Referanduma ‘Evet’ Sisteme ‘Hayır’

Süleyman Arslantaş

12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşecek olan referanduma ideolojik reflekslerle yaklaşmaktan çok, İslam’ın da öngördüğü ya da İslam’la çatışmayan bir bakış açısıyla yaklaşımın daha tutarlı olacağı kanaatindeyim. İnsan ve insana yönelik insanın tabiatına ters düşen bir kısım yasalar, uygulamalar kim tarafından, kime karşı, ne adına uygulanırsa uygulansın buna karşı çıkmanın insani ve İslami bir görev olduğu muhakkaktır. Çeşitli ideolojik yaklaşımlarla ve hatta ideolojik taassuplar nedeniyle karşısındakini aşağılayan, kendisinden farklı düşünenin farklılığına tahammül edemeyen anlayışları da tasvip etmediğimi belirtmek isterim.

Bir Müslüman olarak elbette ki teori ve pratikte en önemli ve değişmez kabulüm, referansım Kur’an’dır, sünnettir. İslam’ın değişmezlerine bağlı kalarak, her türlü yenilik ve değişikliğin İslami olduğu hususunda hiçbir tereddüdüm de yok. Hayata, hayata ilişkin olaylara eğer bu zaviyeden bakmaz isek o zaman donuk, kendi içine kapanık, zamanı kucaklayamayan bir İslam anlayışı ve zamanın gerisinde yaşayan bir Müslüman tipolojisiyle yüz yüze gelmiş oluruz.

İran’da 31 yıl önce bir devrim gerçekleşti. Devrim İslam adına yapıldı. Devrimin önderi İmam Humeyni “velayet-i fakih” içtihadından hareketle devrimi gerçekleştirdi. Devrimin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra İslam adına yapılan devrimi görmek, incelemek amacıyla birkaç arkadaşla birlikte İran’a gitmiştik. Yol arkadaşlarımdan birisi de merhum Ercümend Özkan’dı. Seyahatimiz sırasında Kum’a da gittik ve Ayetullah Şeriat Medari’yi ziyaret ettik. Medari’nin medresesinde sohbet ederken Ercümend Bey ortaya bir soru attı: “Ağalar! Devrimden memnun musunuz?” Hazirundan birisi hemen atıldı ve: “İyidir amma bu devrim Mehdi’nin gelişini geciktirir.” dedi. Tabi ki Ercümend Bey buna karşı cevabını yapıştırdı: “Arkadaş! Mehdi yüzyıllardır gelmek istedi de Humeyni mi dur dedi. Bu kafayla siz daha çook Mehdi beklersiniz.

Yine İran’dan bir örnek vermek istiyorum: Humeyni’nin ömrünün sonlarına doğru Mir Hüseyin Musavi’nin kabinesinde Çalışma Bakanı olan Serhendizade; ümmetin, devletin gelirleriyle yapılan çeşitli yol, su, elektrik, telekomünikasyon gibi hizmetlerden daha çok varlıklı kesimin istifade ettiğini, ancak fakir ve dar gelirlilerin bundan istifade etmediklerini tespit eder. Bu nedenle yapılan hizmetlerden istifade edenlerden ek bir vergi alınarak bunun dar gelirlilere tahsisini içeren bir yasa tasarısı hazırlar. Bu tasarıya başta dönemin cumhurbaşkanı Ali Hamaney olmak üzere tüm yasal kuruluşlar ve bürokrasi karşı çıkar. Gerekçeleri ise geleneksel fıkıhta buna yer olmadığıdır. Humeyni sonunda olaya müdahale ederek der ki: “Siz İslam adına hükmeden hükümet yetkilileri Allah Resulü’nün haiz olduğu tüm yetkilere haizsiniz. Sizi bağlayan Allah’ın kitabı ve Resulünün sünnetidir. Eğer sizler ümmetin problemlerini geleneksel fıkha göre çözmeye çalışırsanız birçok konuda problemler çözülemez. Mesela geleneksel fıkıhta bankacılık, emekli sandığı, sigorta ve benzeri hususlar yoktur. Ne olacak şimdi? Geleneksel fıkıhta bunlar yok diye ümmetin çağdaş sorunları çözümsüz mü kalacak?

Sanıyorum çeşitli ideolojik anlayış, yorum ve nedenlerle İslam’ın “değişebilirler” konusundaki yaklaşımı göz ardı edilerek olaylara yaklaşmak Müslümanları hem İslam’ın hem de çağın gerisine iter.

