Reel Ekonomi ve Siyaset Alanında Sekülerleşme Riski ve Hakka Yönelme Çabası

Hamza Türkmen

İstikamet üzere olan her türlü niteliğin, iman eden kalitenin, Allah’a icabet edip, salâtı, şûrâyı, infakı yerine getiren (42/38) bir ümmet nüvesi olmanın çokluktan yani nicelikten daha önemli ve öncelikli olduğunu hatırlatan en önemli ayetlerden birisi de Rabbimizin “Yarattıklarımızdan hakikate yönelten ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.”(7/181) bildirimidir.

A’raf Sûresi’ndeki bu ayetin öncesinde Rabbimiz “hidayete erdirdiği için doğru yolu bulanlar ile şaşırıp ziyana uğrayanlar”dan bahsetmektedir. Ve “kalpleri olup da kavrayamayanlardan”, “gözleri olup da görmeyenlerden” ve “kulakları olup da duymayanlardan” bahsetmeden önce “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.”(7/179) buyurmaktadır.

Cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” cümlesi dikkat çektiğimiz ümmet nüvesi ile ilgili ayet-i kerime üzerine matuftur, yani yöneltilmiştir. Bu iki ayet de “Allah kimi hidayete erdirirse doğru yolu bulan odur.”(7/178) hükmündeki icmali vurguyu açıklamakta, tafsil etmektedir. Bir tarafta hakka yönelen ve yönelten, onunla adalet yapmaya çalışanlar, diğer tarafta kalbiyle akletmeyenler, gözünü ve kulağını açmayanlar.

İnsanların çoğu benmerkezci bir ululanma ve müstağnilik ile Allah katından iletilen vahiy ile hayatın anlamını kavramaya gayret göstermiyor veya “İslam’a teslim olanlardanım.” dediği halde dünya hayatının geçici zevklerine, hazlarına ayrıca güç ve servet istifçiliğine yönelip Allah’ın zikrini unutuyorsa, Allah katında değeri düşecektir. Rabbimiz bu gibilere “Hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar.” ve yine “Gafildirler.”(7/179) buyurmaktadır.

İnsanların çoğu iman etmiyor, akletmiyor ve şükretmiyor olsa da içlerinde hakka çağıran ve adaletle davranan bir topluluk vardır. Ayet geneldir. Hem Resulullah (s) dönemini hem diğer zamanları kapsamaktadır. Dolayısıyla kıyamet kopuncaya kadar, insanları sırat-ı müstakime davet edecek böyle hayırlı bir ümmetin var olması farz-ı ayndır. İbâdi ve toplumsal görevlerimizden farz-ı ayn olanlar -mükellef olan her Müslümanın yapması gereken farzlar-, müminlerden gereği kadar kimse tarafından yapılınca diğerlerinin sorumluluğunun kalktığı farzlardan, yani farz-ı kifaye olan görevlerden önceliklidir. Çünkü Kur’ani ifadelerle böyle bir “zümre”, böyle bir “ferik”, böyle bir “fie” veya “taife” yani “ümmet” birimi var ise yeryüzünde İslam’ın yaşayan gücünden bahsedebiliriz veya tevhid inancı ve hakikatin şehidliği ayaktadır diyebiliriz.  İlk dönem müfessirlerinin, İbn Cüreyc’ten (ö. 150/767) aktardıkları hadiste Resulullah şöyle buyurmaktadır:

“Bu benim ümmetimdir. Hak ile hüküm verirler, hak ile yargıda bulunurlar, hak ile alır ve verirler.”

Rabbimiz bizleri o ümmetin üyelerinden; hakikatin şahidliğini yapanlardan kılsın. Adaletle davranma önceliğini kaybedip ikincil gündemlerin çekiciliği ile oyalananlardan beri eylesin.

A’raf Sûresi’nin 159. ayetinde de “Musa’nın kavminden de hakikate yönelten ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardı.” buyurulmaktadır. Musa’nın (a) kavmindeki ümmet, o, Tur Dağı’na çıktığında Harun (a) ile Samiri’ye ve ona aldananlara karşı vahyî hattı korumak için onunla birlikte olan ufak bir zümre olabileceği gibi; sonraları bu kavimden gelen resuller ve onlara uyanlar, yardımcıları, havarileri, sahabeleri yani şeriata samimiyetle bağlı kalanlar, ibâdi görevlerinde sürekliliğe dikkat eden mü’minler, adil yönetici ve yetkililer olabilir.

Bugünde de ve gelecek dönemde de olabileceği gibi geçmişte Musa’nın (a) kavminde de böyle bir ümmet, böyle bir topluluk vardı. Ancak insanların çoğu, dünya hayatının geçici zevklerini, güç ve servet istifçiliğini, görünür olmayı, bugünkü ifadesiyle medyatik olmayı, idari, ekonomik veya akademik makam ve kariyer fetişizmini birinci gündemleri yapıp Allah’ın davasını, hakka yöneltme ve adaleti ayakta tutma mücadelesini ihmal etmişlerdir ve etmektedirler ya da güç ve itibar sahibi olmak için serdettikleri uğraş ve çabaları kadar, zihinleriyle, dilleriyle, giyimleriyle, ilişkileriyle, üsluplarıyla takva sahibi olmak için gayret sarf etmemektedirler. 

Ayrıca dinî ve toplumsal misyonumuzu, asıllarımızı ihmal edince “araç” olarak gördüklerimiz maalesef ki “amaçlaşmakta”dır.

