12 Eylül 1980 darbesinin en korkunç ürünü olan 1982 Anayasasının 26 maddesini esas alan değişim bütün engelleme çabalarına rağmen ihtilalın 30. yıldönümünde halkoylamasına sunulabildi. Devleti, resmi ideolojiyi, askerî mantığı bir deli gömleği misali her tür yöntemi kullanarak bütün bir topluma giydiren askerî cunta ile sınırlı ama sembolik bir hesaplaşma referandum sonuçlarının belirginleşmesi itibariyle başlamış oldu. İnsana karşı devleti, inanca karşı resmi ideolojiyi, fıtri/doğal kimliğe karşı laik-ulusal aidiyeti, topluma karşı yasaları, hukuka karşı zorbalığı üstün tutup dayatan Kemalist oligarşi 12 Eylül referandumunda hiç şüphe yok ki halktan esaslı bir şamar yedi. 12 Eylül darbesinin üzerinden ancak 30 yıl geçtikten sonra gerçekleşen referandum ile TSK, yüksek yargı, TÜSİAD, Kemalist akademi ve aydın sınıfının bir asra yaklaşan tahakkümü ve vesayetini tamamen ortadan kaldıramasa bile zayıflatan, gerileten ve en önemlisi gayri meşru ilan eden bir sonuç ortaya çıkmıştır.
Referandum sürecini Anayasa Mahkemesi eliyle engellemeyi beceremeyince önce sabote etmeye çalışan, ardından da klasik bölünme-parçalanma ve irtica geliyor kara propagandasını devreye sokan ‘hayır’ cephesi, silahlı-silahsız bürokrasiye paralel seyreden laik-milliyetçi partilerle bir-iki istisna dışında tüm sol-sosyalist partiler eskinin savunmasından çok yeninin getireceği tehlikelere odaklanan pozisyonlar aldılar. ‘Hayır’ cephesini oluşturanların ortak noktaları; merkezinde AK Parti hükümetinin yer aldığı küresel sermaye adına iş gören bazı örgütlerin ulusal-üniter devlet yapısını deforme etmeleri, laikliğin kalesi yargının ele geçirilmesi, neo-liberal sömürgecilik karşısındaki son kalelerden Atatürkçü anti-emperyalist duruşun tasfiye edilmesi vs tezleri çerçevesinde sıralanıyor.
Küresel emperyalizmin sömürgeci siyasetine bağlı olarak yerli-yersiz üretilen muhayyel korku ve işgal politikalarını merkeze alıp büyüten, çoğu kez abartan siyasal tutum artık her durumu, gelişmeyi uluslararası komplo ile izah etmeye başladı. Öyle ki bu komplocu siyasal perspektif AK Parti düşmanlığı ile birleşince bazı muhalif kesimleri bile TSK’nın darbe politikaları ile bir asra yakın bir zaman diliminde kan kusturan pratiğini koruma telaşına dönüştürebildi. Ergenekon cuntasının ‘Balyoz’undan, ‘Kafes’inden daha kötü bir atmosfer oluşacağı telaşı 12 Eylül’e çifte hayır görüntüsü ile doğrudan doğruya birinciyi korumaya dönüştü. Asker darbe yapar, işkence yapar, infaz yapar ama son kertede AK Parti gibi dinci değil ilerlemecidir, aydınlanmacıdır kıyası sol-sosyalist kesimlerde Atatürkçülerle safları sıklaştırmaya itti. Ülkücü-milliyetçi camia ise “ya devlet başa ya kuzgun leşe” doktrini ile resmi ideolojinin ve askerî otoritenin tartışılmasına, dinin ve Kürt etnik kimliğinin serbestçe kendini kamusal alanda ifade etmesine blokaj koymayı (daha sıkı bir rejim şimdilik mümkün olmadığı için) mevcut durumun korunması adına zaruri gördü.
Haklı Korku
Kemalist Cumhuriyet ideolojisi ve sınıflarının halka, halkın tercihine karşı her zaman şüphe, korku ve düşmanlık ile yaklaşmasının ne kadar doğru bir tutum olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Çünkü Kemalizm; darbe, muhtıra, andıç, psikolojik harekât, provokasyon, sabotaj vs. gibi klasik askerî cunta araçlarının dışında toplumu ikna edecek düşünce, söylem ve siyasetten yoksundur. Asıl itibariyle de toplumu ikna yerine icbar etmeyi pozitivist-aydınlanmacı felsefesi gereğince her zaman tercih eder. İç-dış düşman söylemi üzerine oturtulmuş siyasal felsefe ile inşa edilen ve tamamen paranoyak olmuş bir toplumu hedefleyen Kemalist ideoloji ve sınıfların iktidarı korkuya ve korkutmaya dayanıyor. İktidarın muktedir olması korkutmasına, vatandaşın makbul olması korkmasına bağlıdır burada. İstiklal Marşı’nın da “Korkma!” diyerek başlaması bu korku siyasetinin ve toplumunun durumunu izah eder aslında.