12 Eylül’de yapılacak referanduma karşı çıkan arkadaşların meseleyi “İslami bir akide” sorunu gibi algılamalarını da anlamakta güçlük çekiyorum. Olaya belki de iki açıdan bakabiliriz: Birincisi topyekûn, bugüne kadar yapılan anayasaların İslam’a karşı ya da İslam’dan kaynaklanmadığı için karşı çıkmak, ikincisi de İslam dışı özellikler taşıyan bir anayasanın insana karşı bir baskı unsuru, bir zulüm aracı olarak kullanılmasına karşı olmak. Birincisine elbette ki karşı çıkmak her Müslümanın görevidir. Yalnız görevi değil, İslami olanını ortaya koymak ve tatbik seviyesine getirmek için gayret sarf etmesi de elzemdir. İkincisine gelince; “zalim kim olursa olsun zalime karşı, mazlum kim olursa olsun mazlumun yanında yer almak” da İslami ve insanidir. Bu yüzden de 12 Eylül Anayasasının metin ve pratiği 30 yıldan bu yana bir baskı ve zulüm aracı olarak kullanılmıştır.

Başta anayasanın geçici 15. maddesi olmak üzere, askerî yargının görev alanının yeniden düzenlenmesi, kişisel verilerin korunması, YAŞ ve HSYK’nın kararlarına karşı yargı yolunun açılması, askerî yargının görev alanının sınırlandırılması, AYM ve HSYK üyelerinin sayı ve statülerinin değiştirilmesi vb. değişikliklerin tümü 30 yıldan beri insana yönelik bir zulüm aracı olarak tatbik edilen 1982 Anayasasının müspet bir şekilde düzeltilmesidir. Buna karşı çıkmanın ya da ‘hayır’ demenin mantığını kavramak güç. Hele hele ömrümün 45 yılını geçirdiğim Ankara’da birçok olaylara, gayri insani yaklaşımlara, hukuksuzluğa şahit olmuş birisi olarak yapılacak anayasa değişikliğine karşı olmayı “Hılf-ul Fudul” anlayışıyla da örtüştüremiyorum.

Allah Resulü Muhammed (s)’in içersinde yaşadığı cahiliyye toplumu güçlünün zayıfı ezdiği, acımasız rekabetin geçerli olduğu, soylunun garibanları yok saydığı, köle edinilen insanların bir malzeme gibi kullanıldığı bir toplumdu. Hz. Peygamber, peygamber olmazdan önce Mekke toplumundaki haksızlıkları, hukuksuzlukları durdurmayı, zalimlere karşı mazlumların yanında yer almayı ilke edinen “erdemliler ittifakı” ya da Hılf-ul Fudul anlaşmasına ‘evet’ dedikten sonra diyor ki: “Ben, Abdullan b. Cûda’nın evinde öyle bir antlaşmaya mensup oldum ki, onu en güzel kızıl devlerle dahi değişmem. İslam çağında dahi böyle bir anlaşmaya çağrılsam, tereddüt etmeden kabul ederim.”

Dikkat edilirse Hz. Peygamber’in Hılf-ul Fudul yaklaşımında insan merkezli ve ona yönelik uygulamalar var. İslam’ın gelmesinden sonra da bu anlaşmayı tasvip etmesi belki de kıyamete kadar insan ve onun onuruna yönelik baskı ve haksızlıklara ‘dur’ deme noktasında insanlarla, kurumlarla Müslümanların ittifakının doğru olduğunun bir ifadesidir.

12 Eylül 2010’da yapılacak referanduma insani olarak ve sistemin ceberut uygulamalarını dikkate alarak yaklaşmalıyız. Cumhuriyetin kuruluşundan beri halkın dâhil edilmediği, halka ve onun inançlarına rağmen uygulamaların belirli, ideolojik, elit bürokratlar eliyle yürütüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bilhassa İslami olmayan bir sistem içerisinde dahi mezhep, meşrep, siyasi mülahazalar nedeniyle belirli bir grubun -haydi adını da koyalım Kemalist, jakoben bir güruhun- etki alanının daraltıldığı, kısmen de olsa insanın merkeze alındığı değişikliklerin insanca yaşamaya katkıda bulunacağını düşünüyorum. Bu yüzden de 1982 Anayasasına hangi nedenlerle ‘hayır’ demek için gittiysem; 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumuna da aynı gerekçelerle ‘evet’ demek için gideceğim.