Zamanını hak olanı öğrenmek ve tebliğ etmek, hakkı ve adaleti tanıklaştırmak, zaafa uğrayan ümmet yapımızı ıslah, ihya ve yeniden inşa azmi peşinde değil de tüketim hobileri, egoist hazlar, tembellik veya malayani yani anlamsız, boş, saçma ve yararsız işler peşinde harcayanlar ile zamanının önemli kısmını raylarını Müslümanların döşemediği reel-politik alanın tartışmaları ve çekişmeleriyle geçirenlerin büyük bir aldanış içinde oldukları düşüncesindeyim. Bu düşüncem tabiî ki reel-politiği ve reel-ekonomiyi takip etmeyelim anlamına gelmiyor. Ama bu sahalarla ilgileneceğiz diye asıl gündemlerimiz ihmal edilmemelidir. Yaşayan Kur’an ve Sünnet talimimizin sürekliliğini, fıkhi arayışlarımızı ve çağdaş ilmihalimizi istişari temelde oluşturma gayretlerimizi, gücümüz yettiği kadarıyla zulm’e ve fahşa’ya karşı katılımcı gündem ve tavırlar oluşturmayı ve tutarlı kelami çabaların gerekliliğini basit veya tekrar olarak görme ya da bu işleri hepimiz dinimizin adamı iken özel “din adamları”na havale etme eğilimlerinden bahsediyorum.

Ayrıca kazancını ve elde ettiği rızıkları zaruri ihtiyaçları dışında öncelikle Allah’ın davası için harcamak yolunda değil de ekonomik veya idari güç sahibi olmanın aldatıcı hazzı ile yaşayan ve bununla oyalananlar ıslah, ihya ve yeniden inşa faaliyetlerimizin bileşeni olmak yerine, çözücüsü ve dağıtıcısı olmaktadırlar.

Sadece kendinin ve özel yakınlarının geleceğini garanti altına almak hedefini birincil gündemi haline getirenler namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, ihtiyaç sahiplerine “ne olduracak ne öldürecek” fikrî ya da ekonomik sınırlı veya kısmi katkıda bulunma görüntüsü de verseler, büyük bir aldanışın çukurunda bir adım ileri bir adım geri atma tereddüdüyle çırpınmaktadırlar. Dünyevi imkân ve makamlara erişen Müslümanların reel şartlar içinde siyasi müdahane’ye, faizli işlemlerden ekonomik kumpaslar kurmaya kadar uzanan fahşaya düşen işleriyle ilgili “günahlarını sildirmek” için ikide bir umreye gitmeleri veya sürekli tövbe seanslarına yönelmelerine rağmen tövbe ettiklerine mükerreren dönüp aynı “seyyie”leri işlemeleri ayrı bir gaflet, gariplik veya ihanettir. Ve tabiî ki seküler hayatın içinde dünyaya dalanlarla aynı paralele düştükleri için samimi olarak hakka ve adalete yönelmek ve bu yönelimindeki istikrarı korumak isteyenlere, Rabbimizden feraset, basiret ve dirayet vermesi niyazımızı sürdürmeye devam etmeliyiz.

Seküler hayat, ulusal sistemlerin siyasi-hukuki şablonları ve ekonomiyi fayda, haz ve çıkar temelinde tanımlayan kapitalizmin teorisi ve pazarı ile güç kazanmıştır. Vahiy dışı değerlere dayanan bu sapmalar modernizm öncesinde de hep Allah-u Teâlâ’nın fıtrata uygun olarak gösterdiği kurallara uymayan şeytani yönelişler olarak var olmuştur.

Seküler ulusal sistemlerin belirlediği siyaset alanı da kapitalizmin belirlediği ekonomik pazar da bugün için fiziki olarak aşamadığımız ve mahkûmu olduğumuz alanlardır. Reel siyaset ve reel ekonomiyle irtibatımızın seyri ilkeli bir şekilde sürmelidir. Yani Bakara Sûresi’nde zikredilen Talut’un askerlerinin “nehirden geçerken bir avuç su içme” imtihanı (2/249) gibi zorunlu ihtiyaçlarımızı helal yoldan sağlama gayreti dışında biz müminler için birincil gündem, vahyî bilgi, amel ve iman yolunda kendimiz dâhil “şûrâ” temelli “biz” olabilmemizdir; gündemimizi hakka ve hakikate şahidlik ve giderek de şehidlik yaparak belirginleştirmeye çalışmamızdır.

Değer temelinde aşmaya veya sesimizi duyurmaya çalıştığımız ekonomik ve siyasi verili alanlar bizim için ikincil gündemlerdir. Dayatılan reel şartları aşma konusunda hap gibi kullanacağımız projelerimiz bulunmuyor. Rabbimizin “Yapmayacağınız şeyleri söylemeyin.”(61/2) düsturu belirleyici olmalıdır. Çağımızda muslih, tebliğci ve şahid olanlarımız henüz şûrâ temelli ortak işlerimizin arkasında duracak bir ıslah, ihya ve inşa sürecinin güçlendiricileri olmaya çalışmaktadır. Çevremizdeki gelişmeleri ferasetle takip etmekle beraber öncelikle taşıyıcısı olacağımız hattı güçlendirmeye ve dar anlamda da olsa kendine yeter hale getirmeye çalışmalıyız. Yığılan dünkü ve bugünkü çağdaş sorunlarımızı öğrenerek, istişare ederek ve giderek de alanlarda şûrâ meclisleri oluşturmaya yönelerek yaşadığımız sorunlarımıza nitelikli çözüm süreçleri bulabilmek için çabalayıp Rabbimize dua edelim.