İrticanın devlet kadrolarına sızması, Kürtlerin üniter devleti parçalayacak olması, komşu ülkelerin iştahını kabartan Anadolu’nun tehdit altında olması vs diye devam eden korku zincirinin bütün bir toplumu aklen, kalben, siyaseten, iktisaden esir etmek için birbirine eklemlendiği Özel Harp Dairesi’nin icraatlarının küçük bir kısmının dahi ortaya saçılması, geniş toplum kesimlerince daha iyi kavranmasına vesile oldu. Korku siyasetinin merkezinde TSK yer alıyor. Yargı, sermaye, basın, üniversiteler, bürokrasi TSK’nın bu korku siyasetini hayata geçirmekte yardımcı aktörler olarak yer aldılar daima. Son referandum sonuçlarıyla görüldüğü üzere klasik askerî cunta siyaseti halkın kahir ekseriyeti tarafından geçersiz kılınmıştır. Referandum sonucu topluma dinî, siyasi, iktisadi vd tüm alanlarda baskı yapan TSK'nın legal-illegal, açık-gizli vesayet altında tutucu tüm icraatları halk tarafından kınanıp reddedilmiş ve gayri meşru ilan edilmiştir. Bu sonuç aynı zamanda askerin en güvenilir kurum olduğunu gösteren düzmece kamuoyu yoklamalarının artık gazetelerde yer bulamayacak kadar toplumun midesini bulandırdığı bir vasatın sonucudur. Ortaya saçılan bombalar, law silahlarıyla; reytingi yüksek ses kayıtlarıyla; darbe ve suikast planlarıyla Kemalist ordunun zor ve zorbalıkla ayakta tutmaya çalıştığı itibarının yerlerde süründüğünün resmi olmuştur bu sonuçlar. Kim ne derse desin referandum en temelde TSK’nın siyaset ve toplum üzerindeki resmi-gayri resmi tasallutunu kırmak üzere gündeme getirildi. Kısa vadede hedeflenen 12 Eylül Anayasasının referandumla kısmi bir değişimi ise de orta ve uzun vadede darbe tehdidinin zapturapt altına alınması asıl amaçtır.
Düzenin Hukuku da Hukukçusu da Çöpe
Aynı zamanda bu referandumla Kemalist ideoloji ve devlet sınıfları adına adalete, hukuka ve halka karşı cephe açan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK gibi yüksek yargı bürokrasisinin militarist duruşunun halk nezdinde kabul edilemez olduğu beyan edilmiştir. Ortaya saçılan belge ve ses kayıtlarıyla Ergenekon cuntası adına iş gören yüksek yargı bürokrasisinin çürüme sürecini hızla tamamlayıp kokuşmaya başlaması referandum vesilesi ile bir kez daha değerlendirilmiş, düzenin hukukunun da hukukçusunun da hiçbir itibara sahip olmadığı geniş toplum kesimleri tarafından da tespit edilmiştir.
Kemalizm’in hukuku ve hukukçusu öteden beri toplum nezdinde muteber değildi zaten. Askerî otorite önünde esas duruşa geçen, brifing almak üzere kışlaya koşan, kirli ve karanlık pazarlıklarda rol alan, rüşvet ve iltimasla anılan, hukuka değil askerî cuntalara sadakat duyan yüksek yargının karşısında “Yüce Türk adaleti karşısında boynumuz kıldan incedir Hâkim Bey!” replikleri sadece eski Yeşilçam filmlerinde kalmıştır. Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’den müteşekkil İstiklal Mahkemelerinin izinden gidip halka karşı devleti, adalete karşı Kemalizm’i, hukuka karşı darbeyi ve doğal haklara karşı kanunu koruyup kollayan yargı bürokrasisinin tasfiye edilmeden yaşama hakkının da temel hak ve özgürlüklerin de teminat altına alınamayacağı halk tarafından resmen beyan edilmiştir.
Düzenin tipik bir hukukçusu olan Yargıtay Başsavcısı A. Çetinkaya’nın referandumun hemen akabinde sarf ettiği sözlerle “Biz yine bildiğimizi okuruz!” mesajı tehdit dolu idi ama kendisinin ve takım arkadaşlarının süngüsü epeyce düşmüş olduğu için kamuoyunda ‘bomba’ etkisi yapamadı. Yüz hatlarıyla betonu, duruşlarıyla duygulardan arındırılmışlığı, konuşmalarıyla kibir ve tahakkümü imleyen kendinden önceki selefleriyle fotokopi edilmişçesine benzerlik taşıyan yüksek yargı bürokrasisinin karizmaları fena halde dağıldı. Danıştay eski Başkanı T. Çölaşan’ın da sonuçlar üzerinden toplumu akıldan mantıktan yoksun sürüye benzetip aşağılayan konuşmaları ise bu sınıfın çirkinliklerine yeni bir sayfa olarak ekleniyordu. Topluma ve siyasete alenen dayılandıkları, çirkince sarkıntılık ettikleri, gözü dönmüşçesine tecavüze yeltendikleri karartma gecelerin özlemiyle yanıp tutuşuyorlar anlaşılan. Fakat bu beylere “Geçti Bor’un pazarı” diye ülkenin her yanından güçlü bir itiraz yükselmiştir.
