veya bu şekilde İslam’a dönük olan halkları maddeci ve Batıcı bir şekle sokabilmek amaçlı olmuştur.
Siyasi baskı ve dayatmalarla toplumsal dönüşümü ilânihaye başarmak mümkün olamayacağından özellikle eğitim kurumlarına büyük iş düşeceğini gören cumhuriyet kadroları ürettikleri tez ve anlayışları yeni kuşakların daha rahat benimsemesi için eğitim kurumlarına yoğunlaşmak istemişlerdir.
Avrupa ve dünya tarihinde de benzer örnekleri çokça görülebileceği üzere kendine sosyal bir taban yaratmak isteyen modern ulus devletlerin yolu Türkiye’de de takip edilmiştir. Devletin farklı din ya da cemaatlere ait eğitim kurumlarına hoşgörü ile bakması gibi bir beklenti bu dönemde kesin olarak ortadan kalkmıştır. Medreselerin, dergâhların, mahalle mekteplerinin ve benzeri eğitim kurumlarının kaldırılıp tamamen merkezi idarenin kontrol ve inisiyatifinde olacak bir eğitim politikası uygulamaya konulmuştur.
Kur’an alfabesi kaldırılarak halkın İslami temellerine dönük aidiyet hisleri zamanla yok edilmek istenmiş ve bu uygulama sonucu memleketteki okuma oranı da dibe vurmuştur. Okuma yazma oranını artırmayı hedeflediğini iddia eden cumhuriyet kadrolarının bu iddialarının kocaman bir yalan olduğu, asıl maksadın İslami bağları, işaretleri ve mirası ortadan kaldırmak, toplumsal bilinçten söküp atmak olduğu çok açık bir şekilde görülüp anlaşılmıştır. Okuma yazmayı Arap alfabesi üzerinden bilen kişilerin okuryazarlıklarının resmi ideoloji açısından hiçbir önemi ve değeri yoktur. Dolayısıyla uzun zaman sürecek okullaşma oranındaki artışın gecikmesi onlar için tedirgin olunacak bir durum değildir. Önemli olan İslami bağları olan kişi ve çevrelerin Kur’an harfleriyle çalışma imkânlarının yasaklanmış olmasıdır.
“On yılda on beş milyon genç yaratma” tasarısı ütopik olsa da seçkinlerin bu bağlamda önemli bir hedefidir. Tarihsel ve İslami bütün bağları koparılarak cumhuriyetin başında üretilen kerameti kendinden menkul tez ve anlayışlarla yeni bir kuşak projelendirilmiştir. “Ulus” temelinde örgütlenen ve yaygın eğitim faaliyetleriyle ete kemiğe büründürülmek istenen bu “yaratma” tasarısı varlık ve amacını değişik formatlarla bugüne değin sürdürmüştür.
“Aydın öğretmenler” olduğu ileri sürülen bir kısım zevat tarafından Anadolu’nun geri ve İslami inanışlar yüzünden cahil kaldığı iddia olunan halkı Batılı normlar seviyesine yükseltilmek istenmiş ve bu uygulama “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” ifadesiyle idealleştirilmiştir. Bu ideal, maddeci ve vahye karşı çıkan, İslam tarihi ve uygulamalarını köhne kabul eden, Orta Asya merkezli ulus yaratma fikrini dini bir heyecanla benimseyip uygulamaya çalışan bir tarzla kendini gösterir.
Cumhuriyet başlarında bir nevi bugünkü medya işlevi gören roman ve romancılar marifetiyle bu ülkü dramatize edilir, okul ve öğretmenlere yardımcı olacak bir şekille geniş halk yığınlarına kabul ettirilmeye çalışılır. Alternatif eğitim ve siyaset/toplum felsefeleri, muhalefet hareketleri yok edildiğinden ya da yasaklandığından resmi ideoloji büyük bir serbestiyetlik ve rakipsizlik içinde at oynatmış ve bu adaletsiz ortamda kısmen ideallerinde muvaffak olabilmiştir. Ancak Müslüman halk genellikle sistemin dönüştürücü eğitim anlayışına uzun yıllar gücü yettiğince mukavemet etmiş, zora düşmedikçe gönüllü bir şekilde bu sürecin içinde yer almaktan kaçınmıştır.