Rabbimizin Medine döneminin ilk yılında veya ilk yıllarında Âl-i İmran Sûresi’nde ideal beklentiler içinde olan müminlere hitabı öğreticiydi: “Muhammed, yalnızca bir resuldür. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse topuklarınızın üzerinden gerisin geriye mi döneceksiniz?”(3/144). Yani asıl olan Allah katından iletilen vahyî bildirimlerin muhafazası, Resulullah’ın zamanı aşkın sünnetini taşıyabilmek, İslam’ın bütünsel tebliğini ve vahyin aydınlık mesajını modelleştirme azmini yaşatabilmektir.

İmtihan olacağımız konu da bu istikametteki “azmetme”(3/159) konusudur. Rabbimiz bizleri Resulullah’ın buyurduğu gibi “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz dahi, bugün elinizdeki fidanı dikin.” (Ìbn Mace, Rühûn,22; Ahmed, Müsned, 2, 494) uyarısını idrak ederek yaşayan kullarından eylesin. Ahireti kazanmanın yolu dünyada ortaya koyacağımız bireysel ve cemaatsel amellerimizdir. Rabbimiz bizleri tevhidi yaşama bilincinden, dirayetinden, takvasından ve mücadelesinden uzaklaştırmasın inşallah. Rabbimiz bizleri yarattıkları arasında hakka, hakikate yönelten ve onunla adalet yapan ümmet nüvesinin taşıyıcılarından kılsın.

Cezadan Önce Mühlet

Rabbimiz A’raf Sûresi’nde “hakka yönelten ve onunla adalet yapan bir ümmet”ten bahsettikten hemen sonra, 182. ve 183. ayetlerde sözlerini yalanlayan veya vahyî hitaba uymayanların nasıl yavaş yavaş, derece derece helâke, yıkıma gittiklerini belirtmekte ama dayanılamayacak kadar ağır olan cezasından veya kahrından önce, gene de insanlara hak ve adalete dönmeleri için mühlet verdiğini bildirmektedir.

Bir kişinin veya iktidarın veyahut toplumun görünür başarılarına rağmen ayetlere aykırı hareketleri nedeniyle derece derece yıkıma sürüklenme haline ise Kitab-ı Kerim terminolojisinde “istidrâc” denilmektedir(7/182; 68/44). Bu hususa reel-ekonomi ve reel-siyaset içinde güç ve imkân elde eden Müslümanlar özellikle dikkat etmelidirler.

Bir kişi veya toplum istidraca tutulmuşsa güç ve iktidar onun gözünü bürümüştür. Diğer bir ifade ile istidrac, kişi veya toplumu zulme veya küfre ya da felakete götüren tedricî bir haldir ki bu hal içinde kişi ve toplumların elde ettiği geçici imkân ve başarılar onların gözlerini bağlar.

Fussilet Sûresi’nde istidraca düşenlerin psikolojisi şöyle açıklanır: “Başına gelen sıkıntıdan sonra, katımızdan ona bir rahmet tattırdığımızda, ‘Bu benim hakkımdır. Ben kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülmüş olsam bile elbette O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır.’ der. Biz, böylesi hakikatin üzerini örten inkârcılara kesinlikle yaptıklarını bildireceğiz. Onlara ağır bir azap tattıracağız.”(41/50)

Burada zikredilen “rahmet” sağlık, bolluk ve refahtır. Yani bir zarar ve ziyandan sonra bir bolluk ve refaha ulaşan kişi, toplum veya iktidar bu benim hakkımdır diyorsa ister kendini Müslüman olarak tanımlayan olsun, ister inkârcı olsun sonuç itibariyle seküler bir tutum içindedir. Seküler insanlar kulluk itaatinin dışına çıkıp dünya hayatını mutlaklaştıran ve ahireti unutanlardır.

İstidrac, lügat manası olarak da ya dürülerek ya aşağıya inen veya yukarıya çıkan merdiven basamakları gibi derece derece helâke yaklaştırılmak demektir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât). Ahmed Hanbel’in Müsned’indeki (IV, 145) bir hadise göre de “İstidrac kişinin günahlarına rağmen istediği bolluk ve refaha kavuşmasıdır.

Müfessir, hadisçi, kelamcı ve zahid olan Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) istidrac teriminin anlamını genişleterek mal ve servetleriyle ya da başka nimetlerle gururlanıp bunları Allah yolunda harcamamak suretiyle müminlerin de istidraca maruz kalabileceğini belirtir. Zaten Ömer bin Hattab (r), İran’ın ele geçirilmesiyle elde edilen büyük ganimetler karşısında ürkmüş, ciddi bir imtihan yaşandığına işaret etmiş ve şöyle demiştir: “Allah’ım bizi istidraca mı tabi tutuyorsun?” Yani Kalem Sûresi’nde (68/44) bildirildiği gibi bizi derece derece azaba mı yaklaştıracaksın?

