Abdullah Uçman, 1973 yılında “İkinci Yeni Çevresinde İlk Denemeler” başlıklı yazısında, modern bir Batı felsefesi olan varoluşçuluk ekseninde şekillenen İkinci Yeni akımının öykücülerinden kabul edilen Demir Özlü, Erdal Öz, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner ve Ferit Edgü gibi isimlere üç isim de kendisi ekler: (Hastalar ve Işıklar’da yer alan, klasik “hikâye” türüne uymayan mensur şiir görünümündeki yedi öyküsüyle) Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Durali Yılmaz. Uçman, Rasim Özdenören’in bu yeni öykü denemelerinde ele aldığı kahramanların “genellikle tedirgin, çevresiyle uyuşamayan; fakat dirençli, bir şeyler yapmak, bir şeyleri düzeltmek isteyen” insanlar olduğunu söyleyerek; bunalımlı, mutsuz, ruh dünyalarındaki karmaşık problemlerle boğuşan bu kişilerin başrolde olduğu öyküleri, “çevreyle uyuşamayan kişilerin bunalımlarının dışa vurulması” şeklinde tanımlanan egzistansiyalizmle ve onun edebiyatımızdaki yansıması olan İkinci Yeni ile ilişkilendirir.1
Farklı Ortaklıklar
Rasim Özdenören’i Batı kültürüyle hemhal olmuş İkinci Yeni öykücülerinden kesin olarak ayıran en önemli mesele yerliliktir. Sezai Karakoç da Özdenören’in ilk öyküleri üzerine yazdığı bir yazıda bunu vurguluyarak, Hastalar ve Işıklar’ın “kendine gerçekçi adını veren, bol örnekli, çok propagandalı, röpörtaj benzeri bir öz taşıyan, san'at katına bir türlü varamamış İkinci Yeni hikâyeciliğinin, bir türlü yerleşememiş, yabancılıktan kurtulamamış varoluşçu hikâyeciliğinin gelip de tıkandığı, söndüğü, son sınırlarına varıp ufukta netliklerini kaybettikleri bir dönemde” yayınlandığını söylemiştir.2 Sezai Karakoç’un “yabancılıktan kurtulamamış varoluşçu hikâyecililiği”, “san’at katına bir türlü varamamış İkinci Yeni hikâyeciliği” olarak nitelediği öykü akımının temsilcilerinin tamamına yakını, Batılıların kendi toplumsal belleklerinden ve düşünsel miraslarından besleyip yine Batılı bir sorunsalı ele alarak türettikleri varoluşçuluk felsefesini olduğu gibi ithal ederek, Türkçe edebiyatta uygulamaya girişmiş, bu da ister istemez, kendi toplumuna ve değerler dizgesine düşman garip bir edebiyatçı profili ortaya çıkarmıştır (Leylâ Erbil gibi). Rasim Özdenören bu noktada sağcı/muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olmasından da kaynaklanan bir yerlilikle ötekilerden ayrılarak, varoluşçuluğun işlediği konuları daha “buralı” bir yaklaşımla ele almıştır. Varoluşçuluk eksenli yeni edebiyat anlayışıyla beraber, idealize edilmiş kahramanların yerine bunalımları olan, kafa karışıklıkları yaşayan kişiler hikaye ve romanların öznesi olmaya başlamıştır. Bu anlayışın revaçta olduğu yıllarda ilk öyküsünü3 yayınlayan Özdenören de bu türden kişileri tahkiye etmiş; fakat, Ebubekir Eroğlu’nun da söylediği gibi varoluşçu yazarlara öykünerek yaratılan kişiler ve olaylar, toplumsal belleğe ve yaşayışa denk düşmeyen ithal bir edebî anlayışla değil, buradaki sorunu, bunalımı, çözülmeyi yaşayan kişileri anlatılarının merkezine yerleştirerek yapmıştır bunu.4“Halkın içinden çıkmış bir yazar olarak halkın hikâyesini, acılarını, halkın diliyle anlatması”, köye ve köylüye önce Kemalist, sonra sosyalist bir gözle bakan edebiyatçıların aksine halkın yaşayışına son derece “realist bir tavırla” yaklaşması kısa sürede olumlu tepkiler almasını sağlamıştır.5