Osmanlı’yı ve İslami değerleri inkâr sonucu kendi eğitimcisini yetiştirmek durumunda kalan cumhuriyet kadroları edebiyat aracılığıyla da görmedikleri bir coğrafyayı pek de gönüllü olmaksızın, zorda kaldıkları için kutsallaştırarak mahiyeti belirsiz bir “Anadoluculuk” ideali oluşturmuşlardır. Bu Anadoluculuk ideali, değerleri benimsenen bir coğrafya ya da halkı işaret etmez, aksine değerleri horlanan, aşağılanan ve onlar yerine yeni Batıcı değerler ikame edilmek istenen bir halkı ya da coğrafyayı ifade eder. Batılı olmadığı için kendisinden utanmak icap eden halkına yeni bir elbise giydirmenin, tersinden bir idealizmin mücadelesidir bu. Yani tam bir tarihsel trajedi!
Cumhuriyetin kurucu ve ideolojisini örgütleyici kadroları özellikle tarih, din ve dil gibi alanlarda kendilerince önemli, tarihsel olarak tahrip edici, mantık ve bilim dışı açılımlar yapmışlar ve ulus ideali çerçevesinde bir toplum oluşturmak hayali gütmüşlerdir. İslam halklarını lâdini bir halkada ancak ortak ulus kurgusuyla toparlayabileceklerini düşünen kadrolar ürettikleri ulus kimliğini ilk ve orta öğretimlerin yanı sıra üniversite eğitimi yoluyla da yeni kuşaklar üzerinden topluma empoze etmeyi amaçladılar. Bu noktada eğitim farklı bir işlev üstlenmiş oldu: İnançların oluşturduğu kimlikten uzaklaşarak kurgusal ve temelsiz bir ulus kimliğe intisap etmek.
30’lu yıllarda dünya konjonktüründe, özellikle Avrupa’da benzer faşizan yönetimlerin varlığına dikkat edilmeli ve Türkiye’deki uygulamalarla paralel yaklaşımları özenle incelenmelidir. Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası, Stalin Sovyetleri bir şekilde benzer kaygı ve amaçları kurgularında barındırmışlardır. Bu rejimlerin dayatmaları tarihi seyir içinde büyük acılara sebebiyet vermiştir.
Bugün Kemalist paradigmayı insanlık tarihinin ileri bir aşaması olarak görüp 30’lu yılların farklı kimlikleri yok sayan ilkel baskıcılığını daha sofistike bir şekilde uygulamaya çalışan egemen çevreler eğitimin bu doğrultudaki etkin gücünün farkında ve bu imkândan vazgeçmek niyetinin oldukça uzağındadırlar.
Resmi ideolojinin saptırıcı söylemlerini açığa çıkararak kimlikleri yok sayan fütursuzluğuna karşı çıkan bir çabaya ihtiyacımız vardır. Örgün eğitim kurumlarından medyanın her kademesine kadar resmi ideolojinin propagandası yapılıyor. Yıllar önce başlangıç eğitimi olan ilkokullarda okuyanların kendilerine öğretilen tarih ve bilim dışı, her türlü gerçeklikten nasipsiz yalanların birer hakikatmiş gibi bugün de doğru olduğunu düşünmeleri yapılan ağır tahribatın boyutlarını gözler önüne sermektedir. İnsaf sahibi hiçbir insanın benimseyip anlatamayacağı yalanlar resmi dayatmalar karşısında minik dimağlara yüklenmiştir. Ülkenin başbakanlığını yapan Ecevit’in bile Vahdettin’in hainliği tartışmalarında hiçbir zaman öyle bir şeye inanmadığını söylemiş olması, ama iktidarındaki eğitim bakanlığının okullarındaki müfredat ve propagandanın aksi yönde gerçekleşmesi ilginç bir çelişki olarak resmi ideolojinin hükümetleri aşan dayatıcı gücünü ortaya koymaktadır.
Resmi ideolojinin kutsallarının sorgulanamaması en çok eğitim kurum ve aşamalarında tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Sözde bilimsel düşünceye vurgu yaparak Batılı yönelişlerini yüceltenler, söz konusu olan kendi kurguları olunca eleştirdikleri dogmatik tavra sımsıkı sarılabilmişlerdir.