Kur’an’da geçen “keyd” kavramı, hile ve tuzak kuranların aldanışlarını Rabbimizin kendi aleyhlerine çevirmesi keyfiyetidir. Allah’ın zikrinden yüz çevirenlere, şeytanın onun üzerinde yumurta kabuğunun yumurta üzerindeki hâkimiyeti gibi musallat edilmesine (43/36) fırsat verilmesidir (Müfredât). Ve hile ve tuzağı zayıf olan şeytanın dostlarına karşı mücadele etmemiz gerekliliğinin emredildiği de unutulmamalıdır:

İman edenler Allah yolunda savaşırlar, gerçeği yalanlayan nankörler de tağutun yolunda savaşırlar. O halde şeytanı evliya edinenlerle savaşın. Kuşkusuz, şeytanın hilesi/keydi zayıftır.”(4/76)

Kur’an’da “mekr” kavramı da-bir güzelliği kastederek amacını saklamak şeklindeki kullanım (3/54) dışında-, istidrac kavramına paralel olarak kullanılır. Mekr, iyi niyetli ve dürüst davranışlı olmayan bazı kimselere dünya nimetlerinin bolca verilmesi ve dolaylı bir şekilde uhrevi sorumluluklarının artırılması anlamında da kullanılmıştır (el-Müfredât).

Lakin Yüce Rabbimiz istidraca düşen ve aldanış içinde olanlara belki akıllarını kullanıp düşünürler, haddi aşan tutumlarından vazgeçip hak yolunu idrak edebilirler diye süre vermektedir.

Bu nedenle de muslih olanlara düşen, Yaratıcımız için şükretmeyen zalimleri uyarmak, ayrıca mal, mevki ve statü sahibi olan musallilere her hal içinde Allah tarafından imtihan edildiklerini hatırlatmaktır. Kendimizi de bu imtihandan müstağni görmemeliyiz.

Tabiî ki zarûrat ve hâciyat ile ilgili ihtiyaçlarımızı karşılamak için yeme-içme, geçim, barınma, ulaşım, eğitim ve iş sorunları zorunlu olarak gündemimizdedir. İslami hizmetler ve infak için kazanma azmi ve bunların sağlanacağı sosyo-ekonomik, sosyo-siyasal ortamda hukuk ve adalet işleyişi kaçınılmaz olarak ilgileneceğimiz konulardır. Yani yeme-içme, uyuma, def-i hacette bulunma gibi zorunlu, kendi nevimize ilgimiz ve neslimizi devam ettirme eğilimimiz, düşünce ve inanç özgürlüğü hakkı peşinde olmamız, varlığımızı devam ettirmek ve bekamızı sağlamak gibi temel ve içgüdüsel ihtiyaçlarımızı gidermek kaçınılmazdır. Bu gibi kaçınılmaz ihtiyaçlar zaten İslam fıkhında zaruret-i hamse ifadesiyle değerlendirilmektedir.

Ayrıca içinde yaşadığımız ülkenin yönetilebilirliği meselesi kadar imkânları ve büyümesi, ekonomik işleyişte şeffaflık ya da yolsuzluk, fırsat eşitliği ya da kayırmacılık, hukuki güvence veya mafya zorbalığı da insanların sürekli olarak ilgilendiği gündem başlıkları olmaktadır. Başarıya ulaşmak için kul hakkı yiyerek, yalan söz söyleyerek, amme malına çökerek veya “hududullah”ı çiğneyerek diğer ölçüsüzlüklerle istidraca kapılanlar kendilerini helâke yöneltmektedirler. İstidrac, fıtri ve manevi bağların, şer’i mükellefiyet bağlamında ölçülerin yitirilmesi; hakikat arayışının zamanın akışına terk edilmesi; yozlaşmaya, yolsuzluğa ve hukukun zedelenmesine kapıların açılması demektir. Örneğin Türkiye tarihinin son onlu yıllarında reel iç ve dış politik süreçlerde bazı yapıcı projelerin, çevre, Müslüman ve ezilen halklar lehinde gerçekleşen açılımların, zenginleşme imkânı sağlayan İhale Kanununun mükerreren -100 kereyi aşkın- değiştirilmesi ve kamuoyunun gündemine getirilen idari ve ekonomik yolsuzluk dosyalarının oluşturduğu merak, tecessüs ve eleştiriler yanında kıymet ifade eden icraatların önemi tahfif olmaktadır. Örneğin amme hizmetlerine ilginin tahfifi, mafya-siyaset dedikodularının artması, yönetimle ilgili değer ve saygı algısını sarsmaktadır. Böylece siyasi yönetim erkinde yer alıp da tutarlı ve adil işler yapma kaygısı taşıyanlara güven, özgürlüklere alan açma, hak ve adalet arayışı ile ilgili beklentiler gittikçe sönümlenmektedir.

Ama iradeli yaratıklar olarak bu zorunlu ve içgüdüsel ihtiyaçlarımızı hangi ölçüye göre gidereceğimiz meselesi asıldır. Yaratılışımızdaki imtihan da zaten İslami asla sırtımızı dönüp dönmemekle alakalıdır. Ya bu konuda vahyin bildirimlerini ve Resulullah’ın (s) zamanı aşkın sahih uygulamalarını ölçü edineceğiz ya da seküler hedefler, makamlar, güç ve statü ihtirasımız, hazlar ve hobiler için vahiyle belirlenmesi gereken irade dizginimizi salıp bırakacağız.