İkinci hikâye kitabı Çözülme, adından da anlaşılacağı üzere, ailedeki ve bireyin dünyasında dağılmayı anlatır. Öyküler 1970’li yılların ürünleridir. Yazar, Çözülme’de yapı itibariyle yeni bir başlangıç yapar. Öykülerin geniş bir zaman ve mekân dilimine yayılması, öykünün alanının genişlemesini de sağlar. Sosyal olaylar daha belirginleşir. Bir bireyi veya beni ilgilendiren olaylar içten dışa doğru açılır. Necip Fazıl'ın Ruh Burkuntularından Hikayeler'ini çağrıştırmakla birlikte ondan daha derin ve temaların daha çok farklılaştığı bir kitaptır. Çözülme’de yer alan “Aile” adlı öyküyü bu bağlamda anmak gerekir. “Aile”, modernitenin çözdüğü, çökerttiği geleneksel ailenin yavaş yavaş yok oluşunu anlatan trajik bir öykü olarak Türkçe edebiyat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Mehmet Kaplan bu öykü için yaptığı tahlilde Rasim Özdenören’in zamanı kullanışına dikkat çekerek, yaşlıların yaşadığı bir Anadolu evinin yavaş yavaş çöküşünü anlatırken, zamanın yıkıcılığını okura hissettirmesinin önemini vurgular. Modern dönemde zaman, artık çürütücü ve yıkıcıdır. Öykünün son cümleleri hızla değişen dünyanın uzağında bir kasabada, zamanın ve zamanın getirdiği değişimin yıkıcılığına tanık olan bir evi, aileyi ve kuşağı tasvir eder: “...bir pencere kenarına oturmuş iki dost, hızla dağılmaya, çözülmeye başlayan bir şeylerden konuşmakta, uzak bir şeyler gerçekleşmekte, gecenin çukurlarında büyümüş bir kuş bir çatının üstünden süzülmekte, bir bakış incelmekte, çözülen, gevşeyen, dağılan bir şeyin nasıl ayakta tutulacağı bilinmemekte, ahşap bir ev bir zaman parçasında eriye eriye yitmekte, teslim olmaktadır.”
Muhafazakâr duruşun neticesi olarak geleneğin çözülmesi ve geleneksel yaşantının yitmesi Rasim Özdenören’i yaralamaktadır. “Aile” öyküsünde çizilen trajik tablonun karşılığı muhakkak vardır; o ailenin yaşantısını, kasabasını ve çözülmesini Özdenören harikulade bir şekilde yansıtmıştır. Fakat bu saldırıya uğrayan Müslümanların özellikle 1960 sonrasında ortaya koyduğu mücadelenin Özdenören’in öyküsüne yansımaması ve “aile”yi çözülmekten kurtaracak Kur’an merkezli bir toplumsal kalkınma projesinin varlığının, Âkif İnan’ın şiirinde andığı türden bir “kurtuluş çağrısı”nın sadece bu öyküde değil, Özdenören öykülerinin bütününde görülmeyişi de bir başka trajik tablodur. Evet, “...uzak bir şeyler gerçekleşmekte”dir, ancak çözülenler bu gelişmelerden hep “uzak” kalmakta, değerlerine savaş açılan Müslüman toplum, çözülme karşısında çaresizliğe ve çözümsüzlüğe mahkûm edilmektedir.