Okulların “vicdanı hür” nesiller yetiştirecek olma iddiası tamamen bir yalandır. Vicdanlar baskı ve karartma altında hakikatle buluşma şanslarını çoğu kez kaybetmektedirler. Özgür ve sorgulayıcı bir eğitim resmi ideoloji sahiplerince asla makbul olamaz. Böyle bir tutum kendi altlarının oyulması sonucunu doğuracağından mümkün mertebe düşünüp sorgulamayan kuşaklar yetiştirilmesi gerekir. Bunun için kışlavâri bir pratiğin egemenliğinde oluşan teori, egemen eğitim anlayışının temelini oluşturur. Öğretmenler sistemin teorik olarak sözde aydınlık yüzünü, pratikte jandarmalığını ya da gardiyanlığını temsil ederler ve hemen tamamına yakını okuyan, düşünen insanlar olmaktan uzaktırlar.
Neler Yapılabilir?
Bahsettiğimiz süreçle ilgili olarak geleneksel kabulleri benimseyen kitlelerin, Batılılaşmacı eğitim anlayışına dini reflekslerle mukavemet etmeleri müspet bir tutum olarak görülebilirse de örgütlü ve düşünsel temele dayalı bir niteliğe haiz olamaması bu tepkileri zamanla çözmüş ve etkisizleştirmiştir.
Şu bir gerçektir ki İslami çevreler, resmi ideolojiyi ve özellikle onun hayatiyet bulmasını temin edecek eğitim politikalarını eleştirmek, sistemli bir sorgulamaya tabi tutmak ve çıkan sonuçları halkla paylaşmak çabalarından uzak durmuşlardır. Özgür-Der ve İLKAV’ın resmi ideolojinin eğitim anlayışını değerlendirmeye tabi tuttukları programları önemli etkinlikler olsa da bunlar çoğalamamıştır.
Yayın düzleminde birkaç yazı dışında bilimsel ya da siyasi metinler bulma şansımız ne yazık ki yok denecek kadar azdır. Resmi tarihe ilişkin birkaç tarih yazarının eseri yazarlarının iyi niyetlerine karşın hata ve duygusallıklara boyun eğmiş, sünnetullahı kavrayamamış ve geçmişi sorgusuzca yüceltir mahiyette olmuştur.
İlk başlarda dindarane hasletlerle resmi eğitim sürecine tavır alan kitleler, sağcı politikaların siyasal hayata egemen olmasıyla sistem içine çekilmiş ve eğitim süreci kerhen kabul edilir bir görüntü verilmiştir. Sistem içinde yükselerek birtakım iyileştirmeler yapılabileceği inancı zamanla bu sürecin daha da hızlanmasına sebebiyet vermiştir. Sağcı, uzlaşmacı ve sistem içi mücadele mantığını kavramaktan uzak kitleler bu eğitim süreçleri neticesinde resmi ideolojinin kutsallarını kısmen dönüştürüp içselleştirerek, kısmen tepkileri içe atıp olumsuzlukların üzerini örterek ama hemen hemen bu sürece hiç tepki göstermeyen bir pozisyonda yer almışlardır.
Bugün gelinen nokta son derece vahimdir. Özellikle AKP iktidarı döneminde sistem içinde pay kapma telaşı resmi ideolojinin kutsallarını sorgulama niyetlerini neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. Sistem mekanizmalarını iktidar pozisyonuyla sahiplenen yeni sürecin kişi ve anlayışları muhalif hareketlerin açılımlarını da küçük görüp söylemlerini tahfif etme yoluna girmiştir. İslami kimlikle kazandıkları seviyeleri AKP sürecine entegre olarak harcayanların konumları ise daha da dramatiktir. Bilinç seviyesinde iken yakaladıkları muhalif söylemlerini sistem içerisindeki yükselme karşılığı geriye atmışlar ve büyük bir hayal kırıklığı yaşatmışlardır.
Muhafazakâr hareketler, menfaatçi karakterleri gereği cesur bir tavırla bilgiyi öne çıkararak resmi ideolojinin genel ve eğitimdeki uygulamalarıyla hesaplaşamazlar. O halde o merkezlerden ve oralara meyleden kişi ve çevrelerden sağlıklı bir sorgulayıcı tavır beklenemez. Bu durumda yine bütün sorumluluk tevhidi sürecin takipçilerine düşecektir.
Türkiye’de halk kendisine dayatılan bütün yalanlarla, sahte kimliklerle hesaplaşabilecek bakış açısına ve bilgi birikimine sahip olmalıdır. Duygusal değerlendirme barajını sahih bir muhasebe zeminine yükseltecek bu hesaplaşma için nitelikli çalışmalar yapılmalıdır. Resmi ideolojinin oluşum evrelerini özellikle Müslümanlar dışındaki çevrelerden öğrenebilmekteyiz. Yakın tarihin çok yönlü fotoğrafını kendi çabalarımızla elde etmeli ve bu süreçten ortaya çıkacak sonuçları kolay anlaşılıp sorgulanabilir bir formatta insanlarla paylaşmalıyız.