Zorunlu tebaası haline düştüğümüz verili ulusal sistemlerde siyaseti takip etmek veya verili ekonomik sistemde çalışan veya çalıştıran olarak pazarda bulunmak zaruri veya temel ihtiyaçlarımızdandır. Şartlarını laik ve seküler egemen cahilî güçlerin belirlediği bu arenaları bilmek, takip etmek ve zorunlu olarak kısmi ilişki ağlarının içinde olmakla ilgili reel gündemlerimiz kaçınılmazdır ama ikincildir. Asıl olan zorunlu olarak tebaası haline geldiğimiz bu arenaların temel raylarını nasıl değiştireceğimiz ve dağılmış ümmet yekûnumuzu yeniden nasıl ıslah, ihya ve inşa edeceğimizdir.

Birincil yükümlülüğümüz insanlara ve insanlarımıza soyut ahlak, soyut adalet, soyut hukuk hatırlatmaları yapmaktan çok mesajımızın yani Kitabımızın temel ölçülerini tebliğ edebilmek, bu ölçülerin, vahiyle gösterilen hakkın ve adaletin şahidliğini istişari katılımla ve giderek şûrâ temelinde gerçekleştirip örneklendirebilmek olmalıdır.

Demokrasi ile şûrâ’nın bağdaştırılması gibi korunmuş olan vahye, tevhidî ilkelere ve sünnetullaha uymayan çözümler ve öncelikler boş işlerdir. Zorunlu hallerde demokrasi, Siret-i Resul’ün Mekke dönemindeki gibi himaye, ilaf, eman veya panayırlar gibi İslami kimliğimizin ve vahyî mesajın üstünü örtmeden, karşıtımıza “müdahane”/dalkavukluk yapmadan değerlendireceğimiz gibi ruhsat meselesine konu olabilir. Ama vahyî ölçü ile irtibat konusunda şûrâ’dan tamamen farklı bir epistemolojiye ve ontolojiye dayanan demokrasiyi İslami yönetimle veya şûrâ yönetimiyle bağdaştırmak yanlış ve boş bir iştir.

Tabiî ki muslih ve muttaki müminler, Müddessir Sûresi’nde cahiliye örfü içinde ifade edilen “Boş şeylere dalanlarla birlikte biz de dalardık.” veya "Oyalananlarla birlikte oyalanırdık.”(74/45) diyenlerin yoluna değil, kendilerine Kitab’ın miras bırakıldığı “sabikun”un istikametine(35/32) yönelmelidirler.

Rabbimiz bizleri serveti, gücü, zaferi ve iktidarı önceleyenlerle değil her türlü cahiliyeye karşı direnenlerle, seferi, azmetmeyi, inşa ve ıslahı önceleyenlerle, ümmet dayanışmasını güçlendirenlerle beraber kılsın.

Seküler İnsan Konusunda Kur’ani İşaretler

Fussilet Sûresi’nde geçen “İnsan hayır istemekten bıkıp usanmaz. Eğer kendisine bir kötülük dokunursa, hemen karamsarlığa/ye’se kapılır ve ümitsiz olur.”(41/49) ayeti ve benzeri ayetler gerek sözde Müslüman olarak gerek açık inkârcı olarak “seküler insana veya tutumlarına” değinmemize işaretlerde bulunmaktadır.

Bu ayet-i kerimedeki “İnsan hayır istemekten bıkıp usanmaz.” cümleciğindeki “hayr” kelimesi ile zenginlik ve sıhhat arzusunda olan; mal, mevki, itibar ve evlat sahibi olmaya çalışan; dünyevi imkân ve güce ulaşmak isteyen kimselerin arzuları kastedilmektedir.

Ebu’l Âla Mevdudi (ö. 1979) “Tefhimu’l-Kur’an” adlı tefsirinde ayette geçen “insan” kelimesi ile de her insanın kastolunduğunu belirtir. İnsanların fıtri ve İslami hayır, zenginlik, sıhhat, itibar, evlat istekleri meşrudur. Ama Fussilet Sûresi’ndeki ayet-i kerimede, inkârcı olan veya tevhidî eğitimden geçmeyen ya da öğretildiği halde Kur’an ahlakını kazanamamış olan pek çok insan ve kendini İslam’a nispet eden ama henüz iman-amel bütünlüğüne ve derinliğine varamayan kişilere gönderme yapılarak aslında bu ayet-i kerime ile bir karakter tipi tanıtılıyor diyebiliriz.

Bu ayet ile, insanın dünyevi imkân ve menfaat gücüne ulaşmak konusunda azmetme yönelimine de işaret edilir; hayatın belâ ve sıkıntıları karşısında ise sabırsızlığı ve dayanıksızlığı, ümitsizliği, karamsarlığı hatırlatılır.

Hayat şartlarının daraltılması, rızıkların azaltılması ve çileli günler içinde iman edenler Yüce Allah’ın “Elbette bizi biraz korku ve açlık; (ayrıca) mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltmak (fakirlik) ile imtihan edecektir.” hükmünü ve “Sabredenleri müjdele!” hitabını (2/155) bilirler.

Sabredenler, Talut’un iman etmiş ve adanmış askerleri gibi “nehirden geçerken bir avuç su içme” imtihanını kazananlardır; tağuti ve şeytani ayartmalara ve zulme karşı direnenler, kendini haz ve imkânlar karşısında denetimsiz olarak salıp koyuvermeyenlerdir. Böylesi imtihanları kazananlar dirayet ve kararlılık için gerçekten vahyî hitap ile sorunlarımız arasında Kur’an’ı gereğince okuyup bağ kurabilenlerdir; Kur’an’ı talim ile kavrayıp vahyî bilgiyi imanlaştırabilenlerdir. Bu da İslami bilinç halidir. İslami bilinç, salih amelleri sahih bilgilerle ve istişari bir dayanışma ile çoğaltmaktır. İslami bilinç gerçek bir iman halidir.