Öyküleri Doğuran Ruh ve Koşullar
Özdenören modern hayat içindeki insanın bunalımlarını, mutsuzluklarını çözmek için tasavvufu koyar önümüze beşinci kitabı Denize Açılan Kapı’da6. Tabii tasavvufun zihin kurucu/kırıcı bir unsur olarak onun denemelerinde de karşımıza çıktığını, sadece bu öykü kitabıyla sınırlı olmadığını da ifade etmemiz gerekir.7 Kitap, Özdenören’in beşinci öykü kitabı ve bu kitabıyla 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikâyecisi Ödülü'ne layık görülmüş. Yazar, oynanmaktan çok okunmak için yazıldığını belirttiği iki oyunu da kitaba almış: “Kapıyı Vuran Kim” ve “Beklenen”. Bu metinleri de öykü okur gibi okuyabiliyoruz. Bunlar dışında kitapta sekiz öykü yer alıyor. “Ocak”, “Sabahın Seher Vaktinde Aman”, “Bir Adam”, “Karşılaşma”, “O Zaman”, “İt”, “Öteki” ve “Çekirgeler”. Bu kitabın ilk olarak yayımlandığı dönem de kitabın dünyasını ve tabii tasavvuf önerisini anlamak bakımından ihmal edilmemelidir. Rasim Özdenören’in öykü yazımına bir süre ara verdiği ya da seyrelttiği bir dönemden sonra, Akabe Yayınları’nın hikâye dizisinden çıkardığı, Kasım 1983 tarihli kitap, öykü macerasında tematik ve dilsel açıdan bir farklılaşmayı işaret eder. O yıllarda tasavvuf konulu tartışmalar özellikle Mavera dergisi ekolünü çok derinden etkilemektedir.8
Yeni hayat tarzına uyum sağlayamayan, Kemalist egemenlerin topluma dayattıkları bu modern yaşayışta aradığını bulamayan kimselerin; moderniteye ve Kemalizm’e karşı muhalif bir dil üretmek yerine metafizik arayışlara ve İslamî olduğu varsayılan tasavvufî yönelimlere savrulmalarının anlatıldığı bu öykülerin öznesi olan acemi dervişler, günümüzde de çoklukla var olan, Kur’an eksenli bir toplumsal kurtuluş çağrısıyla, vahyin dirilten mesajıyla tanışamayarak; peygamberin vahiy almadığı dönemde içinde bulunduğu sıkıntıyı hafifletmek ve şehrin bunaltıcılığından kaçmak için Hira’ya çıkması gibi, sıkıntılardan kurtulmak için kendilerine panzehir olarak tasavvufu seçen kimselerdir. Vakıayı tespit etmesi bakımından Özdenören’in bu öyküleri Türkiyeli Müslümanların içinde bulundukları çelişkiyi aktarmakta son derece başarılıdır. Gelgelelim, peygamberin vahiyle buluşarak, mesajı kitlelere ulaştırma ve mücadeleyi örgütleme için Hira’dan inmesi ve bir daha çıkmamasının hikmetini esas alarak, acemi dervişlere vahiy merkezli bir diriliş ve direniş çağrısı sunamaması üzücüdür. Modern olanın dayatılmasına karşı, vahdet-i vücud gibi miskinleştirici, pasifleştirici ve rahatlatıcı felsefelere kapı aralayan; derin, ulvî ve zahirî imgelerle bezeli bir öykü dili kuran Rasim Özdenören, ne yazık ki kendini ve acemi dervişleri uyuşturmayı seçmiştir.
Varoluş Meseleleri
Varoluşçuluğun, insanın yeryüzündeki çaresizliğine, yabancılığına dair söylemleriyle bağlantılı olan ana temalarından biri de ölümdür. Dünyayla uyuşamayan, varoluşsal problemlere sahip roman ya da öykü kişilerinin dünyayla bağlantılarını tamamen kesen bir olgu olarak ölüm, varoluşçu edebiyat açısından son derece önemlidir. Kahramanlar, içinde bulundukları çıkmazdan onları kurtaracak yegâne yol olarak gördükleri ölümü sıklıkla tercih ederler. Ölüm, Özdenören’in öyküsünde dünyayla ve yaşamla bağlantının kesilmesinin çarpıcılığını ve ölümün ötesine ilişkin müteşabih alanın bilinmezliği karşısında insanın acziyetini açığa çıkaran bir olgu olarak karşımıza çıkar. Yazarın ilk kitabı Hastalar ve Işıklar’da yer alan “Çocuk” adlı öyküde ölümün ne olduğunu bilmeyen bir çocuğun, babasının ölümü üzerinden ölüm olgusuyla tanışması anlatılır. Bu öyküde, babasının “büyük, eski, kara