Yakın tarihin yazım ve öğretimi resmi ideolojinin üretiminde önemli bir alan ve imkândır. Dolayısıyla bu alanla ilgili propagandatif söylemleri bilimsel çabalarla desteklemek ikna edilirliği artıracaktır. Tevhid-i Tedrisat Türkiye’de eğitim öğretimi tek elde topladığından farklı anlayış ve iddiaların eğitim kurumlarında yer bulabilmeleri imkân dışı kalmıştır. Bu yasakçı alanı aşmak farklı çalışma araçları var etmekle mümkün olabilir. Bir tarih enstitüsü kurmak bu çerçevede zor bir şey değildir. Muhalif potansiyeli bünyesinde barındıran farklı kesimlerle işbirliği yapmak verimliliği artıracaktır. Esasen makale, eleştiri düzeyinde de kalsa resmi tarih kurgusuna dönük sarsıcı eleştiri potansiyeli Müslüman çevrelerde vardır. Yapılması gereken bu potansiyelin bilimsel derinliğini yakalamak ve ortaya çıkan çalışmaları anlaşılabilir metin ve yayınlarla geniş kesimlerle paylaşmaktır.
Dernek ve vakıf çalışmalarında ya da sohbet halkalarında bu alan önemli bir yer tutmalıdır. Soyut ifadelerle rab, tağut kavramları insanların zihinlerinde şekillenmez, gerçek karşılıklarını yaşadıkları hayatta işaretlemez. Kur’an’da Firavun’un propagandalarla halkını ahmaklaştırdığı ifade olunur. Esasen modern devletlerin eğitimlerinin temelinde yatan hakikat tam da budur. Ahmaklaştırıcı eğitimin temel imkânı kurgusallıktır. Dolayısıyla kurgusal mahiyetteki dil, tarih, din telâkkileri dernek, vakıf ya da sohbet halkaları etkinliklerinin en önemli eğitim ve öğretim malzemesi kabul edilmeli, ters yüz dilen gerçeklerin ahmaklaştırıcı tesiri kırılmalıdır.
Fikret Başkaya, Sevan Nişanyan gibi sol ya da liberal çevrelerden isimlerin cesur çalışmaları Müslümanları da yüreklendirmelidir. Muhafazakâr gelenekte bazı yakın tarih çalışmaları olmakla birlikte bunlar belli bir sistematiğe sahip olamamaları ve kutsal tarih inancıyla malul mahiyetlerinden dolayı ancak duygusal zeminde değerlendirilmelidir. Neredeyse bizden başkaları tarafından değinilmemiş bir yakın tarih alanı olarak tevhidi sürecin Türkiye’deki serencâmı da Hamza Türkmen’in kitaplarının sistematize ettiği doğrultuda yakın tarih çalışmalarında layıkıyla işlenmelidir.
İslami çevrelere yakın olduğunu iddia eden sendikaları da bu vesileyle burada anmakta fayda var. Sendikacılığı neredeyse daha fazla ücret alabilme kaygısına indirgeyen, zamanla bunu üye aidatlarını hükümete ödettirerek bağımsızlığını tamamen kaybeden sendikalardan yazı boyunca dile getirmeye çalıştığımız alanlarda bir çıkış beklememiz imkânsızdır. Kuvvetlendirilebilecek zayıf muhalif damarın da AKP iktidarından sonra sistemin kutsallarına bilerek ya da bilmeyerek sahip çıkma noktasına gelmesiyle ortadan kalktığı düşünülecek olursa resmi ideolojinin eğitim alanları aracılığıyla zihinlerde yaptığı tahribatın giderilmesinde sendikaların bir katkı sağlayamayacağı görülecektir. Yasaklarla boğazlanan kendi iş kollarındaki özgürlüklere sahip çıkamayan sendikal anlayışlardan resmi ideolojinin eğitim anlayışına dönük müdahil bir pozisyon beklemek iyi niyetli üyelerin sadece zaman ve enerjilerini tüketecektir.
Eğitim, egemen iradelerin ve muhalif kesimlerin inançlarının somutlaştığı, süregelen çekişme ve niyetlerin ortaya çıktığı, kitleleri etkilemede başat bir rol üstlenen önemli bir alandır. Daha önce de dile getirdiğimiz gibi kolları sıvamanın vaktidir.