Sıkıntılar ve zor imtihanlardan sonra nimet ve bolluğa, rahata yani hayra kavuşanlar, her şeyden önce bu sonucu Allah’ın lütfu ve bağışı olarak değerlendirmelidirler. Ancak kazanılan nimetlerde asıl olarak nimeti halk eden Rabbimizin lütfunu unutanlar kendilerine bir şer dokununca veya bir kısıtlama gelince hemen karamsarlığa, ye’se ve ümitsizliğe kapılırlar.

Ebû Mansûr el-Mâturîdî (ö. 333/944), “Te’vîlâtü’l Kur’an” tefsirinde “En doğrusunu Allah bilir.” deyip bağlı olarak sürekli “hayır” isteyen insan, “Eğer kendisine bir kötülük dokunursa, hemen karamsarlığa kapılır ve ümitsiz olur.” ayetinin farklı şekillerde yorumlanacağını söyler.

Birinci yorumu şudur: “Bu konudaki ayetlerde iki insan karakteri üzerinde durulur. O iki insandan birinin âdeti, hayırdan ümit kesip karamsarlığa düştüğünde dua etmeyi ve Allah’tan istemeyi terk etmek şeklindedir. Diğerinin tabiatı ise düştüğü durumdan kurtulmak için sürekli dua ve tazarruda bulunur. Cenab-ı Hak da onlardan her birinin içindeki duyguları Resul aleyhisselama haber vermektedir; biri ümidini kesip karamsarlığa düşüyor, diğeri ise dua etmeye ve Allah’tan hayırlı olanı istemeye devam ediyor.

İkinci yorumu da şudur: “Kâfirler farklı gruplar halinde ve muhtelif mezheplere mensupturlar. Bazıları ümit ve bolluk haliyle huzur bulur, belâ ve sıkıntıya düştüğünde ise değişir ve ümidini keser. Nitekim Allah, Hacc Sûresi’nde -mealen- şöyle buyurmaktadır: ‘İnsanlar içinde kimileri vardır ki Allah’a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur.’(22/11)."

Onlardan bazıları da sıkıntı ve belâ geldiği zaman Allah’a sığınır ve O’na yönelirler ama bu hal zayıflayıp nimete ve rahata kavuştuklarında yüz çevirirler. Ankebut Sûresi’nin ‘Gemiye binip de (tehlike hissettikleri) zaman Allah'a boyun eğer, yalnız ona yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarıp kurtardığımız zaman, hemen şirk koşarlar.’(29/65) ayetinde bahsedildiği gibi -zor durumda kaldığında Allah’a yalvaran fakat felaha ve imkânlı hale ulaştığında ise Allah’ı unutarak müstağnileşen, kibirlenen insanlar söz konusudur-.Bu da ikinci karakter halidir.

Üçüncü olarak diğer bir grup ise her iki halde de Allah’tan yüz çevirir, O’na dönmeyi ve O’na itaati terk eder. Ne bolluk ve rahatlık dönemlerinde ne de belâ ve zorluk dönemlerinde Allah’a yönelirler ve O’na sığınırlar. En’am Sûresi’nde belirtildiği gibi ‘Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı!’ Fakat yapmadılar zira onların ‘Kalpleri iyice katılaşmıştır.’(6/43).

Başka bir grup da A’raf ve Neml sûrelerinde anlatıldığı üzere güzelliğin ve hayrın kendi şahıslarından kaynaklandığını düşünür, başlarına bir kötülük ve zorluk geldiğinde onu resullerin uğursuzluğuna bağlarlar (7/131; 27/47).

İman etmeyenler veya gereği gibi iman etmeyenler böyle farklı anlayışlara mensup olduklarında, kimlikleri de farklılaşır. Dolayısıyla her ayet onların hepsine değil sadece belli bir kimliğe sahip olanlara, her anlayışa değil sadece belli bir anlayışı benimseyenlere yöneliktir. Ama Müslümanlar her iki halde de yani refah ve bolluk halinde de belâ ve zorluk halinde de tevhide bağlıdırlar. Veya bağlı olmak zorundadırlar.

Şükürsüz, bencil ve acilci karakter tiplerin tutumu hakkında Fussilet Sûresi’nde belirtilen “hayr” ayetinden bir sonraki ayette şöyle buyurulur: “Uğradığı bir sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet tattırsak mutlaka şöyle diyecektir: Bu benim hakkımdır.”(41/50) Yani “Bu benim hakkımdır; bunu hak ederek kazandım; buna layık bir adam olduğum için Allah lütfetti!” gibi haddini aşan laflar söyleyen bu karakter türünü de bu ayetin sibakında Rabbimiz şu tarzda tanımlamaktadır: “Ne zaman insanoğluna bir lütufta bulunsak arkasını dönüp uzaklaşır; başına bir kötülük geldiğinde de uzun uzadıya yalvarır yakarır.”(41/51) Bu tutum insanların çoğunluğu arasında yaygındır, bu karakteristik eğilim içinde olanlar, hayatla ve gayb ile ilgili anlam dünyaları tatmine ve ikna olmuş bir imana ulaşmamış kimselerdir.           