kunduraları”na ayağı takılan çocuğun babasının yokluğunu ve bir daha gelmeyeceğini fark etmesi, yeryüzündeki varoluşunu ilk kez sorgulamasına yol açar: “Birden gördü kunduraları ve işte o zaman çok iyi tanıdığı korku, içinden bir demirci balyozu gibi ayağa kalktı. Arkasından itiliyormuşçasına koşarak çıktı merdivenleri. Kapıyı hızla açıp çarparak kapattı ve yatağa attı kendisini. (Babası).” Babanın ölümüne dair bir üzüntüden çok insanın ölümlülüğüne ilişkin bilgiyle tanışmanın korkusuyla çocuk, “Ölü baba’nın ne olduğunu bildiği halde bunun ne olduğunu bir kez de annesine sorar. Ama annesi cevap vermez. Artık çocuk ölü babanın acı çekmek olduğunu kavramıştır.”9
Dünyanın bitimliliğine ve insanın buradaki rolünün belirsizliğine ilişkin temaların Özdenören tarafından sıklıkla kullanılmasını sadece “varoluşçuluğun konu kalıplarından etkilenmek” şeklinde değerlendirmek haksızlık olur. Dönemsel bir etkileşimle birlikte, ele aldığı “çözülme” ve “modern dünyada savrulan birey” meselelerini işleyen bir başka düşünüşe yakınlaşmadan söz etmek daha isabetli olacaktır. Varoluşçularla tasavvufçuların insanı ve dünyayı anlamlandırma bakımından birçok noktada kesiştiklerini kabul edecek olursak, öykülerde tasavvufun ve varoluşçu temaların işleniş biçimlerini daha kapsamlı bir şekilde ele alma imkânına ulaşırız.
Çözülme, ölüm ve tasavvuf Rasim Özdenören öyküsünün merkezinde duran meseleler. Bu üç olguyu “Aile”, “Çocuk” ve Denize Açılan Kapı’da yer alan öyküleri anarak somutlamaya çalıştık fakat Özdenören öyküsünün dayanağı olan bu üç temel meselenin teker teker incelenmesi ve öykü çözümlemeleri yapılarak üzerinde durulması gerekiyor. Öyküde, modern dünyada ne yapacağını bilemeyen insanın yalpalayışını tahkiye etmek için kullanılan bu temalar üzerinde Necip Tosun daha geniş ve ayrıntılı bir biçimde durmuşsa da Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören başlıklı çalışma, sözünü ettiğimiz düşünsel akrabalıkları bağlantılandıran bir yaklaşım sunmamaktadır.
Dipnotlar:
1-Abdullah Uçman, “Hikâyemizde Gelişim”, Edebiyat Dergisi, Kasım 1973.
2-Sezai Karakoç, Sütun I, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1969, s. 168. Karakoç, Hastalar ve Işıklar’a ilişkin bu yazısının bir başka yerinde ise şöyle der: “Bu hikâyeler, sanki bütünüyle bir paniğin romanıdır. Tarih mirasının çökerttiği bir evin, bir insanın kader trajedisidir. Bir ruh yaralanışının, tarihin karanlık baskısı altında, metafizik bir varoluş bunalımına çıkışının hikâyesi. Hastalar ve Işıklar, Türk hikâyeciliğinde, toplumumuzun derinliğindeki tarihi-metafizik acıyı yansıtan, yeni bir yön ve alan gösteren, önemli bir hamledir.”
3-“Akarsu”, Varlık Dergisi, Ocak 1957.
4-Ebubekir Eroğlu, “Portre İçin Bir Katkı”, Rasim Özdenören – Işıyan Kelimeler, s. 23, Kaknüs Y., İstanbul, 2007.
5-Abdullah Uçman, “Romancıyı Müjdeleyen Bir Hikâye: Çözülme”, Hareket Dergisi, 85-86, Ocak-Şubat 1973. Sadık Yalsızuçanlar ise Özdenören gerçekçiliği hakkında şunları ifade eder: “Onun, toplumcu gerçekçilerden daha sahih ve çarpıcı olan gerçekçiliği, resmettiği insanları ruhlarından kavraması ve dilinin evrensel nitelik taşıması, farkında olunmaksızın, modern Türkiye anlatıcılarını etkilemiş, anlatının kendi özgül dünyasının içten ve ağır ağır dönüşmesine yol açmıştır. Özdenören, bu yönüyle, modern Türkiye öykücülüğünde, yaklaştığı en noktasal ve yerel olguyu bile, evrensel bir sorun olarak ve evrensel bir dil dünyası içinde aktarabilen seçkin yazarlar arasında yer almaktadır.” Rasim Özdenören – Işıyan Kelimeler, Kaknüs Y., İstanbul, 2007.