Darbe Siyasetine Karşı Kritik Eşik
Referandum sonucunda 12 Eylül ile birlikte, 28 Şubat'a, 27 Nisan'a karşı da toplum itiraz etmiştir. Ergenekon'a, Balyoz ve Kafes eylem planlarına, Genelkurmay'dan yönetilmek istenen bir topluma boyun eğilmeyeceği deklare edilmiştir. Yeni bir milat değilse bile son derece kritik bir eşik olarak 12 Eylül referandumu darbe atmosferinden uzaklaşma yönünde önemli bir adımdır. TSK'nın darbe politikalarıyla, yüksek yargının kararlarıyla, TÜSİAD'ın iktisadi duruşuyla tahkim etmeye çalıştığı zorbalık düzeni referandumda kaybetmiştir. İslam düşmanı Kemalist laikliğin, Kürt düşmanı Kemalist ulusalcığın iflası bu kez halkoylaması ile tescillenmiştir. Her on yılda askerî bürokrasinin çizdiği yoldan çıkan siyaseti ve toplumu hizaya çekme zorbalığına yaygın ve güçlü bir itirazdır bu.
Haklar ve özgürlüklerle ilgili bir talebin referanduma sunulmasına toplumun kamplaşacağı, siyasetin kutuplaşacağı vs gibi gerekçeler ileri sürerek hararetle karşı çıkan statükocuların sonuçları tartışırken ileri sürdüğü tezler klişe propagandalardan ibaretti. Tek-tip, homojenize edilmiş laik Türk ulus kimliği içinde eritmek istediği dinî, siyasi, etnik, kültürel kimliklerin kendilerine biçilen deli gömleğini yırtma teşebbüsü, azınlığa düşen ‘hayır’ cephesinin toplumsal gerçekliği ve talepleri anlamasına yeterince vesile olamadı yine de. Kamuoyuna yönelik sürdürülen söylemlerde yanlışların itirafı yerine sonuçların manipülasyonu yolunda harcanan çabalar ve günah keçileri arayışı bu anlayışsızlığın en önemli göstergesidir.
'Evet' veya 'hayır' tercihi kadar üzerinde durulması gereken bir konu da BDP'nin 'boykot' tavrıdır. İnsanların hür iradeleriyle sandığa gitmemek, verili çerçevede hareket etmemek vb gerekçelerle seçimleri veya referandumu 'boykot' etmesi gayet doğaldır. Ancak Kürt illerinde PKK'nin silahlı tehditleri, BDP'nin siyasi baskıları sonucu toplumun büyük bir kısmı tercihini kamuoyuna yansıtamamıştır. Uzun yıllar boyunca seçim sandıkları başında JİTEM, korucu, özel harekât vs baskısına maruz kalmış Kürtlerin şimdi de PKK ve BDP tarafından boykota mecbur hatta mahkûm tutulması çirkin bir siyasettir. Kürt sorununun çözümü noktasında devletin/askerin tutumuna benzer gerekçelerle hareket eden hükümetin BDP'yi görmezden gelen tavrı işin bu noktaya gelmesinde etkili olmuştur. Kürt sorununun çözümünde taraflardan biri de BDP'dir ve muhatap alınmaması sadece sorunları kangrene dönüştürecektir.
Kesin olan bir şey varsa o da halkın, geçmiş yüz yılına ipotek koyan halk düşmanı iradeyi başından def etmek istediğidir. Darbecilerle hesaplaşmak, yeni darbe planlarının önüne geçmek, yargıdaki çarpıklığı tesis eden kast sistemini dağıtmak yönünde tercihte bulunan toplumun talepleri görmezden gelinemez. Meclis ve hükümet bundan sonra daha güçlü ve kararlı bir biçimde adalet, hukuk ve özgürlüğe ait toplumsal taleplerin sözcüsü ve müdafii olmak zorundadır. Toplumsal talepler askere, yüksek yargıya, CHP ve MHP'nin temsil ettiği statükoya teslim olma yönünde değil onlarla hesaplaşma ve mücadele etme yönünde belirginleşmiştir.
12 Eylül referandumu askerî dayatmalarla, Kemalist tek-tipleştirme zorbalığıyla, İslami kimliğe ve Kürt kimliğine karşı sürdürülen ahlaksız ve akılsız yasaklarla daha güçlü bir biçimde mücadele edileceğinin geniş toplum kesimleri tarafından ikrar edildiği önemli bir göstergedir. Adaletin tesisi, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin genişletilip teminat altına alınması sürecinin sağlıklı ve istikrarlı yürütülmesi için meclis ve hükümet halk tarafından birinci elden sorumlu kılınmıştır. Mücadele şimdiye kadar olduğu gibi yine hak ve sorumluluk sahipleri tarafından kimseye sığınmadan, kimsenin kuyruğuna takılmadan devam etmek zorundadır. Askerî cuntayı çökertmek, yargının keyfiliğini sonlandırmak nasıl birinci elden bir sorumluluk ise meclis ve hükümeti temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınıp alınmadığı noktasında denetlemek de birinci elden bir sorumluluktur. Hem de ertelenemeyen ve devredilemeyen bir sorumluluk…