Kazandığı nimetle; güç, iktidar veya servetle buluşmasıyla ilgili salt olarak “Bu benim hakkımdır!” diyenin ifadesinin devamında ise “Ve ben kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum, eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O’nun katında benim için daha güzel olanı vardır.” denilmektedir.

Bu ayette olaylara ve imkânlara sadece kendine fayda sağladığı oranda bakan, yeterince kulluk ve ümmet bilincine sahip olmadığı için pragmatik bir kimliğe sahip bulunan karakter tipinden bahsedilmektedir.

Bu konu veya karakter tiplemesi ile hoca, akademisyen, Kur’an talebesi, muhaddis veya mutasavvıf olduğu halde veya alnını secdeye koyduğu halde ama insan ilişkilerinde, ekonomi çarklarında veya reel politik alanda bir mümine yakışmayacak davranışlar sergileyen, -fazlaca nimet isteyen ama kendisine verilen kazanç ve imkânlar için gereğince şükretmeyen ve Rabbimizin bahşettiği nimetleri kendine saklayan, gereğince infak etmeyen veya çarçur eden; kendisine verilen nimetler için imtihana tabi tutulup kaybettiğinde de hemen ye’se/karamsarlığa düşen ve ümitsizliğe kapılıp çözülen- ya da hududullahı aşan Müslümanların halleri de açıklanmaktadır.Ve maalesef ki müminleri, muttakileri, şahidleri yeniden ıslah, ihya ve inşa görevine mecbur kılan Müslümanlar arasında böylesi çözülmüş karakter tipleri oldukça fazladır. Aslında bu karakter tipi secdeye varsa dahi kıblesini pragmatizme yöneltmiştir.

Oysa salt faydacılık yani pragmatizm, eşya ve olayları, onları bir hikmete bağlı olarak yaratan Rabbimizden bağımsız ele alır. Ayette işaret edilen benmerkezci müstağnilik deizmin de sekülerizmin de nihilizmin de örtülü veya açık kaynağını oluşturmaktadır.

Yoksa Necm Sûresi’nde zikredildiği gibi biliyoruz ki “İnsana kendi emeğinden başkası yoktur ve zamanı geldiğinde kendisine çabası(nın gerçek anlamı -dünyada veya ahirette-) gösterilecektir.”(53/39-40)

Rabbimiz bizleri sadece dünya için kazananlardan, şükür ve infak ibadetini, adalet terazisini unutanlardan beri kılsın. Salâtımız fahşadan arınmamızın ve gereğince kulluk bilincimizin ikrarını ve talimini oluştursun. Rabbimiz bizleri öncelikle riskler taşıyan reel ekonomi ve siyaset alanının vakumuna, ayartmalarına kapılanlardan değil, hakka-hakikate yönelen ve yöneltenlerden kılsın. Rabbimiz bizleri hak ve adaletle düşünen ve davranan bir ümmet nüvesi olma zindeliğinin adanmışlığına ulaştırsın.

Rabbimiz Hud Sûresi’nde bizi sınayıp hangimizin eylem ve davranışça iyi olduğumuzu ortaya çıkartmak istediğine ve bâtıl tutum içinde olanlara de azabı erteleyip mühlet verdiğine işaret ettikten sonra mealen şöyle buyurmaktadır:

Eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırsak, sonra da onu geri alsak, ümitsizliğe kapılır ve nankörlük eder.” (11/9)

Ümitsizliğe kapılan kişi geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu sadece sebep sonuç zincirinin rastlantısal bir sonucu olarak yahut Allah’ın bir lütfu olarak değil de sözde “şans” denen şeyin bir sonucu veya sadece kendi emeğinin hâsılası olarak görebilir. Bu ayetlerde böyle birinin veya bir topluluğun karşılaştığı bir ufuksuzluktan veya musibet sonucu düştüğü durumdan bahsedilmektedir. Ayrıca yoklukta kazananlar, varlıkta kaybedenlerden oluyorsa hakka ve adalete riayet etmiyor demektir. Bu konuyla ilgili ayet-i kerimeler ve mealleri bir birey veya topluluk olarak ister zayıfken veya muhalefetteyken ister kazanırken veya iktidar olmuşken reel ekonomi veya reel siyaset alanında hakkın ölçülerini unutup adaletten uzaklaşanlara, elde ettiği başarıları sadece kendi emeklerine bağlayanların müstağni ve şükürsüz tavırlarına işaret etmektedir.

Fussilet Sûresi’nde de ele alınan ve Hud Sûresi’nden aktardığımız ayetle de işaret edilen “insan” ile ilgili bir karakter türü bildirilmektedir:

Yine başına gelen zarardan, darlıktan veya sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak (bolluk ve genişlik versek), ‘Elbette kötülükler benden gitti!’ (Musibetler yakamı bıraktı!) diye sevinir/şımarır ve kibirlenir.”(11/10)

Bu karakter yapısındaki insan ile Allah’ın varlığına ya da hesap gününe veya ahiret hayatına gereğince kani olmayan ya da hakkı gereğince gündemine almayan veya inkâr eğiliminde olan bilinemezci/agnostik, vahye ilgisiz veya umarsız kimseler ima edilmiş olmalıdır.

Muhammed Esed’in (ö. 1992) “Kur’an Mesajı” meal-tefsirinde terim olarak daha geniş anlamıyla Allah’a inandıkları halde dinî çaba ve duyarlılık olarak zayıf olan ve dolayısıyla haricî şartların ve özellikle de çıkar ve statü hesaplarının tesiriyle kolayca sarsılıp yön değiştiren kimselerden de bahsedilmektedir. Bu açıdan darlık ve sıkıntı halinde hemen ye’se (yeûs) düşülmesi manevi nihilizmin de bir göstergesidir.