6-Denize Açılan Kapı'daki denizin, doğrudan tasavvufi bir imge olduğu belirtilmelidir. Hatırlanacağı üzere Özdenören’in bazı öykü kitapları içindeki bir öykünün adını taşır. Bazıları da kitabın içindeki öykülerin adından farklı, hepsini birden kapsayıcı bir başka adı taşır. Denize Açılan Kapı’nın adına, içindekilerde rastlamayız. Yazar, öykü başlıklarından birini değil, doğrudan, metinlerin ima ettiği bir başlığı kitaba çıkarmıştır.
7-Rasim Özdenören’in bu konudaki yaklaşımlarını özetlemesi bakımından “Fıkıh ve Tasavvuf” başlıklı denemesinde yer alan şu ifadeler açıklayıcıdır: “Tasavvuf, İslâm’ın içi ile dışının, özü ile biçiminin, takva ile ibadetin özdeşleşmesidir. İnsanın ve özelde Müslümanın her tür putperestlikle başa çıkmasının eğitimidir. İslam’ı öyle bir düzlemde algılayan kimse için namaz, insanın Allah’tan başka bütün ilahlara istiğnasının, oruç insanın nefsine istiğnasının, hac mekâna, Allah’ın evi olan Kâbe’den ve kutsanmış topraklardan başka her yere istiğnasının idrakini getirir.
Bu yönleri ile tasavvuf, ne Hıristiyan mistisizmi ile veya ne de herhangi bir başka mistisizm ile ilgilidir. İslam tasavvufu İslâm’ın tüzesi (hukuk, fıkıh veya şeriat) ile kaim olan ve tüzesiz düşünülmesi kabil olmayan bir fenomendir. Tasavvufun kaynağı Kur’an’dır, muallimi de Rasûlullah (s.a.v)’dır. Tasavvufun İslâm’a sonradan katıldığı, bidat olduğu yolundaki iddiaların ciddiyeti yoktur.” Yeni Dünya, 2003 Kasım sayısı.
Tasavvuf eleştirisine nasıl baktığı konusunda önemli bir örnek olması bakımından 20 Kasım 2002’de Yeni Şafak’ta yayımlanan “Fecirde Bir Öğle Yemeği” yazısındaki şu satırlar dikkat çekicidir: “Fecir Yayınevi'nin fikrî üslûbunda çağdaş İran retoriğinin etkileri olduğunu belirleyebiliyoruz. Buna rağmen tasavvufa karşı mesafeli bir duruşu benimsedikleri de görülüyor. İslâm tasavvufî düşüncesinde Yunan felsefesinin etkilerinin aranması veya tasavvufun İslâm’la çeliştiğinin sanılması (Ö. F. Köse) gibi hususları bireysel görüş olarak değerlendirmek istiyorum. Harcıâlem de olsa bu tür görüşlerin bazı mahfillerde benimsenmesi modern zamanlara mahsus bir olgudur. Yunan felsefesinin İslâm’ın (Hz. Adem aleyhisselamdan itibaren gelen İslâm’ın) tahrifatıyla oluştuğunu söylemek hakikatın ifadesiyken, İslâm düşüncesinin (veya tasavvufunun) Yunan felsefesinden etkilendiğini söylemek olaya tersinden bakmak olur. Aynı şekilde panteizm tevhid fikrinin tahrifata uğramış haliyken, vahdeti vücut (veya varlığın birliği) telakkisini panteizmden esinlenmiş sanmak, gene, hakikatı ters yüz etmek olur. Bunlar, tabiatıyla, insanların, olaya nereden durup baktıklarıyla ilişkilidir.”
8-Atasoy Müftüoğlu hem Zarifoğlu’nu hem de Mavera’yı değerlendirdiği Engin Gönüllü Centilmen yazısında bu konuda şunu ifade eder: “Cahit Zarifoğlu ve arkadaşlarının tasavvufi tercihlerini, yorumlarını, yaklaşımlarını anlayamadığımı ve paylaşamadağımı, bu konuda eleştirel bir tavra sahip olduğumu da burada belirtmek isterim.” Hece Dergisi, Sayı: 126/127/128.
9- Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, s. 67, İz Y., İstanbul, 1996.