Ali Bulaç, “Dirâsâtu’l-Kur’an” tefsirinde insanın karakteristik özelliği itibariyle iyilik ve fayda istediğini; bu isteğin çağımızdaki karşılığının da maddi refah, iktisadi büyüme, kalkınmışlık, teknolojide ve ekonomide gelişmişlik, mal mülk, servet, vurucu silah gücü, statü, sağlık, şöhret ve maddi başarılar olduğunu belirtir. Meşru sınırlar içinde bu istekler tabiîdir, fıtridir. Ama kişi veya toplum ayette tasvir edildiği üzere belli bir sıkıntı ve darlıkta hemen “ümitsizliğe ve ye’se düşüyor”; ayrıca yine bir bolluk ve refaha kavuştuktan sonra “Bu benim hakkımdır!” diyorsa bu insan ister kendine Müslüman desin ister açık inkârcı olsun, sonuç itibariyle seküler insandır.

Seküler insan, dünya hayatını, refah ve zenginliği, sağlık ve gücü, iktidar ve serveti bu dünyada tüketmek istemekte, İslam’ı, İslami hassasiyet ve kuralları hayatın dışına çıkartmaktadır. Dünyevileşmiş/seküler hayat felsefesine göre dindar da olunsa aslında her şeyin önceliği “şimdi ve bu dünyadadır”. Oysa bu tür algılar, güç ve iktidar merkezli çözümlerin çürük vesilelere ve geçici zeminlere tutunduklarının bir ifadesidir.

Kur’an’daki ifadesi ile insanların mallarını haksız şekilde yiyen ehbar/haham ve ruhban/rahip takımının birçoğu aynı zamanda “kenz” yani ”yığma” gayretindedirler, “İnsanları Allah'ın yolundan çevirirler.” Tevbe Sûresi’nde yer alan bu ayet, “Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar var ya işte onlara can yakıcı bir azaptan haber ver.”(9/34) ikazıyla bitmektedir.

Bugün dünya hegemonyasını ele geçiren piyasa kapitalizminin sınırsız sermaye biriktirme hamlesinin ilk adımları da zaten bu sapkın din adamlarının haram olanı mübahlaştıran pragmatizmlerinden beslenmiştir. Aynı pragmatizm Müslümanlara hükmeden saltanat sistemlerinde Sasani İmparatorluğu’nun kurucusu Şehinşah Ardeşir’in pragmatizmiyle dolu “Ardeşir Vasiyetnamesi”ndeki vahiy dışı kuralları Müslüman sultanların iktidarları sürecinde örfleşerek “siyaset-i şeriye” ve “ahkamu’s sultaniye” kitaplarına, “akaid kitabı” denilen ilk dönem çoğu kelam kitaplarına kadar sızmış, Rabbimizin “şûrâ” hükmünü ve “şavir/müşavere” yapma emrini örtmüş ve sultan halifelerin uygulamalarında “siyaseten katl” zulmüne kadar uzanmıştır. Ulus devletler sürecinde de bu pragmatizm yerini Makyavelizm’in reel-siyasetteki görünürlüğüne bırakmıştır.

Dünya nimetlerinin peşine düşüp dünyada istidrac pahasına, güç ve zenginlik sahibi olmayı veya iktidar üzerinde inisiyatif sahibi bulunmayı iktidar nimetine ulaşmakla menfaat küpünü doldurmayı birbirinin zorunlu nedeni kılanlar ve öncelikli hedef edinenler, bu emellerine ulaşamayınca sıkıntı ve bunalıma düşmekte, derin bin ümitsizliğe kapılmaktadırlar.

Dünyada hayır ve kazançla ilgili iki tutum üzerinde durulur.

Birinci tutum: Kazanca, güç, servet ve iktidara ulaşıldığında “Kendi nefsimizi kontrol altında tutacak mıyız; ahlaklı ve adil davranacak mıyız; yetimin ve yoksulların hakkını gözetecek miyiz; mütevazılığımızı koruyabilecek miyiz?” sorularının tayin ediciliği genellikle unutulmaktadır. Zira vahiy dışı verili alanlar kişilikleri ve stratejileri bozucu bir baskı oluşturmaktadır. Rabbim bizleri varlık ve güce kavuşabilmek için sorduğumuz bu tür meziyetlerden uzaklaştırmasın.

İkinci tutum: Darlık, sıkıntı veya yoksullukla karşılaştığında “Sabredilecek mi, hayatın bu iniş çıkışlarının bir imtihan olduğunun idraki içinde olunacak mı ya da isyankârlardan yana mı olunacak?” Bu ikinci imtihan sürecinden salimen çıkmanın mümkünlüğü, şükrü ve tasadduku için Müslümanlar çaba sarfettiklerinde daha imkânlı hale gelmeye yakındırlar.

Rabbimiz bizleri korku ve açlık, mallardan ve canlardan eksilme halinde çözülen veya isyan edenlerden değil, sabreden ve istikametinde azmeden kullarından kılsın. Rabbimiz dünyevileşme sapması ve anaforunu aşan bir gönül dünyası ve bilinç azmi bizlere bahşetsin; bizleri hakkı ve adaleti ayakta tutmaya çalışan, ümmet geleneğini güçlendirenlerden eylesin.